Levha: 28 Ekim 1984… Nimet Serdar… Avrupa’ya gitmeye niyeti var… Bana, İslâm’ın kutsal yerleri niyetine oraya gidiyormuş gibi geliyor… Geziye İspanya’dan başlayacak… Ona tavsiye ve nasihatta bulunur gibi, “Biz, zaman deyince saati anlıyoruz, oysa yelkovanla akrebin kendisiyiz, zamanın kendisiyiz biz!” diyorum… Beni dikkatle dinliyor!

*

Nimet Serdar: (Nimet Kaptan): 1025.
Dibace: Mukaddeme, başlangıç, önsöz: 25.
Havi: İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Cami’. Biriktirici. Kuşatan: 25.
Dâhiye: Dehâ. Afet. Kaza. Emr-i azim. Büyük iş ve hâdise: 25.
Hayyiz: Yer. Yön. Mekân. Vüs’at-bir cismin kapladığı hacim: 25.
Heyî: Varlık, madde: 25.

*

Nimet Serdar: 1025= 26.
İkbab: Yüzüstü düşme, kapanma. Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı çaba harcama: 26.
Kedb: Taze kan - yeni keyfiyet: 26.
Riyaziye: 1026.

*

AVRUPA: 216.
TEVRİH: Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek: 1216.
Beyder: DOĞRU LÛGAT: 216.

*

Seyahat: 479= 1478.
Kaptan Kusto Müslüman: 478.
Hikemiyat: 478.

*

Seyahat: 479.
“Mer-Mer”: İki deniz. (Atlas Okyanusu ve Akdeniz.): 480= 1479.

*

İspanya: (Yevmiye: İspanya’daki Dünya Kupası finallerini, birçok devlet adamı, başbakan, kral ve kraliçelerin izlemesi, size neler hatırlatıyor suâline Üstadım’ın verdiği cevab: Kafası meşinden insanlarla, meşin topu birbirinden ayırmak lâzımdır!): 125.
NEMLE: Bir tek karınca. (Kur’ân’ın, SÜLEYMAN Sûresi de denilen 27. Sûresi: Neml… Üstadım’ın, ÇOCUK isimli şiirinden: Karıncaya göz atsa “nasıl, niçin?” ve hayret!): 125.
MU’CİZE: Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. (BELKIS’ın TAHTI’nın nakli.): 125.
Miad: Vadedilen gelecek zaman ve yer: 125.
Aden: Deniz kenarı. YEMEN’de bir şehir. (Aden Körfezi ile Kızıldeniz arasında 1962’de, iki denizin karışmasını engelleyen harika bir su perdesi bulundu.): 125.
Va’n: Sığınacak yer: 126= 1125.
Enmele: Parmak ucu. (Benam: Parmak ucu… Be-nâm: Meşhur. Malûm bir isimle isimlendirilen.): 126= 1125.
Yunus: İsrail Peygamberlerinden birinin ismi. (Mübtelâ olduğu birçok belâlardan, NEFSİ’ni, İlâhî nefesle kurtardı): 126= 1125.
İbn-ül Mâ: Su kuşu: 126= 1125.
Salih: 126= 1125.
Saniye: Su taşıyan deve: 126= 1125.

*

EZ-MEN: Benden: 98.
EZMİN(E): Zamanlar. (Veli sözü: Kişi, üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir.): 98.

*

Sa’: Saatler, vakitler, zamanlar: 131.
İslâm: 132= 1131.
Kalb: 132= 1131.

*

SAAT: Bir günün, yirmi dörtte biri. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. Ecel. Kıyamet. (Tammat-Kıyamet: 451: Salih Mirzabeyoğlu.): 531.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2529= 531.
Te’sis: Kurma, temelleştirme, esaslar koyma: 531.
Şekakıl: Bir HİND ağacının dalları: 531.
Tasi’: Dokuzuncu: 531.
Selâmet: Kurtuluş. (Fırka-i Naciyye: Kurtuluş Yolu): 531.
Siyaset: Anlayış. Feraset. Devlet. Bir fikrin hareketi. İdare etme. Seyislik-At yetiştirme. Sahil: 531.
Kıtal: Muharebe. (Hadîs: Harb, hud’adır… Hud’a: Oyun etmek… Huda: Rabb): 531.
 

MAGRİB - ENDÜLÜS

 
Magrib: Garb. Batı tarafı. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrika’nın kuzey tarafı. Fas, Tunus, Cezayir, İSPANYA tarafı. (Garb: Batı. Gözyaşı… NOKTALAMA’dan: “Ne olurdu hâlimiz, gözyaşı olmasaydı”… Ne olurdu hâlimiz, gece olmasaydı!): 1242.
Muhtar: İhtiyar eden. Seçilmiş, seçkin olan. Hür: 1241= 242.
Merec: Serbest bırakılmak. Kararsızlık. Izdırab. Mecbur olma. Hayvanların salındığı otlak. (Şuur açık salınan, hayâl, rüyâ, düş âlemi-denizi.): 243= 1242.

*

ENDÜLÜS: (İspanya’da hüküm süren bu İslâm Devleti’nin ömrü: 275: İdris-İlk yazı ve terzilik işini gerçekleştiren, KUDDUSÎ hikmet kendisinde tecelli eden Peygamber: Mansus-Nass ile sabit kılınmış, Kur’ân’da anlatılmış: Ruhanî: Addar-Gemici, denizci: Arca-Topal ve aksak kişi. Müessir. Sırtlan; kan, nefes, zaman… Leng: Topal, aksak. Med ve cezir. Tenasül uzvu: 100: ATLAS-Atlas Okyanusu. Büyük harita: GUSTO… Rahman Sûresi 19-20. âyetler: 169: Kust: Kassah-Sırtlan… “Muhyiddin-i Arabi”-Asıl ismi Ebu Bekir Muhammed bin Ali: 485: Kaptan Gusto Müslüman: Kaptan Mirzabeyoğlu… Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin doğumu ENDÜLÜS’te: 1165… Rahman Sûresi 19-20. ayetler: 3165… KAPTAN KUSTO’nun, harika olarak nitelediği, şâhid olduğu hâdise, AKDENİZ ile ATLAS Okyanusu arasındaki CEBEL-İ TARIK BOĞAZI’nda gerçekleşiyor. Ayetlerde sözü geçen, “denizlerin kavuştuğu yerdeki, birbirlerine karışmalarına mâni olan su engelleri-PERDELER… Şimdi de kısa bir ENDÜLÜS tarihçesi: Milâdî 756-1031 tarihleri arasında yaşayan devlet… Dört hâlife devrinden sonra kurulan EMEVİ Devleti yıkıldıktan sonra, Emeviler’in Afrika’dan Avrupa’ya geçip şimdiki Portekiz ve İSPANYA’da kurdukları İslâmî bir devlet; Bunlara ENDÜLÜS Emevileri denir. ABBASİLER’in katliamından kurtulan Abdurrahman ismindeki zât, Afrika yoluyla İspanya’ya geçerek Emeviler’in orada devamı sayılabilecek Endülüs Emevi devletini kurdu. Abdurrahman’dan sonra 3. Hişamla sona ermek üzere, 16 Hâlife gelip geçmiştir. 3. Abdurrahman’a kadar KURTUBA Emirliği diye adlandırılan bu devlet, onun zamanında ENDÜLÜS EMEVÎ HİLÂFETİ ismini aldı. Hükümdar, EMİR-ÜL MÜMİNİN. Bu devir, ilim ve irfanın zirveye ulaştığı, Avrupalılar’ın ilim tahsili için Endülüs’e akın ettikleri devirdir. Bundan sonra Emeviler’in duraklama ve çöküş devri başlar… Ve son.): 145.
RAHMAN Sûresi, 19. âyet: 1145.
Feyne: SAAT. ZAMAN: 145.
Suadî: Topalak otu. KUST otu: 145.
Allâme: Her ilimden pay sahibi. MÜTEFEKKİR: 146= 1145.
Secencel: AYNA: 146= 1145.
 

