23 Nisan 1983… Üstadım, bana yüklediği borcun takdiri çerçevesinde, bu memlekette bir fikir adamının yaşamasının zorluğundan bahsederken, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin torununun oğlu Profesör Hikmet Üçışık ile ilgili olarak şunu söylüyor: Efendi Hazretlerinin torununu, Hikmet’i biliyorsun… Teknik Üniversite’de Profesör… O çok gençtir; 35-36 yaşında… İlmi iyidir… Geçen gün bana, “Efendim artık herşeyden iğreniyorum; bırakıp AMERİKA’ya gideceğim!” dedi… Ne hâle geldi şu memleket!

*

Hikmet Bey, Üstadım’ı ziyarete gidişimde zaman zaman rastlaştığım bir insandı… Son derece sade ve mütevazi, ama bu vasıfları abartı, savunma ve kendisinden beklenebilecek olan sıkılganlıkla taşımayan, o sadeliği içinde terbiyesi, tahmin ediyorum başka yerlerde de karşısındakini terbiye sınırında tutabilecek, kendisi biliyor mu veya hissetti mi bilmem, çok sevdiğim bir insandı. Üstadım’ın yanında, genellikle o konuşurken, biz dinlerdik; bu yüzden Hikmet Bey’in ufak tefek sorulara cevabı dışında, konuştuğunu duymadım. Zaten onun uğraması ile gitmesi arasındaki zamanda pek kısa olurdu… Bir seferinde –ki, Üstadım’ın son zamanları idi–, onun genel sözlerine katılma mahiyetinde, “Efendim, Amerika’da da kitabınızı gördüm!” dedi. Bana döndü, “Üniversite Kütübhânesi’nde İdeolocya Örgüsü vardı!”… Doğrusu ya; İdeolocya Örgüsü’nün Amerika’da bir Kütübhâne’de bulunması, benim oldum olası DÜNYA ÇAPINDA FETİH hayâlim yanında onun çok mühimmiş gibi aktarması, bana pek tad vermedi. Hikmet Bey’den bana kalan diğer hatıra, en az 10 sene hep merak ettiğim bir husustu: Üstadım’ın yanında sadece ben varım, herhâlde 1983’ün Mart veya Nisan ayı idi. Üstadım’ın şimdi rahmetli olan oğlu Ömer, oda kapısını vurarak Hikmet Bey’in geldiğini bildirdi. İçeri giren Hikmet Bey, selâm verdikten sonra benle gözgözeden kaçan ve bana hileli imiş gibi gelen bir ses ve telaşla, “Efendim, geçerken bir uğrayayım dedim!”… Üstadım, ona hususi sevgisini hep göstermiştir. Oturaklı bir şahsiyeti olan, yine Efendi Hazretleri’nin diğer oğlundan torunu Taha Üçışık Bey’e de. (Onu fizik olarak Efendi Hazretlerini andırır bulurdu.) Açıkça ifâde edeyim: Üstadım, “Büyük Doğu mecmuasının çıkıp çıkmaması” ile ilgili konuşmamızla alâkalı imiş gibi, ona bakarken bana, “Hikmet’in istihareleri çok güzeldir, bize bir istihare lütfederse!” dedi. Hikmet Bey, “tabi’ Efendim!” diye benim yüzüme kaçamak bir bakış attı ve bir-iki dakika sonra “acele” olan bir işi dolayısıyla ayrıldı… Hep söylemişimdir: Mevzu, mecmua falan değil, doğrudan benimle ilgiliydi. Reçete günlerimin Tarîk mevzuu ile ilgili hususların ortamında, o günlerde geçen.

*

Profesör Hikmet Üçışık: 1601.
İsti’lâm: Yazı ile bilgi isteme. Bilgi edinmek için alt makama sorulma: 601.
Massetmek: Emmek. Emerek içmek. (Levha: 18 Aralık 1985… Karşımda güleryüzlü bir şekilde büyücü UFUK… Yatmaya hazırlanıyor; murakabe yapacakmış… Cezbolmayla ilgili… Benim ayağımda siyah pantolon var; onun paçasını sıyırıyorum ve ayağıma pabuç giyiyorum… Abdülhakîm Arvasî Hazretlerini kastederek, “yüzünü gördün mü?” diye soruyor… “Evet!” diyorum… Gıpta ve sevgiyle, “sen emilecek adamsın!” diyor.): 601.
Miskat: Su kovası. (Levha: 3 Mayıs 1985… Üstadım’ın yanında, rahmetli Muhib Işıklar… Üstadım’ın dizine dokunarak, “nuru kalbinden kovayla çek!” diyor.): 601.
Kurakır: Güzel sesli kimse. (Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri, güzel sesli Üstadım’ın kendine yakın bulduğu Muhib Efendi’ye, uzun hava söyletirmiş.): 601.
Mesanî: Çift. Bir şeyin tekrarı: 601.
İ’tilak: Birinin muhabbetine tutulma: 601.
Eşkar: Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at. Gök gözlü ve sarı tenli olan kimse: 601.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 602= 1601.