MAGRİB - LÂTİN AMERİKA

 
LÂTİN: İtalya’da Roma Şehri halkı, devletin genişleyerek bilinen Roma İmparatorluğu’na yayılan dil ve kültürü. Lâtince, bugünkü İtalyanca, İspanyolca, Fransızca gibi dilleri doğurmuş, Hind-Avrupa dil yapısı içinde bir ana dildir. Güney ve Orta Amerika’ya, bu yerlerin keşfinden sonra geçen özellikle İspanyol asıllı Amerikalılar’ın ağırlığıyla, Lâtin Amerika ülkeleri denmektedir. Fas, Tunus, Cezayir gibi Kuzey Afrika asıllılar da, ENDÜLÜS’ten artık hâlinde oralarda yerleşerek, kendi ritlerini oluşturan bir kültür oluşturmuşlardır. Yerli MAYA ve AZTEK kültürüyle karışarak meydana gelen: 491.
ABDÜLHAKÎM ARVASÎ: 492= 1491.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1490= 491.
Kelimat: Kelimeler. Kelâmlar: 491.
Melekât: Melekler. Tecrübe neticesi elde edilmiş alışılmış bilgiler: 491.
Ma-ul Hayat: Haysiyet. Şeref, yüzsuyu. Hayat suyu: 491.
Emanet: Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. Birisine koruması için bırakılan şey: 492= 1491.

*

LÂTİN AMERİKA: (Gazeteci Fazıl Duygun: İslâm, Lâtin Amerika’ya, biri Kuzey diğeri de Güney’den olmak üzere, iki koldan girmiştir. İslâm’ın bu kıtaya girişi 1500’lü yıllara rastlar. Kuzey’de, Meksika - VENEZUELLA - Porto Rico hattından, Güney’de ise Arjantin - URUGUAY hattından girmiştir. 1492’de İspanya’da ENDÜLÜS devletinin yıkılışı ve Müslümanlar’ın İspanya Krallığı tarafından vatanlarından sürülmesi üzerine, birçok Müslüman çareyi ENDÜLÜS’ü terk ile Güney Amerika’ya göçmekte bulur. İspanya Kralı’nın  hem kendi ülkesinde ve hem de Güney Amerika’da uyguladığı terör ve vahşet, Müslümanlar’ın kendilerini gizlemelerine sebeb olmuş ve ibadetlerinin çoğunu unutmalarına sebeb olmuştur. (…) Aslında Müslümanların Güney ve Kuzey Amerika kıtalarına Batılılar’dan daha önce ulaştıklarına dair bir kısım ilmî emareler bulunmakla birlikte, şu ân için Batılılaştırılmış tarih anlayışı ve tarihî vesikaların Batılılar tarafından denetim altında bulundurulmasından dolayı bu mevzu bakir bir saha olarak kalmıştır. 1800’lü yılların sonlarına doğru köle haklarında görülen kısmî iyileştirme neticesinde ve dünyanın diğer bölgelerindeki Müslümalar’ın bu kıtaya göç etmeleri neticesinde, ikinci bir İslâmlaşma süreci başladı. Mısır, Lübnan, Hind kıtası, Tayland, Kuzey Afrika gibi topraklardan gerek ticari ve gerekse daha iyi hayat şartlarına kavuşmak gayesiyle binlerce Müslüman bu kıtaya göç etti… Bugün kıtanın İslâmlaşma süreci iki sınıf üzerinden gerçekleşmektedir. Birincisi, Endülüs’teki İspanyol zulmünden kaçan ve zamanla İslâmî kimliğini unutan, diğeri ise, yukarıda bahsettiğimiz ikinci göç dalgasıyla bu kıtaya yerleşen Müslümanlar üzerinden. Aslen PORTO-RİCO’lu eski bir Katolik olan İbrahim Gonzales, Müslüman olmasını şöyle ifâde etmektedir: “İslâm’a, âit olduğumuz ve tarihî mirasımızın bir parçası olan bir dine, geri dönüyoruz. Aslımıza.” (…) Lâtin kökenli Müslümanlardan, New York’taki İslâm İttifakı Merkezi imamlarından OCASİO, ENDÜLÜS İslâm kültürünün batı dilleri üzerindeki tesirini şöyle anlatıyor: Bugün İspanyolca’da en çok kullanılan kelimeler olan “Ole” ve “OJala”, Arabça “Allah” ve “İnşallah” kelimelerinden gelir. Bizler. Morisko (İspanya Krallığı tarafından zorla Hıristiyanlaştırılan Müslümanlar) olarak, kültürümüzü asla tamamen kaybetmedik; entellektüellerimiz Batı’yı devamlı sorguladı. Arabların-Faslılar’ın torunları olduğumuzu asla unutmadık. — BARAN DERGİSİ, Aralık 2005.): 911.
Eşyah: Şeyhler, pîrler: 912= 1911.
Tebşir: Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek: 912= 1911.
Mübdi’: Kârı ve kazancı tamamen kendine kalmak üzere birine sermaye veren: 912= 1911.
Zeir: Çeri ve öncü kimse. (İBRAHİM CORTEZ, Uruguay’da, soldan İslâm’a kayan bir hareket birliği değil de, doğrudan Müslüman olan ve örgütünün ismi “Las Brigades Verdes - Yeşil Tugaylar” olarak değişen bir gerilla lideri… BARAN dergisinin aynı sayısında, yakını ile gerçekleştirilmiş bir röportajdan, kısaca: “Dağların Kızıl Tugayları” örgütü, 11 Eylül “İkiz Kuleler”e eyleminin ardından, “Yeşil Tugaylar” adını almış, İbrahim Cortez Müslüman olduktan sonra İslâmî dayanışma için Mekke, Medine, Sudan ve Moritanya’ya gerçekleştirdiği ziyaret ve toplantılar sonrası dönmüştür. (…) İBDA ve Komutanı hakkında, İbrahim Cortez oldukça fazla malûmat sahibidir. Bilhassa SUDAN’da bu bilgiyi edinmiştir. Onun hakkı[ndaki] düşüncesi, “72 Millet’in en güçlü beynidir!” şeklinde ifade edilmiştir.): 911.
 

SON GAR

 
Levha: 28 Ekim 1984… Gayet temiz ve eski yazıyla yazılmış bir yazı… Üstadım, o yazıyla birlikte ve ona dair, “ben eskiden ilmî çalışma yapmak, Songar’ı tetkik etmek için… Ama şimdi lüzum kalmadı!” diyor… Lüzum kalmaması, gayesine ermişliğinden ve ihtiyaçsızlığından… Burada içime LÂM harfi doğuyor… Sonra Üstadım’la sarmaş dolaş yatıyorum… Sırtımda bir adam, boğazımı sıkıyor… Adamın kolunu ısırıyorum… Üstadım’ın çenesini de… O adam boynumu tekrar sıkınca, tekrar ısırıyorum ve rahatlıyorum… Ve Üstadım’a kendimden emin bir şekilde, adam boğazımı sıkarken tekrarladığım “Lâ havle” hakkında, “Lâ havle ile her murad olur!” diyorum!..

*

Songar: Son durak. (Gar: Tren istasyonu. Mağara, in. Defne ağacı. Gayret. Çene ve yanak çukurluğu, göbek ve koltuk altı gibi, beden azalarında olan çukurluk: 1201: A’kal-En akıllı.): 1317.
Fürzel: Sırtlan yavrusu. (Kasah: Sırtlan: 169: Rahman Sûresi, 19-20. âyetler.): 317.

*

Songar: 1317= 318.
Harîk: Yangın. Ateş. (Hark: 308: Arvasî… Yevmiye: Efendi Hazretlerine intisabım, bağlanışım ve bağlanışı idealize ederek gidişim… Ben nicelerini gördüm o ana kadar, nice sahtelerini… Onu gördüğüm zaman, Fransızlar’ın “Et’le miracle ca complire - ve işte mucize meydana geldi” dedikleri hâl oldu… İnfilâk!.. Ve mütemadiyen kendimi kontrol ettim… Oraya (Ressam) Abidin Dino ile beraber gittik… Abidin, “ya bizden şübhe ederse; polis molis herşey olabiliriz!” dedi… Ona dedim ki, “biz mürşidi arıyoruz; eğer oysa şübhe etmeyecektir, ciğerimizi okuyacaktır. Eğer değilse, zaten neticesi yok!”… Ve gittik… Sanıyorum ki, öğleden biraz sonra, ikindiye yakındı… Dönerken çoktan akşam olmuştu… HALİCİ gören GÜMÜŞSUYU denen bir tepe var… Orada, eskiden kalma bir dergâhta oturuyorlardı… Zaman nasıl geçti?.. Akşam, nasıl böyle halı gibi yayılıp da ortalık kapkaranlık oldu; farkında değilim… Abidin’e, “besbelli bu insan tek; bir madenin üzerinde oturuyor ve gizliyor madeni” dedim… Saatine kadar beklendiğime kâni idim!): 318.
ŞEHÎD: Allah yoluna can veren. Şâhid’in mübalâğalısı: 319= 1318.
Hükümran: Hâkim, HÜKÜMDAR, hükmetme: 319= 1318.

*

Songar: Sona erdiren. (Gar: Kelimeye eklemekle nisbet veya faillik mânâsını verir: 221: Nisaf-Bir şeyi tam olarak ikiye bölme: İnak-Birbirinin boynuna sarılma, kucaklamak… Anak: En zarif, en yakışıklı, en güzel. Manzur. Çok ferah ve sürurlu… Yevmiye: Cahit Sıtkı, beğenilen şair… “Yaş otuzbeş, yolun yarısı eder”… Gençliğinize güvenmeyin!): 337.
Kaptan Kusto: 338= 1337.
Anafor: (Girdab: 227: Aksiyon): 337.
Şebike: Balık ağı. (Hüviyet kâğıdı.): 337.
Mugremun: Ağır borca uğratılmış olanlar: 1336= 337.

*

Songar: 337= 1336.
Musavvir: Tasvir eden. Şekil ve suret çizen. Allah’ın 99 güzel isminden biridir. (HI harfinin, Allah’ın isimlerinden El-Hakîm ile ilgisi vardır, mertebesi ŞEKİL-SURET ve ebced değeri: 600: Takannün-Değişmez hâlde kat’i olarak beliren: Müteatıf-Kendisine atfolunan: Mehdi Muhammed Salih Mirzabeyoğlu.): 336.
Musavver: Tasvir olunan. Tasvirli: 336.
Rafidan: Dicle ve Fırat nehirleri: 336.
İnfirad: Tek başına kalma. Yalnızlık hâli. (Hâl, “ben”, kabadayı, sır, şimdi, boş… Kenef: İdrarat, varid olmalar, hâlâ, şimdi, örtünme, gizlenme, yalnızlık: 150: Müsemma-İsimlendirilen. Muayyen zaman. Belirli vakit: MEHDÎ MUHAMMED… Yevmiye: Üstünde tek toz görmedim, bir kere esnediğini… Bunlar zaruretlerdir, elbette yapılacak. (…) Onda, harikanın nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını… Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet… Her ân bir büyük huzurda olmanın kal’asının burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken, sizinle değildir; ama sizinledir… Bu, İRŞAD KUTBU makamıdır. (…) Helâya gitmeyecek midir? Bu edebin içinde bu kadar…): 336.
Berfend: Derin yer. Güzel ve hoş söz. Asker, nefer. (Berf: Kar. Meser. Güzel söz. Asker: 281: “Naka-i Salih”: Kamkam-Büyük deniz. Saç dibine düşen bit yumurtası-şiir, fely… DEDİ Kİ: Velilerin sözünden ne fayda erişir derlerse bil ki, onlar mânâ ordularının bir kısım askeridir ve ihtiyaç olduğunda istidatlıların kulağına gelir… Müsliman: 221: Divar-Lisân… Hadîs: Erkeğin güzelliği, kelâmındadır.): 336.

*

Sungur. (Songar): Tesiri uzun zaman olan güzel iş yapmak. (Sun’: 210: Vird-Mürid. Suya vesair şeye yakın gelme. Su hissesi: Musammem-Kat’i olarak karar verilmiş… Gur: Mezar, kabir. Uzun zaman: 226: Menkul-Nakledilen. Mukaddes kitabla bildirilen… Kabr: 302: Mirzabeyoğlu… Salih İzzet Erdiş: 112= 1111: HALİFE: Ahkab-Uzun zamanalar: Ahkab-Yabanî eşek… Mishel: Yabanî eşek. Dizgin. Dil.): 342= 1341.
Faris: Farslı. Süvarî. Ferasetli, anlayışlı: (Hadîs: “İlim yıldızlara da gitse, bir Farisî onu alır gelir!”… Arabça Peygamberler lisânı, Farsça veliler dili.): 341.
Akmar: Aylar. Yıldızlar: 342= 1341.
Erkam: Yazılar. Rakamlar. (Erkam: Alaca yılan.): 342= 1341.
Esfar: Büyük kitablar. Seferler, yolculuklar. Düşmana karşı gidişler: 342= 1341.
Zılliyet: Zâhirî sahiblik. Kullanma ve tasarruf hakkı. Himaye etmek. Gölgelik: 1340= 341.

*

Ayhan Songar: (Psikiyatri uzmanı, Profesör Dr. Ayhan Songar, ılıman İslâm’a karşı olmayan bir Atatürk milliyetçisi idi. 1980 sonrası Aydınlar Ocağı kurucularından, herhangi bir partiye yandaş olmamakla birlikte, sağ partilere meyyaldi. Sola karşı, MSP’ye lâkayd, edebiyat ve musikî normal keyfi olarak o çevreye aşina, fotoğrafçılıkta birinci sınıf bir harika, şöhretine rağmen ilimde değil de, yaşama keyfinde bir adamdı; ama ölçüsüz ve dengesiz değil… Üstadım’a çeşitli şekillerde yardımı olan. Ama galiba onu dikizleyen diye hatırlıyorum. Herhâlde 90’larda vefat etti.): 662+318= 980.
Şeriat: 980.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1980.

*

Ayhan Songar: 662+337= 999.
Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1000= 1999.

*

Ayhan Sungur: 662+342= 1004.
Salih Mirzabeyoğlu: 1004.