*

Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 602.
Amene’r Resûlü’de, “Allah hiçbir nefse takatinden fazlasını yüklemez”: 602.
İşrak: Kalbe mânâların doğması. Güneşlik yere dahil olmak: 602.
Sakb: Delme, delinme. Bir taraftan diğer tarafa açık olan delik. Sütü çok olan deve-İLİM. Çok kırmızı-feraset. (Abdülhakîm Koltuğunu hatırlayınız.): 602.
Teber: Balta. (Tabir: Yorma. Rüyâ yorma): 602
 

ÖZETLE…

 
Rahman Sûresi, 19-20. Ayetler: 3166.
İstihare - Musahhar: (Müstekşif: Keşfetmeye çalışan: 900: 1899: Musahhar-Teshir edilmiş. Fethedilmiş: Münharit-Bir yola sülûk eden.): 3166.
Derviş - Hayyâle. (Fikir sahibleri.): (Derviş: 520: Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: Şehriyye-Pîr: Tef’il-Tefe’ül etmek. İstihare yapmak: Letafet: Afşelil-Sırtlan… Kasah-Sırtlan, arslan: 169: Rahman Sûresi, 19-20. âyetler: Kusto: Te’lif-Eser yazmak.): 1166.
Hayâl - Heme Ez Ost. (Herşey O’ndandır, Allah’tandır.): (Heme ez ost-Tasavvufta Vahdet-i Şühud görüşü: 525: Tefehhüm-Farkına varmak, idrak etmek, farkındalık: Müfacat-Ansızın olmak.): 641+525= 1166.
Ehadis. (Hadîsler)-Mir’at. (Ayna): 1165= 166.
Ehadis - Musakkab: (Delinmiş, oyulmuş: Musakkab: 642: Musakkıb-Delen, delici, terkib eden… Farz: İcrası mecburi olan Dini hüküm. Bir kimseyi bir vazifeye tayin. Delmek, gedik açmak… Abdülhakîm koltuğunu hatırlayınız… Ayrıca KUST otuna dair bir hadîsi de!): 2524+642= 3166.
Muavvezetan. (Felak ve Nas Sureleri.)-Takarrür. (Kararı verilmek. Yerleşmek.): 2167= 3166.
Aksiyon - Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1165= 166.
Amerika - Şah-ı Nakşîbend: 1165= 166.
Tarih - “İfrat Hâlde Tecrit”: (Üstadım’ın 1983 Ramazan ayında bir gazete de tefrika edilmek üzere bana hazırlattığı İSTİKBÂL İSLÂMINDIR isimli eserim ve Üstadım’ın kastettiği o mânâ hâlinde Adem Aleyhisselâm’dan başlayarak, bütün bir İslâm Tarihi niyetine “Halkın bâtını Hak” şeklinde ele alınmış ESATİR VE MİTOLOJİ isimli eserim hatırlanmalı.): 1211+1955= 3166.
Salih Mirzabeyoğlu - Halife: (Levha: Kasım 1983… Üstadım’ın öfkeli ve haykıran sesi, hem azarlıyor ve hem de teskin ve teselli ediyor… “HALİFE görünecek!”… İşte cevab!): 451+715= 1166.
Salih Mirzabeyoğlu - Şehriyar. (HÜKÜMDAR): (Levha: 31 Temmuz 1992… “Salih Mirzabeyoğlu Hükümdardır!” diye bir yazı okuyorum… Yazının altında da, NECİB FAZIL diye imzası. Sevilay Şadoğlu.): 451+1715= 2166.
Salih Mirzabeyoğlu - Erdşîr: Hükümdar. (Erd-şîr: Kahırlı, öfkeli, hiddetli arslan): 1166.
 

HATIRA VESİLESİYLE

 
1999 yılı NİSAN ayı… İstanbul DGM’de başlayan Salih Mirzabeyoğlu ve arkadaşlarının yargılandığı davanın ilk duruşmasını müteakib bir grub arkadaşla tutuklanarak Bayram Paşa kapalı Cezaevi’ne konulduk… Kaldığımız kısımda Mehmed Sümbül ve Muzaffer Dağdeviren gibi geçmişte ÜLKÜCÜ hareket davasından yargılanıp sonrasında onlardan kopan kişiler de vardı… Kaldığımız kısımda tutuklu bulunan Zayniddin Abdurrasuloviç ile Mehmed Sümbül vesilesiyle tanıştık ve ÖZBEKİSTAN’a iade edilinceye kadar aynı koğuşu paylaştık. Yiğit ve temiz bir Müslüman olan Zayniddin Abdurrasuloviç (Mansur Gencebay), özellikle Salih Mirzabeyoğlu ile çok ilgiliydi… Sebebini sorduğumuzda, şunları anlatmıştı: Bir dönem yakınında bulunduğum Usame bin Ladin, Türkiye ile çok alâkadardı. Türkiye’deki Müslümanlar ve Önderleri ile ilgili olarak, gelen kişilere isimler vererek suâl sorar, bilgi edinmeye ve tanımaya çalışırdı. Sorduğu isimler arasında Salih Mirzabeyoğlu dikkatimizi çekmişti. Tuhaf bir şekilde, her gelen, onun fikir ve itikadı hakkında menfi konuşur, o ise niçin böyle söylediklerini anlamaya çalışırdı. Kendisini ziyarete gelen, şimdi bir sivil toplum kuruluşunun başındaki isim B. Y. (ki o zaman da benzer bir görevdeydi diye hatırlıyorum), kendisine Salih Mirzabeyoğlu ve İBDA bağlıları sorulunca “Ehli Sünnet bağlısı, dürüst ve yiğit Müslümanlar olarak tanırım!” deyip bildiklerini anlatınca, Usame, “Allah’a şükür, bu kadar kişi aleyhlerinde söylemelerine rağmen, öyle olmadıklarını hissediyordum; onlar bizim sahici kardeşlerimizdir, duacılarıyız!” şeklinde anlatmıştı… (Bu vesile ile: Rus yetkililere teslim etmemek için direndiğimiz ve 3. günün sonunda “Ümmetin size ihtiyacı var!” deyip teslim olmayı kabul eden MANSUR kardeşime ve USAME BİN LADİN’e Allah’tan rahmet diliyorum. — 226. sayı BARAN Dergisi’nden U. Ş.)