*

Lâm: Bir harf. Nur, ışık. (Lâm harfinin ebced değeri: 30: Sülüs-Üçte bir: Kedu-Kafatası: Muhafız: Küy-Pencere. Menfez, delik, nüfuz edecek delik, girilecek yer: Eydiye-Nimet. Eller… Da’va cetvelinde LÂM harfinin sayı değeri 129 ve Allah’ın LATİF ismi ile ilgilidir.): 71.
Muhattata: İstasyon: 71.
Vehs: Sır ile söyleşmek: 71.
Müselles: Üç. Üçlü. Üçleştiren: 1070= 71.
Tabs: İNSAN: 71.

*

Berhabe: Minder. Beşik, döşek, yatak. Aynı döşekte beraber yatılan kimse: 816.
Gazıye: Çok karanlık olan yer. Büyük nurlu şey: 1816.
Müşahedetullah: Allah’ın kalbde nazar ettiği yer: 817= 1816.
Havatır: Hatıralar. Fikirler: 816.
Hodru: Kendiliğinden: 816.
İstinşad: Bir kimseden şiir okumasını isteme. Birine şiir okuma: 816.

*

Hanık: Boğucu. Boğan. Küçük dar yarık ve sokak: 751.
Hınak: İdama giderken boyna geçirilen ip: 751.
Taarrüf: Birbirini bilme: 751.
İktiran: Ulaşmak. Yaklaşmak, yetişmek. İki şeyin bir araya gelmesi, iki nimetin bir arada bulunması: 751.

*

Boğmak: 150.
Mehdî Muhammed: 151= 1150.

*

Adud: Kol. Pazu. Yardım: 878.
Postnişin: Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen: 878.

*

Azm: Isırma. Azarlama. (Azm: Kasıd. Niyet. Sağlam ve kat’i karar. Sebat… Azm: Ululuk. Kemik.): 810.
Mutasarrıf: Tasarruf hakkı olan. Tasarruf eden: 810.
Hatır: Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hâl. Tedbir. Vesvese: 810.
Ahir: En son. Sonraki: 810.
Hıtar: Tehlikeler. Hatarlar: 810.
 

ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU
(ŞEHÎD - İLM-İ LEDÜN)

 
Allah’ın Eş-Şehîd, “O’ndan saklı yok” mânâsındaki, 99 güzel isminden biri… Şehîd, Türkçe’de de “görüp gözetmek” tâbirinden anlaşılacağı üzere, “koruma, himaye” etmek mânâsına da geliyor; bu, nefsiyle yanında bulunan demek değildir. Allah’ın ŞEHÎD isminin de mazharı olan Peygamberler, ümmetlerinin gözcüleridirler; sonra kendi makamlarınca insanlar ve edindikleri mevzulara nisbetle bu hakikatin görünüşleri… VAHDET-İ ŞÜHUD: Birliğe şâhidlik, birliği korumak, her işde bunu gözetmek… Ehadiyet: Herşeyde ona mahsus olarak Allah’ın birliğinin görünmesi… Rüyâ’da gelen ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU bahsi, mevzu her ne ise ona mahsus bir bâtın hâlinde doğrudan Allah’tan vergi bir ilim-bilgi olan Ledünni (içyüz, iç, zâta mahsus) mahiyetini, yeri geldikçe belli ediyor. Onun zâti mahiyeti, inanan ve ilim ve aklına yatan için, umumî demektir; kullanılabilir… HAKÎM: Her şeyi yerli yerine koyan demektir. Allah’ın sıfatı olarak, onların hakikatlerinin gerektirdiği ve istediği şeyden ayrılmaz; HAKÎM Allah, tertibi en iyi bilendir… ABDÜL HAKÎM; Hakîm kul, Hakîm’in kulu. En başta Allah Sevgilisi, sonra tekrara hacet olmayan makam sahibleri, dereceler… Bize rüyâda gelen, “Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri” ile ilgili idi ki, Peygamber kölesi velilik makamı ile ve bizzat kendi öz hüviyeti ile, tabiî ki Allah ve ŞEHÎD, tabiî ki VAHDET-İ ŞÜHUD ile alâka, tabiî ki Üstadım ve dolayısıyla bu taalluklar içinde benim durumum ve üzerinde durduğum meseleler çerçevesinde yeri geldikçe yorumum… Bu cümleden olarak, bir LEVHA: 2 Haziran, 1997… “Üstadım, Süryanice’de bir kelimenin mânâsı o kelimenin harflerinden birinde toplu imiş, NECİB’in hangi harfi kelimeyi belirtiyor?” diyorum… “Cim, Mim’dir!” diyor… NOT: Da’va Cetveli’nde MİM harfi, Allah’ın MALİK ismine tevafuk eden 90 sayı değerine denk geliyor. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nde ise, Allah’ın EL-CÂMİ ismine ve mertebesi İNSANLAR… CİM harfi ise, Allah’ın LÂTİF ismine ve mertebesi CİNLER (gizli varlıklar, gizlilikler, sırlar)… LÂTİF: 129: SALİH… HAKÎM: 78: İBDA.

*

MALİK: Sahib. Tasarruf hakkı olan. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. Malı elinde bulunduran: 91: 1090: Melik-Mülk ve melekut sahibi. Padişah. Bir kavmin başı. Malik: Nil-Hiç, boş, sıfır, ayna, şifre: Kelîm-Kelimeler, kelâmlar: Daiye-İnsanı bir şeye candan bağlanmaya sürükleyen iç duygusu. Dua. Vakit ve zamanın bir hâleti. Arzu. Sebeb: Acîbe-Alışılmış surette olmayan. Çok harika. Hayret verici: Melk-Kudret, kuvvet. Şiddet. Mübalâğa-Duyu verileri idrakinin üstüne çıkan ve aslı zamanüstü idraki olan hâl: Men-Ben: Ed’iye-Dualar, ibadetler: Cezzaf-Ağ ile balık tutan balıkçı. (Mahi-Balık: 56: Mübdi’-Gizli sırları açıklayan. Halkeden.)

*

Hızır Aleyhisselâm hakkında, Kehf Sûresi 65. âyet: “Derken –o kayanın yanında–, kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona KATIMIZDAN BİR RAHMET VERMİŞ VE LEDÜNÜMÜZDEN BİR İLİM ÖĞRETMİŞTİK”… Vahy ile Allah’ın bildirdiği, Allah’ın Kur’ân’ı öğreterek Resûlullah Efendimiz’in Hadîsleri, giderek bütün ilimler, Allah tarafından verilenlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, müfessirlere göre, Allah tarafından verilenle, Allah’ın ledünnünden verilen arasındaki farktır. Resûlullah Efendimiz’in, “Sizinle Allah arasında ne işlendiğini bilmem” buyurduğu LEDÜNNÎ ilim, Allah’ın ilmidir, Allah’ın vasıtasız olarak hâkim olduğu zât ve durumdadır; kulun, hakikat makamında O’na tercüman olmasıdır. Yukarıda geçen âyette, HIZIR Aleyhisselâma verilen ilmin bu mahiyetine dikkat çekilmektedir. “Ledünnümüzden –katımızdan– ona bir ilim öğretmiştik”; müfessirlere göre, bu ilim, “gayblerin ilmi ve gizli ilimlerin sırrıdır”… Hazret-i Musa’nın ilmi, hükümleri bilmek ve buna nisbetle fetva vermek; yol arkadaşı Hızır Aleyhisselâmın ilmi ise, işlerin görünmeyen içyüz sırlarına ermek… Resûlullah Efendimiz’in, bu hâdiseyi nakleden bir Hadîs’i: “Hızır, –Ey Musa, ben Allah’ın ilminden bana öğrettiği bilgi üzerindeyim ki, sen onu bilmezsin; sen de, Allah’ın ilminden sana öğrettiği bir bilgi üzerindesin ki, ben onu bilmem– demiş!” … İLM-İ LEDÜN tâbiri, tasavvuf ehli tarafından, bu kıssayı delil almıştır; buna, “ilm-i hakikat” ve “ilm-i bâtın” da denilmekte… Âyet’te, “Allah, ruhu dilediğinden kullarına ilka eder” buyurulmuştur; bâtın yolu bu cümleden… Bâtın yolu herkes için olmadığı gibi, bir mükellefiyet de değildir; onu kendine mükellefiyet edinenlerin tarikat usûlleri ile gelen bilgiye nazaran İLM-İ LEDÜN ise, bir şube, bir özel… Bir içyüz ve bir zatîlik belirten bu tâbirin, “ilm-i hakikat” mânâsı, geçtiği yerlerin hepsine şâmildir… Hakîm: Hikmetle muttasıf, mevcudatın hakikatine vakıf.
 

SEBÂ MELİKESİ BELKIS’IN TAHTI

 
BELKIS’IN TAHTI… Kur’ân’da Süleyman Aleyhisselâm’la ilgili ve şahsı “O KADIN” diye anılan Sebâ Melikesi Belkıs’ın, memleketi Yemen’den Kudüs’e Süleyman Aleyhisselâm’ın bir mucizesi eseri gelmesi ile meşhur Tahtı etrafında serdedilen hikmetler, Süleyman Aleyhisselâm’da tecelli eden RAHMANÎ hikmet çerçevesinde ve O’nun MÜLK ve MÜLKİYET hususunda Allah’ın verdiği kudretle, ne kendisinden evvel ne de sonra hiçbir kimseye nasib olmayan bir şekilde, Doğu ve Batı’nın hâkimi oluşu; ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU hakkındaki yorumumuzun tedâisi olarak el atmış bulunuyoruz.

*

BELKIS: (Süleyman Aleyhisselâm zamanında, Yemen’de Sebâ şehrinde hüküm süren HİMYERÎLER’den bir Melike’dir. Bazı Yahudi kaynaklar Etiyopyalı bir Kraliçe, bazı araştırmacılar Kuzey Arabistan ve Hindistan asıllı kabul ederken, Evliya Çelebi’nin SEYEHATNÂME isimli eserinde onun için Süleyman Aleyhisselâm’ın 3000 civarında köşk yaptırdığını yazması ve bazılarının yerini bildirmesi, söylenti çeşitliliğinin sebebi hakkında bir fikir verebilir. Şahsı için, insan mı, cin mi tartışması da yapılan Belkıs’ın, babasının cin olduğunun söylenmesi, onun cinden doğma bir insan olduğunu, aksi olsaydı insandan doğma bir cin olabileceğini düşündürmüştür… Onu, annesi insan olduğu için insan kabul eden görüş, bize hemen ananın vasfı RAHMET hususunu hatırlatıyor. İlmin, amelle görünür olması, bu bakımdan onun bu halitada görünmesi meselesi bir yana, ilim (gizlinin) zuhurda görünmesi (annede), “Rahmetim gazabımı geçmiştir!” buyuran Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetinin, MÜLK âleminde de hâkimiyetine bir delil olmuş oluyor… Malûm: Allah’ın 99 güzel ismi var ve herbiri ile Zât’ı murad edilerek söylenir. Bunlar arasında RAHMAN ismi, bütün isimlerini kuşatıcıdır. RAHMANÎ hikmetin Süleyman Aleyhisselâm’da tecellisi, yer ve gökteki zerreden bütüne bütün mahlûkların onun emrine tâbi ve musahhar kılınmış olmasındandır. Musahhar: Fethedilmiş, ele geçirilmiş, teshir edilmiş… Onun HÜDHÜD kuşu ile, Güneş’e tapan Sebâ Melikesi Belkıs ile haberleşmesi bahsinde, Kur’ân’da, BELKIS’ın mektub hakkında “O Süleyman’dandır ve O Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla yazılmıştır” şeklinde belirtilmesi, BELKIS’ın imâna gelmiş olması yanında, Süleyman Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmeti de anlamış olduğunu açıklamaktadır… BELKIS’ın Himyerîler’den olması, bu kelimenin “perhiz, tıbben mahzurlu gıdalar almaktan beri, mânevî olarak da pak ve temiz” mânâsı ile birlikte düşünüldüğünde, “insanın bâtını cindir” sözünün mânâsı da açıklık kazanıyor. Cin, “gizli, örtülü, sır, can” mânâlarına geliyor; insan gibi mükellef irade sahibi mahlûk “cin” ayrı, bu ayrı… İnsan’ın bâtını’ndan kasıd bedenî ise, bu “maddenin lâtifleşmesi” cümlesinden olarak bedenimize mahsus bir heyûlâ gibidir; hâni maddenin aslının heyulâ olması, hayâlvârî olması… BELKIS’a cin mahlûkundan bir kadın olduğu izâfesi, belki bu mânâlar içinde iken, sonradan karıştırılmıştır. Üstadım’dan, bana ithaf edilen NOKTALAMA’lardan LÂTİF isimlisi: “Eşya lâtifleştikçe göze görünmez olur — Solucan kanat taksa yerde sürünmez olur!”… Hayâl’in “duyulaşmaya-eşyalaşmaya” meyli yanında, “eşyanın-duyulaşmanın” hayâlleşmeye meyli sözkonusu… BELKIS’ın şahsından başka, onun annesine nisbeti ve anlattığımız hususların onun için de vaki olması, neticede BELKIS’ın doğumuna ilişkin duruma da şâmildir: Hazret-i Meryem’in temizliği ve Hazret-i İsâ’nın olağandışı bir şekilde Allah’ın mucizesi doğumunu andıran… Bahsi geçen latiflik yanında, bunun ruhun ilgilendiği yere NASUT denmesi ve ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılması; malûm, Cebrail Aleyhisselâm, ALLAH’TAN RUHU ilka etmişti… BELKIS’ın babası cin; bir cinlik, erkek cihetinden HİMYERÎLİK çerçevesinde de olabilir. Yine: Eğer BELKIS’ın annesi cin ve babası insan olsaydı, insanın doğumunun tabiat âleminde-mekânda olması bakımından, onun da cin-görünmez olması gerekecekti… ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU: Ruhamî - yâni MERMER’den… Ruhama: Rahîm olanlar, esirgeyenler, bir şeyin vücuda gelmesi için yardımcılar. “Mer-Mer”: İki deniz, iki ilim, zâhir ve bâtın, evvel ve ahir… Allah’ın Rahman ve Rahîm, Sultan Süleyman Aleyhisselâm’ın bu isimlerle ilgisi çerçevesinde, galiba yorumumuzun alâkası göründü.): 202.
Birr: Temizlik. Takva. İNAM ve İHSAN etmek. Halkı sevketmek. Gönül, kalb. Tilki yavrusu. Fare-Seri hareket. Fransızca, Far-Işık: 202.
İn’ikas: Aksetme, tersine çevrilme. Işık veya sesin, bir şeye çarpıp aksetmesi. Ayna’da eşyanın temessülü, eseri: 202.