*

RAHMAN Sûresi, 19.-20. Âyetler: (Meâl: ….. İki denizi salmış birbirlerine kavuşuyorlar - (ama) aralarında birleşmelerine engel bir BERZAH vardır… Not: İki şeyin kavuşmaları, yâni karşı karşıya gelmesi, halef’in “muhalefet-zıtlık” mânâsı yanında, “yerine geçen, kaim olan” gibi mânâlarını ihtiva eder; bunun yanında “zıdların birliği”, birbirlerinin aynı anlamında BİR-LEŞME’yi, yahud BİR olmayı da… “Bir şeyin diğerine sirayet ve nüfuzu, sirayet ve nüfuz eden şeyin, sirayet ve nüfuz edilen şeyle PERDELENMESİ’dir”; iki yüzlü BERZAH, Rahman Sûresi 19.-20. âyetlerinde geçen SIR.): 3166.
NOKTA: Sır. Sıfır. Şifre. (İlm-i Ledün: 224: Cipher-Şifre… Lisân, ruhun kökünden gelir ve mânâ farklı kelâm klişelerinde-suretlerinde görünür; lisan, şeklin hem fikir ve mânâ, hem suret cihetlerini birlikte ihtiva ediyor. RAKAM, sayı işaretleri olma yanında, “kitabet, yazma” demektir; ve sayılar, Allah’ın varlıktaki sırlarından biridir. Varlık, vücud ve mevcud olarak, “ihtimâl” kaydı ve yokluk bahsi de içinde, herşeyi kapsar; iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin değerlerinden, küll-bütün, cüz-parça, tek ve çok, nev’ ve cins, istikamet ve saçmaya kadar, kemmiyet ve keyfiyet ifâde eder herşeyi… Yevmiye: “Sayının, kemmiyet mânâsı yanında, keyfiyet mânâsı da var. Meselâ BİR (1), keyfiyettir de!”… Kemmiyet yönüyle sayının yalın veya hesab biçimleri içinde ilimlerdeki ifâdesi malûm. Kemmiyet veya keyfiyet ifâde eder her varlık ve teşekkülünün, bir kâinat nüshası olan Lûgat’ta kelimeler hâlinde bulunuşu, harflerin bir sayı değeri ifâde etmesi bakımından o taayyünle bilinmesi, aynı sayı müşterekliğindeki kelimelerin kavuşması; EBCED budur… Abuk-subukluktan, en mahrem maktalarına kadar varlığın bulunduğu BERZAH; marifet o ki, yalan ve yanlışın da bu mahiyeti ile bir hakikati olduğuna dikkatle, bunun hakikate nisbeti meselesi hariç, HAKİKATLERİN HAKİKATİ’ne adım atmaya vesile bir mânâ doğsun; her mevzu ve meselenin, kendine mahsus “esas, usul ve gaye” ile ele alınabilmesine riayetle, ölçü ŞERİAT… Sanıyorum “şifre” kelimesini İngilizce yazılışı ile “İlm-i Ledün”e tevafuk ve bunu da hakikate muvafık bulma sebebim yanında, son tecridde NOKTA mânâ ve sırrının, BERZAH mânâ ve sırrı ile ayniyetini de işaretlemiş oluyorum; Allah’ın varlıktaki sırlarından biri olan SAYI, bunun ilimlerinden EBCED usulü ile.): 169= 3166.
KUR’ÂN - Hatıra: (Hatıra, geçmişin şimdide hayâle getirilmesi, hafızadaki suretlerin canlandırılmasıdır. “Bilinen ve bulunan aranır!” diyoruz. Bu çelişkili ifâde, bildiğimiz ve bulduğumuz her şeyin, bizde-ruhumuzda, gerçekleşmeden önce “imkân” olma özelliğiyle var olduğunu gösteriyor. Kader-Mukadder ilgisi. Allah’tan geldik, Allah’a dönüyoruz: Varlık maceramız… “Şeriat, zâhiri akıldır-ruhtur, tarikat ise bâtınî Şeriat”; bâtın içinde bir şube hâlinde, bir de vicdanın müessir olduğu, Şeriat gibi umuma, tarikat gibi onun gizli sırlarına ve keşfe muttali liyakatlere âit olmayan, Allah Sevgilisi’nin “Sizinle Allah arasında ne işlendiğini, o bildirmedikçe ben bilemem!” buyurduğu, İCADA mevzu ilhâmlar var. Davette inanmayanı mesul etmez bu işler, “zatî, indî” mahiyettedir. Allah’ın nasranîlerde “ruhaniyeti” icadı, bu kabildendir; âyetle sabittir… “Allah indinde din İslâmdır” âyetinde işaret buyurulan bu husus da, Allah indinde makbul bu türlü insan âmeli kurmalardır; Allah’ın VAHHAB ismi ihsanından doğan. Neticede, Şeriat ve tarikat dışı mânâsı, onlara aykırı olması cümlesinden değildir; tam tersine… Ne yeni bir içtihad yolu, ne de bir tarikat usûlü olan BÜYÜK DOĞU-İBDA fikir külliyatı, İlm-i Ledün mânâsından bir ilhâmla, ölçü ve ölçülendirmelerini onlardan ilhâmla almış bir mahiyet belirtir; “İslâm’ı bütün asliyetiyle eşya ve hâdiselere nakşetme” davası, İslâm tarihi boyunca görülmemiş bir benzersizlikle, çağımız insan ve toplum meselelerinin halli şeklinde ve halli için… Hatıra bahsini çeşitli yönlerden ve biraz mevzuunun çerçevesini de taşırarak anlattıktan sonra, geldik topyekün varlık ve var olacakların kendisine nisbetle gerçekleştiği Kitab-Kur’an ve o kendi nefsi Allah Sevgilisi’ne, merkezi noktaya: İNSAN, nisyan kelimesinden gelir, yâni unutmak. Unutmak, saklamanın başka bir çeşididir. Allah’a yakın olmanın, “hatırlamak” demek olduğunu, Allah Kur’ân’da bizzat Resûlü’nün şahsında, “O’na öğrettiklerimiz, hatırlattıklarımızdır” meâlinde bir âyetle bildirmiştir. Mi’raç mucizesi ile Allah’ın Zatî yakınlığına mazhar BİRİCİK O hakkında yine: GÖRDÜKLERİNİ KALBİ YALANLAMADI.): 1166.
Lükpüşte. (Kaplumbağa: Dahr)-Ebu Eyyub-il Ensari: (Dehr Sûresi: İNSAN Sûresi.): 1169= 4166.
Necib Fazıl Kısakürek - Mizved: (Terkim-Rakam koymak. İşaretlemek: 750: Mizved-Lisan, dil.): 1417+750= 3169.
Usame bin Lâdin - Şinas. (Tanıyan): 3166.
Salih Mirzabeyoğlu - “İfrat hâlde tecrid” - Usame bin Ladin: 3166.
 

TARİHÇİ EMİN

 
12 Mayıs 1983… Üstadım, “karşısındakini habtetme” dediği, onu kendi mantığı içinde kelepçeleyip matetmeye misâl veriyor: Bir MESERRET KAHVESİ vardı, sonra pastahâne… Birgün TARİHÇİ EMİN diye biri Nazım’a birşey söyledi… (Sana 5 Lira vereyim de…) Nazım kalakaldı. Ne de olsa, içinde yaşadığı toplumun ahlâk ukdesi var. Ama nefs muhasebesi filân arama… Birşey söylersin, “benim şahsiyetim bozuluyor!” der, kaçar.