*

BELKIS’ın TAHT’ı… Allah’ın RAHMAN ismi, bütün varlıklara şâmil olarak, umumi rahmet… RAHÎM ismi ise, amel karşılığı olarak, hususî inâyet. Bu hususîlik lâfzında, her ne kadar bütün bağışlar Allah katından ise de, doğrudan doğruya bu Ledünnün kendine dair inâyetler var ki, Allah bunu kendi zatına vacib-zorunlu kılmıştır. EHADİYET hikmetini de görebiliriz. “Rahmeti kendi nefsine yazdı” âyeti buna delil gösterilmiştir… Allah’ın güzel isimlerinden birinin MÜMİN olması, bunun O’nun yönünden “emin kılıcı”, insan yönünden ise “emin olunan ve inanan” mânâsı, Allah’ın doğrudan kendi katında-Ledünnündeki bilgiye kulunu ortak etmesine güzel bir misâl. Başta Peygamberler. “Ortak etme” tâbirinin yanlış anlaşılmaması için hatırlatma: “Ben kulumu kendi marifetime ulaşması için yarattım!”, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin buyurduğu üzere, “her ilim bir marifettir, her marifet ise bir ilim”… BELKIS’ın Tahtı’nın Yemen’den Kudüs’e getirilmesi hâdisesi Kur’ân’da anlatılmaktadır: Sebâ Melikesi’nin, Güneş’e tapan bir kavimden olması, hakka davet edilmesi, onun elçilerle Süleyman Aleyhisselâm’a kıymetli hediyeler göndererek hakkında haber beklemesi, O’nun ins ve cinden başlayarak bütün varlıkları teshirine almış bir Peygamber olması dolayısıyla yalnız hükümdarlık edenlere mahsus bir davranışa muhatab olamayacağını göstermek üzere onlara “hediyelerine güvenmemeleri” ihtarında bulunması, tehdidi… Nihayet, gücünü isbat niyetiyle, BELKIS’ın Tahtı’nın, olağandışı yoldan nakli mevzuu:
— Ey heyet, kendileri teslim olarak bana gelmeden önce O KADIN’ın Tahtı’nı bana kim getirir?
— Cinlerden bir ifrit, “ben onu sana, sen yerinden kalkmadan önce getiririm ve şübhesiz buna gücü yeten güvenilir biriyim!”
— Yanında KİTAB’tan bir ilim bulunan zât ise, “Ben onu sana gözünü kırpmadan önce getiririm” derken, (Süleyman Aleyhisselâm) o tahtı yanında duruyor görünce, “Bu, Rabbim’in lütfundandır, beni imtihan için ki, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü. Her kim şükrederse, sırf kendi iyiliğine, her kim de nankörlük ederse kendine, hiç şübhe yok ki Rabbim çok GANİ’dir çok VAHHAB’tır-cömerttir!”
— “O kadın için Tahtı’nı başkalaştırın, bakalım tanıyacak mı, yoksa tanımayanlardan mı olacak?”
— Geldiğinde, “Böyle mi senin TAHT’ın?” denildi… (Kadın), “Sanki o; bununla birlikte bize, ondan önce ilim verildi ve Müslüman olduk!” dedi.
— Daha önce taptığı şeyler ona mani olmuştu, çünkü inançsız bir topluluktan idi.
NEML Sûresi’ndeki bu âyetlerin aktarılmasından sonra, geçelim hikmetlere: Süleyman Aleyhisselâm’a himmet eden zâtın, veziri ASAF olduğu söylenir. Ardından, onun bu işte bir dahli olmadığı. Burada bir çelişki yok, tıpkı bir orduda izcinin rolünün, Hükümdar’ın kudretine âit olması gibi. Tıpkı dileyişteki şiddetin, pek basit bir sebebe-vasıtaya dayanarak zuhura gelebileceği gibi. Vesile. Allah aşkıyla yanıp tutuşan bir insanın, dön dolaş her yerden himmet istemesi, nihayet çölde gariban bir deveciye rastlaması, ondan da derdine deva olsun diye Allah’a dua etmesindeki ısrarı, nihayet adamın kendinde böyle bir hâl olmadığını anlatamaması ve o düşkünlük içinde “Yarabbi, bu adamın dileği neyse onu ona ver!” diye ellerini açması, başından savulsun diye baktığı adamın, o ânda muradına ermesi; duanın, kabul ânına denk gelmesindeki hikmet. İsteyene nisbetle, en püften bir bahanede bile tecelli. Süleyman Aleyhisselâm’a himmet eden zât ile Süleyman Aleyhisselâm’ın kudreti ve iradesi meselesinde, meramımıza misâl herhâlde anlaşıldı… Mekândaki hareket, ne kadar hızlı olursa olsun, neticede zamanîdir; BELKIS’ın tahtının Vezir Asaf tarafından getirilmesindeki sır, bunun zaman birliğinde mi olduğu, yoksa Allah’ın Ledünündeki HALKETME sırrına muttali olmakla mı ilgili bulunduğudur. Bu cümleden olarak: İnsan nevi içinde tasarruf sırlarını ve eşyanın hassasını bilen kimsenin, Cin taifesi arasındaki bilginlerden daha üstün olduğu zaman ölçüsüyle malûmdur. insanın idrakı daha üstün ve bu üstünlük, cinin mekândaki hız üstünlüğüne de üstün geliyor. Bir göz açıp kapama kadar zaman içinde alınan mesafe bile, gözün ânında görünene vasıl olması - bu ayniyet, varlık olmadan bilgisi olmayacağı hususu dikkate alındığında varlıkla bilginin aynı olduğu neticesini doğurur ki, en uzak bir yıldıza bile ânında eriş mânâsına gelen bu hız, göz açıp kapama müddetinden daha az olmakla, Asaf’ın cine üstünlüğünü gösteriyor. Zamandaki bu birlik, bir ânda Belkıs’ın Tahtı’nın Süleyman Aleyhisselâm’ın yanında bulunmasına sebebtir. Bahsedilen şey, tahayyülün cisimlenmesi değil, bugün “ışınlanma” hayâline mevzu olan “olabilir”in, bunu gerçekleştirici ilmidir: Yâni Taht, Belkıs’ın gerçek tahtı olarak Süleyman Aleyhisselâm’ın yanında… Zaman, bir varlık - bir yokluk temposunda mekânda tecelli ederken, eşya görünüyor; buradaki süratten dolayı da hep var görünüyor. Eşyanın bu hep var yüzüne âit, mekâna âit hız ve hareket ölçülerine mukabil, bir de bu “varlık-yokluk” temposunda, eşyanın her ân “idam edilişi-kaldırılması”, her ân yeniden “ihya edilmesi-yaratılması” durumu var ki, Allah’a âit vasıflarla gerçekleşen asıl hakikat budur. BELKIS’ın TAHTI’nın getirilmesinde, topyekün eşya ve hâdisenin-varlığın teshiri kudretindeki Süleyman Aleyhisselâm’ın memuriyetine nazaran uygun olan izâh, “Allah’ın üflemesiyle vücut bulan varlık âlemi”, bir var ve bir yok oluşta iken - yâni hep yeniden yaratılırken, bu “kudret ve iradeye-nefese” O’nun da birlik olmasıdır. Böyle bir durumda MUCİZE, dilediğini dilediği gibi işleyen hadsiz KUDRET’in eseri olarak, sadece hayrete mevzudur, akılla anlaşılabilir değildir. Sezmek, bu çerçevede hikmet devşirebilmek.
 

BELKIS’IN TAHTI - GÖZÜMÜN KISMETİ…

 
Zamanda birlik - hâni hareketteki hızlılığın, bir göz açıp kapama müddeti kadar kısa zamanda mesafenin katedilmesi tahayyülü… Bir cismin, çok uzun mesafelerden nakli hususunda, televizyondan radyoya ve telefona kadar, pek çok misâl temin edilebilir. Cisimden kasıd, taş topraktan, mücerret bir suret ve tahayyüle, ne kadar geniş bir sirayet alanı varsa - meselâ konuşma… Kelime klişesi dediğimiz keyfiyete kondurulmuş mânâ iken, sesli olarak gerçekleşendir; ses haydi haydi cisim olduğuna göre, konuşma bir mamul madde… İşin şakası bir yana, TELEGRAM, bir araçla nakli kolay anlaşılan cisimlere mukabil, muhatab olunan kişide –bende– cihaz bulunmaması yönünden, yukarıda geçen bahse daha kolay intibak edici oluyor: Telefon konuşması gibi karşılıklı konuşma olurken, onların tarafında cihaz, benim tarafımda ise kendim araç-beynim… Beynimde olanı ânında alması ise, seri seyire daha da harika misâl… Birkaç gün önce, NYMPHALAR ile, onların edebsizlikleri ve benim küfretmelerim, çekişiyorduk. Hedef yok, hâlimi anlayın. Ben tam kitabları koymam gereken yere koyuyordum ki, birden böğürlerimin sırta dönük kısmından kramp gibi kavrandım ve kalçalarıma kadar sirayet eden bir acı; herhâlde(!) küfretmeme kızdılar. Bir-iki gün belim yüzünden epey tatsızdım. Kanal’dan bana seslenilmiş, çıktım: Arka koridora kalan arkadaşlar, “Zülkarneyn” isimli bir kitab yollamışlar, bakıp bakmadığımı soruyorlar. Kitab geçen hafta gelmişti. İSKENDER TÖRE’ye âit. Kitabın arkasına koyduğum zarfın sayfası, elime yeni alışta, gözüm Süleyman Aleyhisselâm’la Belkıs arasında cereyan eden üç-beş satıra çarptı. Tedâî; yâni fikirler şirketi, yâni bir kelime olsun, hemen alâkalı olduklarına sirayet, bende müthiştir… Öyle oldu ve ânında BELKIS’ın Tahtı’nın getirilişi mevzuu, bende ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU bahsinin içinde bulundu. Her ânın, o âna mahsus bir getirdiği var; ne önce olur ne sonra, o ânda verilecek olan. Bu yüzden denmiştir ki, “Derviş sözü naziktir, anîdir; o ânın hükmü hemen tesbit edilmezse, sonraya bırakılan yâ başka olur, yâ unutulur!”; ilhâmlar, bu soydan varidatlar, bu değerde kulak ve gözün değdikleri… Her ne kadar kitaba el atıp atmamamda NYMPHALAR’ın rolü yoksa da, bel ağrımın beni bitkin ve yorgun kılmadaki katkısından sonra BELKIS’ın TAHTI buluşum, kısmetimin verdiği keyif, bana onlara karşı bir zafer duygusu verdi; başka bir tuhaflık, rakibin güzel bir hareketi karşısında, onu takdir zevki gibi bir zevki onlar da duyuyorlar. Anladıkça… Geçelim: Âyet’te, Süleyman Aleyhisselâm’ın, Sebâ Melikesi Belkıs hakkında, “TAHTI biraz başkalaştırın bakalım, tanıyabilecek mi?” demesi meselesi… Bir eşyayı, eskide de tanımamız gibi, değişiklikleri içinde de tanıyabiliyoruz. Bu, benim hem doğumumdan beri aynı ben olmam, hem de her ân değişmem dolayısıyla aynı olmamam hakikati ve mantığının, eşya üzerinden uyarılması, sınanmasıdır. Kendime tatbik ettiğim zaman, yokluk varlığın aynı hâlinde görünse de, bedenimin her ân değişmesi karşısında, bu kesik kesik ve başkalaşan bedenime mukabil, onu duyu idrakı ve idrak olarak bir tutan hakikatin, kesintisiz ruhî oluş, yâni ruhum olduğu bir bedahet… Süleyman Aleyhisselâm’ın çevresindekilere verdiği emir, herhâlde bildik soydan alelâde bir TAHT için söylenmiş değildi. BELKIS’ın ilmini ve idrakını anlamak babında böyle bir sınama, son derece mânâsız görünür… “Yandı SIRÇA saray, İlâhî yapı, — Binbir avizeyle uçsuz maddede!”… Yevmiye’de, “maddede Allah’ın azametini görüyorum, bunun haşyeti; yoksa umacı korkusu değil ki benimki!” dediği hâlin, ÇİLE isimli şiirindeki mısraları… Hazret-i Ali’nin, alelâde bir hırsızlığa davetiye sanılan sözü: “Hakikati öğren, sonra söyleyeni de öğrenirsin!”… İster “parça bütünün habercisidir!” hikmetiyle alâkasını düşün, ister “kudret ve irade, sahibinindir!” hikmetiyle, kudret ve iradesinden sahibini tanı misâli… Demek ki, eşyanın bâtınında, maddenin aslında, sanki günlük hayat görüşüyle KUVANTUM seviyesinde görülen ve düşünülen “atomaltı parçacıklar” dünyası arasındaki fark, asıl olan HEYÛLÂ’dır… Hayâlin, cisimsiliği. Ortaya çıkışında varlıkla ziynetlenen, buna mukabil her ân “Allah’ın vechine karşı helâk hâlinde olan” bir heyetteki, Allah’ın kudret ve azametine delil bir hakikatle yüzyüze olmak-idrak. Nitekim, Sebâ Melikesi’ne TAHTIN gösterilmesinden ve onun “bundan önce bize ilim verildi, Müslüman olduk” demesinin arkasından gelen âyet, mânâlandırmamızı doğruluyor… “İmân: İlim”; bunu da işaret ettikten sonra, o âyet: O’na “buyur köşke” dediler. Bunu görünce derin bir su sandı ve ıslanmasın diye eteğini kaldırdı. Süleyman, “bu SIRÇADAN yapılma MÜCELLÂ bir köşktür” dedi. BELKIS, “Ey Rabbim! Ben hakikaten kendime zulmetmişim. Şimdi Süleyman’la birlikte âlemlerin Rabbı Allah’a teslim oldum!” dedi… NOT: Sırça, “sır”, aynı yazılışla ve kendine mecaz olduğu “sır-İlâhî hikmet” mânâsıyla birlikte düşünülür ve hak, yâni “toprak” eşyaya parlaklık verici şeffaf bir örtü oluşu gözönünde tutulduğunda, bu madde etrafında, ne kadar güzel hayâller kurulabileceği açık… Mücellâ, “parlak” demek… Cama sürülünce onu aynalaştıran SIRÇA, bu ayna hayâlini “aksettirme” rolüyle yanında tutsun, “Sırçadan yapılma mücellâ bir köşk”: Yandı sırça saray, İlâhî yapı…” hayâliyle birlikte, tefsire dönüşüyor… ÇİLE’den: “Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik, — Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur — İçiçe mimarî, içiçe benlik, — Bildim seni ey Rab, bilinmez meşhur!”… BELKIS, sırçadan yapılma mücellâ köşke girdiğinde, zemini öylesine canlı bir su zannediyor ki, bir ân ıslanmasın diye eteğini kaldırıyor; Allah, İLİM sıfatıyla herşeyi ihata eder, bu sıfat HAYAT sıfatının gerisinden gelmekle onun sıfatıdır, KUDRET ve İRADE sıfatıyla birlikte… Ve HAYAT, suya sirayet etmiştir; herşeyin yaratıldığı suya… BELKIS’ın Süleyman Aleyhisselâm’la beraber girdiği Köşk’ün, mucizevî bir şey olduğu, tahayyülümüze mevzu; nitekim o, Allah’a teslimiyetini ifâde ediyor.
 