*

Meserret Kahvehânesi: (Meserret: Sevinç. Şenlik: 700: Tefekkür: Gares-Açlık: Kefter-Güvercin: Keftar-Sırtlan: Takarr-Birbiriyle kararlaşmak: Osmanlı: Külhan-Hamam ocağı: Âsir-Bir efsaneyi rivayet eden: Meters-Metris.): 950.
Doğum Yılım: 1950.
Hırfu’: Pamuk. (Penbe: Pamuk. Açık kırmızı renk: 59: Kabul-Avcı kemendi: Mühdî: Hediye veren: Mühda-Hediye gönderilmiş.): 950.
Mültefet: Kendisine iltifat edilmiş olan: 950.
Müfaddel: Faziletlendirilmiş, diğerlerinden bu yönüyle farklılaşmış: 950.
Mültefit: İltifat eden: 950.
Müfaddıl: Faziletlendiren: 950.
Makzî: Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan: 950.
Kazîm: Gümüş-saliha. Arpa-şair. Yazı yazmada kullanılan beyaz deri: 950.
Ebu-l Fadl: Altun: 950.

*

Müverrih Emin: (Tarihçi Emin): 947.
Hikmet Üçışık: 947.
Müverrih Gusto: (Tarih yazan Gusto): 947.
Müteşavir: Birbirine danışan: 947.

*

Tarihnüvis Emin: (Tarih yazan.): 1438.
Musa Mirzabeyoğlu: (Şifret: Şifre. Ustura-MUSA: 585: Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu.): 438.
Bandırma Cezaevi. (1 ekle.): (Şehidimiz HASAN MERİÇ hatırlanmalı.): 438.

*

Tarihçi Emin: 1325.
Tarihçi Gusto: 1325.
Bicişk: Hakîm. Âlim: 325.
Biçişk: Hekim, doktor

*

Meser: Soğuk. Kar. Buz: 300.
Fikr: 300.

*

Zar’. (Arabça): Donmuş su: 1101.
Gusto: 101.
Emin: Kalbinde korku ve endişe olmayan. Kendisinden korkulmayan, itimad edilen. İnanan, güvenen. Çok iyi bilen, şübhe etmeyen: 101.
Sahib: Sohbet edilen kimse. Bir şeyi koruyan ve ona malik olan. Bir vasfı olan: 101.
Sema: GÖKYÜZÜ. GÖK. Gölgelik: 101.
Mütehallil: Araya sokulan, araya giren. Bir kelimeden nice mânâlar kastedip söyleyen kimse: 1100= 101.

*

 Naught: Sıfır. Bir şeyin başlangıç ve nihayet noktası. Nilî-hiç. Suyun donma derecesi. (Şifre: Sıfır… Arabça bir kelime, ZAR’: Suyun donması: 1101: GUSTO.): 485.
RESSAM Abdülhakîm: 485.
Ebu Bekir Muhammed bin Ali: Muhyiddin-i Arabî: 485.
Kaptan Gusto Müslüman: 485.
Kaptan Mirzabeyoğlu: 485.
Heft: Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak: 485.
Heft: Yedi sayısı. (Ze harfinin ebced değeri: 7… Allah’ın El-Hayy ismiyle ilgilidir, mertebesi HAYA’dır.): 485.
Tedaî: Birbirini bir iş için davet etmek. Çağrışım. Bir şeyi hatıra getirmek: 485.
Müt’eme: İkiz doğma: 486= 1485.

*

Hamse: Beş sayısı. (Şekli, eski yazıda sıfır… Şifre. İlm-i Ledün. Sır.): 705.
Fikir Kahramanı: 706= 1705.
Habnâme: Rüyâ kitabı. (6 Cilt Tilki Günlüğü ve 2 cilt İNSAN isimli eserlerim hatırlanmalı.): 705.

*

Delik: Rüzgârın yerden savurup tozuttuğu toprak. (Rüzgâr-ruh… Toz-heba, şekil, fikir… Toprak-Hak.): 64.
Delik: Gül tohumu. (Üstadım’ın ÇOCUK isimli şiirinden: Annesi gül koklasa ağzı gül kokan çocuk: 1821: Abdülhamîd Hân.): 64.
Vicdan: İyiyi kötüden ayıran his. Kendinden geçme, dalma. İnanç. Şuur. Bâtın ile hakkı tanıma. Din. (Tarih: 1211= 212: Birr-Gönül. Vicdan.): 64.
Naci: Kurtulan. Necat bulan: 64.
Mehdiyye: Mehdiye âit ve müteallik olan. Hediye: 64.
Payan: Kenar. Son. Akıbet. Ehl-i tarikin ulaşacağı Birlik Âlemi: 64.
Celâl: Nihayet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlik, hışım: 64.
Nuh: (Tufan’dan sonra, kurtardıklarıyla beraber dünyada insanlığın hayatını devam ettirdiği için, Adem Aleyhisselâm’dan sonra “İnsanlığın İkinci Babası” diye anılan Peygamber.): 64.
 

TARİH VE HAYÂL

 
Düşvarî: ABD, Usame bin Lâdin’i “öldürmek” için yaptığını iddia ettiği operasyonda, kod ismi olarak Usame’ye “Geronimo” adını takmış. Nedir bu Gerenimo?.. Geronimo deyince “Komplo Teorisi” filmi gelir öncelikle hatırımıza. Filmde, ZİHİN KONTROLÜ ve İŞKENCE yapılan hastahâne veya hapishâne’nin, –artık neresiyse–, ismi diye hatırlıyoruz. Diğer bir kullanım şekli, 16 Ağustos 1940 tarihinde ilk test atlayışlarını yapan Amerika’nın ilk paraşüt birliği mensublarından birinin uçaktan atlarken yüksek sesle kullandığı “GERONIMO!” narası… Ve o tarihten sonra paraşütçüler arasında gelenek hâline gelmiş. Bu kelimenin lâkab olduğu meşhur kişi ise, Amerika’da beyazlara karşı destanlık bir mücadele veren son Kızılderili, asıl ismi GOKHLAYEH (Esneyen adam) olan biridir… Eşi, annesi ve üç çocuğunun, o evde bulunmadığı sırada beyazlar tarafından katledilen bu Kızılderili reisi, çatışmalarından birinde, bir aziz kabul edilen “Saint Jerome” adına düzenlenen anma gününde bastığı Kaskiyeh isimli bir kasabada, bütün beyazları öldürmüştür. Lâkabının buradan geldiği de söyleniyor. Efsaneleşmiş ve haysiyet, cesaret, boyun eğmez tabiatıyla, hürriyet sembolü olmuş bir kişi… Geronimo’nun aslında bir şef değil, bir şaman olduğu da rivayet ediliyor. Sadece askerî değil, aynı zamanda bilgili bir ruhanî liderdi… (Baran Dergisi, 226 Sayı — Gülçin Şenel’den.)

*

Gerenimo: 327.
Aşkû: Gökyüzü. Gök: 327.
Nevmî Sınaî: Uyutma. Manyetizma. Hipnoz: 327.
Şebeke: Hüviyet sureti. Balık ağı. Bir iş için teşkilatlanmış topluluk. Ağ gibi hat ve yolların tamamı: 327.
Şübke: Yakınlık. Akrabalık: 327.
KIRGIZ: 327.

*

Geronimo: (Semavî: Sema ile alâkalı. Göklü. Göğe âit. İlâhî. Aziz.): 332.
Şekîb: Sabır, tahammül: 332.
Üşkuh: Ululuk, büyüklük: 332.
Kaptan Kust: 332.
Mirzabeyoğlu: 332.

*

Jerenimo: 314.
İgtiyaz: Gazaba gelme: 2312= 314.
Yavuz Sultan Selim: 314.
Harika: Ateş: 314.
Esbran: At süren, süvari: 314.
Şid: Nur. Güneş: 314.
Meshur: Teshir altında. Cezbeye tutulmuş: 314.
Mi’rac: Yükselecek yer: 314.
Rakaha: Ticaret. (Savaş): 314.
Şehav: Açmak. Feth: 314.
Şühud: Şahidler. Görme, şâhid olma: 315= 1314.
Ucarim: Kuvvetli adam: 314.
Tışe: Ufak çocuk: 314.

*

Jeronimo: 319.
Azrail: 319.
Hükümran: 319.
Tahzir: Korkutmak: 1318= 319.
Şehîd: 319.
Şihe: At kişnemesi. (Sahil: At kişnemesi… Sahil: Gusto.): 320= 1319.
Dirok. (Kürtçe): TARİH: 320= 1319.

*

Gokhlayeh: Esneyen adam. (Tembel. Sükûn. Sahil-Denizle karanın kavuştuğu sıfır noktası. Kesel.): 196.
Münamese: Sırlaşmak: 196.
Asdika: Sadıklar: 197= 1196.
Manzur: Görülen, bakılan, nazar edilen. Beğenilen: 1196.
Füsun: Şaşırtıcı, hayret verici ve kendisine cezbedici bir güzellik. Büyü: 196.
Meslus: Deli, divane: 196.
Fesane: Efsane. Masal: 196.
Asdak: Samimi şeyler: 196.