EKLENMESİ GEREKENLER

 
BELKIS’ın Tahtı… Kadın veya erkekte nefs, ister ruh keyfiyetinden bedene tevdi edilmiş bir lâtife, ister ruhun mukabil kutbu, ister bedenle ruh arasında bir BERZAH diye alınsın, neticede RUH’un karşısında bir DİŞİ mânâdır; müessirin karşısında, onun münfail sıfatla göründüğü… İçine işlemiş, işletici sıfatla… KADIN ve ERKEK, cins olarak değil de, nefs ve ruh mânâsında kullanılıyor; buna dikkat… AHİL: Erkeği olmayan kadın: Fevkinde hiç kimse olmayan yüksek PADİŞAH… Ahillâ: Sadık ve samimi dostlar. Haliller… Erkeği olmayan kadın: Allah’ın mutlak müessir olmasına, buna mukabil ebediyen O olmama mânâsında, O’nunla bir olmama, hiçbir nisbet, kıyas ölçüsüne girmeme, tecellisi olunduğu lâfzın bile söylenememesi, neticede herşeyin O’nun “Zât’ının, Sıfatlarının, Fiillerinin” gölgesinin aksettiği bir varlık mahiyetinde oluşu, O dendiği ânda, O’ndan başka hiçbir varlıktan bahsedilemeyeceği hakikati, bütün bunlar, Allah’ın nefste dişi olarak görünüşü - bu kasdın da nefsin ölçü alınışında O’nun idrak edilemez, ancak “zann” edilebilir tenzih idrakini gösterişi anlaşılır… Hadîs’te buyuruluyor: “Ben, kulumun zannı içindeyim!”… Ne ki O zannedilir, o hiçbir tahdide girmez olarak, hep ötenin ötesindedir; dolayısıyla, MÜESSİR ve ESER ilgisi bâki, sözkonusu ALLAH oldu mu, kul karşısında O, erkek ve dişilikle vasıflanamaz. Bundan dolayıdır ki, topyekün varlığın sebebi olan Allah Sevgilisi’ne, VARLIĞIN BABASI sıfatı izafe edilebilirken, Allah için kullanıldı mı küfür olur… AHİL: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek Padişah… Üzerinde durduğumuz meseleler çerçevesinde, Mutlak mânâsıyla başta Allah Sevgilisi; ki kul plânında MUTLAK HAKÎM O – Varlığın hakikatine vakıf ve hikmetle muttasıf olan… KADIN suretinde idrak edilen ve “fevkinde kimse olmayan yüksek padişah”ın ne olduğu anlaşıldı sanırım.

*

Allah’ın RAHMAN isminde rahmetin bütün varlıklara şâmil umumî rahmet, RAHÎM isminde ise, Rahmet’in hususî bir inayet mânâsı… Daha önce bahsi geçti. Kamer Sûresi’nin sonunda: “Şübhe yok ki muttakiler Cennetlerde nur içinde - sadakat meclisinde ve kudretine sınır olmayan bir Padişahlar Padişahı’nın yüce huzurunda”… Padişahlar Padişahı: ALLAH… RAHMAN Sûresi’ne, “Arûs-ül Kur’ân”, yâni “Kur’ân’ın Gelini” denmesi, Kamer Sûresi’nin sonundaki âyetlerin belirttiği ihsanların,  Allah’ın RAHMET sıfatlarından çıkan nimetlerin sayılması mahiyetinde bir hatırlatma ve şükre davet ihtarında olmasından. Bizim dikkati çekmek istediğimiz husus, yukarıda anlatılanlar ışığında rahmetin varlıktan tasvir edilişi meselesi. Allah, hangi ismi ile anılırsa anılsın, “Allah” tuğra ismi de dahil, Zâtı murad edilendir. Rahman ve Rahîm, hep ötelerin ötesinde olmakla, hudutsuz bir zengin… DİŞİLİK, doğuran, arttıran bir mahâl, bir vasıf… “Kur’ân’ın Gelini” diye vasıflandırılan RAHMAN SÛRESİ’nin, 19.-20. âyetlerini, bütün bu ilgiler içinde ve “Abdülhakîm Koltuğu” yorumu çerçevesinde hatırlıyoruz… KADIN: 154: Mehdî Muhammed… Meseleye öküz gibi bakanlar, kendi hâllerinin ifşâsındadırlar.

*

BELKIS’ın TAHT’ı: 202+1400= 1602.
Amene’r Resûlü’de: (Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez.): 602.
Sakb: Delme, delinme. Bir taraftan diğer tarafa açık olan delik. Farz. (Allah, kendi nefsine vacib-zorunlu kıldığı RAHÎM inayetini, kuluna âmeli karşılığında ezelden takdir edilmiş olarak verdi. “Velilik bir mecburiyettir” memuriyetinde olanlara.) Sütü çok olan deve. (İlmi çok olan güzel.) Çok kırmızı, koyu kırmızı. (Feraset, anlayış… İngilizce bir kelime: RED-Kırmızı… İspanyolca bir kelime: RED-Balık ağı… İSLÂM’A MUHATAB ANLAYIŞ: Eşya ve hâdise üzerine atılan ağ!): 602.
Retec: Büyük kapı. (Hazret-i Ali, “ilim beldesinin kapısı” vasfında… Üstadım’ın 33 Veli isimli Hacegân silsilesinin en büyüklerini ihtiva eden eseri, ilk basılışında BÜYÜK KAPI adıyla neşredilmişti.): 602.
İsnan: İki. (Kur’ân alfabesinin ikinci harfi olan BE’nin, ebced değeri de 2… Da’va cetvelinde Allah’ın BAKÎ ismine tevafuk ediyor… Ahmed Abdülbâkî: Üstadım.): 602.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: (Seyyid Abdülhakîm Arvasî - Necib Fazıl Kısakürek: 1983: İzzet Erdiş.): 602.
İftisal: Sütten kesilme, anadan ayrılma. Fidanı çıkarıp başka yere dikme: 602.
İki Resim: Büyük Doğu-İBDA: 301+301= 602.

*

Süleyman: 191.
Minzar: Ayna. Gözlük: 1191.
Menkab: Dağ arasında olan yol. Delik açılacak yer. Güzel hareket ve fiil: 192= 1191.
Ufkî: Ufka dair, ufka âit: 191.
Müngamis: Suya batmış: 1190= 191.
Füyuk: Uzun boyunlu bir su kuşu: (Su kuşu, “zâhir ve bâtın”a sembol.): 191.
Menazir: Manzaralar: 1191.
Feynan: Güzel ve uzun saçlı kişi. (Resl: Uzun saç… Afî: Affedilmiş. Affeden. Uzun saçlı.): 191.
Nekam: İntikam. (Muntakîm: Allah’ın 99 güzel isminden biri: İntikam alan.): 191.
Zafîr: Zafer bulan: 1190= 191.


Baran Dergisi 232. Sayı