*

Hayâl: Bir şeyin zihinde cisimleşen sureti… Sessizlik ve sükûna bile şahsiyet vererek ona biçtiği formla cisimlendiren hayâl, bu niteliği ile belli ki, surette tecelli ile bilinen, sanki elbise görünüşüyle açığa çıkan bir kumaş: Zihinde. Onu, en ihata edici ve insan şuuruna muhatab varlıkların cümlesinin özü ve aslı olarak tanıyoruz, biliyoruz. Geçen sayılarımızda etraflıca anlatıldı. Hatırlama, tasavvur, zann, vehim, gelecek düşüncesi şeklinde, hatıra, muhayyilemize - hayâl kurma kabiliyetimizin ürünü tahayyülle, uykuda gördüğümüz rüyâya, halisinasyon nevine kadar, aslı olan olmayan herşey, ona mevzu. Teshirin(e) girdiğimiz şeylere nazaran, o bir rittir, semboldür, mecazdır, akıl üstüdür, aklı aşandır, derin düşüncedir, şiirdir, varlığın zihinde sureti bir idrak edilendir, idraktir, güçlerimizi toplayandır-motive edendir… Bütün bu söylediklerimiz, onun eşya şeklinde ifâde araçlarını da hatırlatıyor. Galiba müz ve ritlerin, mitlerin, aralarında farklı mânâlar olması baki, birbirinin yerine kullanılabilen kelimeler olması anlaşılıyor. “Birbirinin yerine kullanılan”; yeri geldiğinde hemen her mevzuda vurguladığımız bir mesele… Müzler ve ritler; bazen o, bazen bu, diğerini ihata eden gibi bir anlam ihtiva ediyor. Hayâl, hayâl nevileri… Hayâl, duyulaşmaya bakan bir güç iken, beş duyuya muhatab eşya, İNSAN’da hayâlleşmeye mevzu oluyor. Sadece sanattan bahsetmiyorum, geriye doğru delil ve vesika azaldıkça daha çok hayâle yol veren çok eski tarih ve tarih öncesi kalıntıların-eşyaların en alelâdeleri bile, buna âlet oluyor. Bu eşyaların sergilendiği yere, MÜZE diyoruz; geçmişe dair bir hayâl uyandıran, belli belirsiz bir hayâlle devrini idrake çalıştığımız parçalar… MÜZ bahsine dair, TELEGRAM’dan bir misâl: Kartal Cezaevi’nde, benim uyanık- gözü açık gördüğüm, uyanıklıktan uyanıklığa geçiş dediğim beş duyu idrakına geçince kaybolanlardan… Yattığım yerde, koğuş kapısının gürültüyle açılması üzerine, uykudan uyanıyorum, şuurum yerinde; kapıda, gerçekten daha gerçek, giyen şahısları görünmeyen, iki çift gıcır gıcır siyah çizmeler. Asker veya gardiyan oldukları, görmeden bildiğim… Uyanıklıktan uyanıklığa geçiyorum, ne kapı açılmış, ne de bahsi geçen çizmeler yerli yerinde. Bu bir uykudan uyanma hâli olmadığı gibi, uyanma dediğimiz hâle nazaran daha uyanık bir şuur durumunu yaşatmasıyla, “hangisi daha gerçek?” heyecanını duyuran… “Yakaza ve zuhurat gibi kendinden tecessüm eden mi, yoksa varlık yahud gizlilik mânâsıyla cin mi?” diyedur, nefse müessir cihaz marifeti, bu müessirliğin sözlü telkinle beslenmesi veya suret yollama işi ihtimâlde, o parça hangi bütüne âit? O hayâl suret, âit olduğu bütünü kurgu hayâle ısmarlıyor… Çok eski tarihler ve tarih öncesi dönemlere âit insanları teshirine alan RİTLER’e ve bunlara âit araç edevata biçilen sembol değer –mevzu her ne ise– ile, benim TELEGRAM marifeti “parçada bütünü hayâl ettirme” arasındaki benzerlik, mahiyetleri ayrı ayrı da olsa bir müştereklik daha gösteriyor ki, o da “düşünen ve hayâl eden insana”, ona mahsus bir imkân olarak “hayâlleşen bir duyudan akıla ve akıl üstüne, yahud gelişebilen bir hayâl”e açık olmasıdır: İstidadına bağlı… Hayâle “form-şekil” imkânı vermeye dair, nesneler dünyasının sanatçıya sağladığı: “İtalyan Ressam Cezanne’nin elma resimleri yapması, elmayı çok sevdiğinden değil, resim için ona sağladığı imkândandır!”… Başlığımızda görülen sembol şahıslara geçelim: “Gerenima” Goyathlay, 1829-1909 yılları arasında yaşamış bir sembol şahıs. Bizim tarikimizde, Cennetmekân II. Abdülhamîd Han devri; onun çağdaşı. O, ABD’nin saldırı ve katliamlarına karşı var olma mücadelesi veren Apaçi halkının efsanevî lideridir… Hangi mevzuda ise sembol şahıs, o mevzuda bir motive edici, iradeyi gaye ve hedefe odaklayan bir enerjiyi güçlendirir. Böyle mi? O hâlde o, yediği ottan hem süt hem gübre çıkaran olarak, gübre yönüyle değil de süt verimiyle dikkati çeken bir şahsiyettir. Kötülüğün sembolü de, enerji verici olarak, onu hisseden için yine “süt” mevkiinde… Gerenimo Goyathlay, bana Kızılderilileri katliama uğratan İspanyollar’ın, yeni topraklarda kök olarak kendilerine AZTEK ritlerini ve kültürlerini benimseme davranışlarını hatırlatıyor. Amerikalılar, Gerenimo Goyathlay’ın ismiyle düzenledikleri operasyonda, Ladin’i mi ona benzetiyorlardı ve onun akıbetine uğraması kasdı içinde mi bu ismi kullanmışlardı, yoksa halkının haysiyeti bir öfke sembolü büyük savaşçının ismini kendi operasyonlarına mı takmışlardı? Savaşçı özellikleriyle Gerenimo ve Lâdin benzerliği de doğrudur, Gerenimo ruhunu kendi tarihinin bir iç işi diye bilerek hâlihazırda onu kendisini yapanlardan diye benimseyip verimlendiren ikinci ihtimâl de… Amerika kıtasında, kök ihtiyacını oradan temine çalışmak; uçaktan atlayan paraşütçünün “Gerenimo!” diye haykırışı, bana bunu ilhâm etti… Usame bin Lâdin’e gelince: Onun sembol şahıs olması, dost düşman herkes tarafından kabul edilendir. Beylik övgüler onu eksiltir… Biz, bir milleti temsil bâbında, her mevzuun sembol şahsına talib, Büyük Doğu İdeolocyası’nın 9 Prensib faslında mevcut, ŞAHSİYETÇİYİZ: “Hakimiyet Hakkındır!” düsturunu sağlayacak “YÜCELER KURULTAYI”nın şahsiyetlerinin ruh olarak ne olması gerektiği, baştan beri anlattıklarımızın içinde gizli… Siyasî ve askerî cihetle tarihe geçmiş içimizden ve dışımızdan iki kişinin şahsiyetini anlatmışken, bu hususu da parlatmış olalım.
 

BİR NOT: HEREDOT

 
Heredot: (Tarihe başlarken gayem, insan elinden çıkan işlerin zamanla silinmemesi; ve bazı Yunanlı, bazı da yabancılar tarafından vücuda getirilen büyük ve harikulâde vakaların şahidsiz kalmaması, hususiyle onları harbe tutuşturan sebebin karanlığa karışmaması için, sözleri uzaklara götüreceğim; hem büyük, hem küçük şehirlerin içinden geçip gideceğim… Bu sözler Tarih mefhumunu kuran, ilk, hakiki ve mazbut Yunan nesrinin baş örneği kabul edilen, “Tarih’in Babası” HEREDOT’a âit. M. Ö. 480’de Halikarnas’ta doğdu, ölümü M. Ö. 425’te Yunan müstemlekesi Sybaris-Thurii şehrinde(?)… Heredot’un eseri, dokuz parçalık bir bütünden ibarettir. Atinalılar, her biri bir kitab teşkil eden bu parçalara bir MÜZ’ün adını verdiler; bunun sebebi, eserlerindeki çifte mahiyeti sezmelerinden ileri geldiği kadar, ŞİİR ile İLİM arasındaki kardeşliği de belirtmektedir. Bu bakımdan, iyi bir tarihçi vasfı, dünyanın her yerinde ancak Heredot’a kıyasen bir tarife vardırılmıştır… MÜZ’lerin her biri ayrı mevzular içinde olsalar da, zirvede sanat-şiir, bu bakımdan Heredot’un eser bütününe âit her parçaya bir ŞİİR PERİSİ’nin ismi verilmiştir; Heredot’un şiirle ilmi birleştirdiği ifâde için. “Hakikaten, Heredot’ta belki aynı idrak cevherinin başka başka metodlar hâlinde tecellisi demek olan şiirle ilmin imtizac ettiğini görürüz. Bu bakımdan Heredot, ilmî sanat hâlinde temsil etmiş, ilk büyük tarih sanatkârıdır.”): 616.
Rivayet: Hikâye edilen hâdise veya söz. Nakledilen hâdise veya söz: 617= 1616.
Terevvî: Tefekkür etmek, düşünmek: 616.
Tecrîd: Alâkalardan soya soya derinleşme. Açıkta bırakma. Bir şairin, kendini mücerred bir şahıs kabul edip ona hitab etmesi. (Kişide bu ikilik: “Bir ben vardır bende, benden içeri!”… ENE MEN?: Ben Kimim?): 617= 1616.
Meşru: Doğru. Şeriat’ın kabul ettiği: 616.
Reviyyet: Bir işin her cihetini iyi düşünme: 616.
Mutasavvıf: Tasavvufla uğraşan. (Esatir ve Mitoloji isimli eserim, buraya kadar işaretlediğim hususlar ışığında değerlendirilmelidir.): 616.
Meş’ur: Kendini bilen. Bir şeyi iyice idrak eden. (Buldukça aramak, aradıkça bulmak bir arada olmalı.): 616.
Rü’yet: Görmek, bakmak. İdare etmek. Araştırmak. Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek. Tefekkür etmek. (Tarih ilminin bütün yönlerine bakan bir kelime olduğu açık.): 616.


Baran Dergisi 229. Sayı