“Hiçbir günah, ayıp ve suç aslında tümüyle bir tek kişiye ait değildir.” Dostoyevski

Tercih ve mercuh arasındaki ilişki her zaman düşündürmüştür beni. Tercih eden miyim yoksa tercihlerim tarafından tercih edilen mi? Bir şeyi tercih ettiğimde aslında tercih ettiğim şey tarafından tercih edildiğimi fark ediyorum kimi zaman. Bir yanılgıya düşüyorum aynı zamanda. Bilinçsiz bir tercih ile arasındaki farkı bulmaya çalışıyorum. Suç ve Ceza’yı elime alıp, okumaya başlama sebebim neydi bilmiyorum mesela. Ben mi tercih etmiştim onu yoksa o mu tercih etmişti beni?

İstanbul’a geldiğim ikinci gündü. Yeni yerleştiğim yurdun bir köşesinde saklanan küçük bir kitaplıkta keşfettim onu. Kitaplık, içinde misket bombası patlamış ordövr tabağı gibiydi. Darmadağın, karmakarışık. İlk olarak bir belağat tarihi aldım elime. İkinci sayfada çatladım. “Selamun aleyküm”den başka anlamını bildiğim Arapça tek kelime dahi olmadığı için hiçbir şey anlamamıştım tabiî. Kitabı aldığım yere koyarken fark ettim onu. Hangi yayıneviydi hatırlamıyorum ama kapakları şeffaf jelatinle ciltlenmiş eski bir kitaptı. Okumaya başladım. Daha on sayfa ilerlememiştim ki, yurdun belletmeni yanıma gelmiş, “ben de sana vermek için bu kitabı arıyordum” demişti. Evet, bir şekilde yollarımız kesişecekmiş zaten.

Eseri ilk okuyuşumdu. Bazen insanın içine gelecekte yaşayacağı bir şey doğar hani. İlham perisi fısıldar kulağına. Hafiften seziş ve ufaktan tahminle az çok neler olacağını bilir. Biriyle ilk tanışma anında çokça yaşarım bu durumu. Dostluğumuzun uzun sürmeyeceğini ve hatta ciddi bir sürtüşme ile biteceğini ya da ilk anda pozitif bir enerji alamasam da uzun soluklu bir ilişkinin arifesinde olduğumu hissederim. Elimde tuttuğum eseri tekrar tekrar okuyacağıma, o eserle ömür boyu sıkı bir dostluk bağı kuracağıma daha ilk sayfalarda kani olmuştum.

*

Raskolnikov’un hayatımda ve tefekkür dünyamda yeri bambaşkadır. Ve tabiî Suç ve Ceza’nın. Her karakter bir biçimde etkiler okuru. Etki çemberi içerisine alır ve sımsıkı kavrar. Çölde serap görmek neyse okurun kitaptaki karakterin ruhuna bürünmesi öyledir. Yeni bir gömlek giymek kadar kolaydır okur için bu. Eğer yazar satırlarını cezbedici bir efsunla dokumuş, kelimelerini büyücü titizliği ile seçmişse böyledir. Ama konu Raskolnikov gibi adını edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına yaşlı bir tefecinin kanıyla yazdıran, özgün bir karakterse iş değişir. Burada etkilenmekten öte dissosiyatif kimlik bozukluğu peyda edecek kronik bir vaka ortaya çıkabilir. Ya da bir tür duygusal karmaşıklık sendromu. Dr. Jekyll’nin artık kimyasal kullanmamasına rağmen Mr. Hyde’ın karakter semptomlarını taşıması gibi.

Balta değil de bıçak olsaydı misal. Daha masum bir alet. Cinayetin dehşeti o nutkumu tıkayan tıpanın şiddeti daha düşük olurdu. Okurken göz bebeklerim o kadar büyümez, nefes alışverişlerim hızlanmazdı. Ama yazar baltayı tercih etmişti. Çünkü öldürmek istediği sadece insanların fakirliğinden beslenen solucan kafalı tefeci kadın değil aynı zamanda okurdu. İnsanın sinir uçlarına dokunan tarih öncesi bir cinayetin canlı şahidi gibi hissediyorsunuz. Hatta bizzat katilin kendisi… İlkel suç aletiniz ve içinizdeki tecrübesiz katil tedirginliği ile baş başa kalıyorsunuz. Kurgu ile hayatın düğümlendiği, gerçek ile hayalin sentezlendiği Raskolnikov ile benliğinizin bütünleştiği nokta tam da burası.

Bu sahneden sonra iki hafta boyunca Raskoln gibi gezdim. Parasızlıktan hukuk eğitimini yarıda bırakmış, moruk bir tefeciyi baltayla haklamış, epilepsi genç… Pejmürde ve kirli kıyafetler giyiyor, işlediğim cinayetin ıstırabıyla yaşıyor ve çökmüş bir psikoloji ile geziyordum. Karşıma çıkan herkesi komiser Porfiry Petroviç gibi görüyordum. Beni her an sorguya çekebilir düşüncesiyle alnım ve sırtım terlemeye başlıyor, hafif bir esriklik zihnimi puslandırıyordu. Suçumu itiraf edecek bir Sonya arıyordum. Şu an bir tanesini bile hatırlamadığım alengirli rüyalarla boğuşuyordum. Sürgün yiyeceğim ve sevdiklerimden ayrı düşeceğim günü düşünerek derin bir hüzne kapılıyordum. Bir yandan zihnimde kurduğum soyut dünyada acı çekerken, diğer yandan reel hayattan kopuş ruhuma manasız bir sükûnet aşılıyordu. Ya bir ambivalance duygu durumuydu bu ya da alter ego denilen şeyin derinden gelen tınıları. Ne olursa olsun bir Raskoln sarkacı beynimde uzun zaman durmadan hareket etmiş ve sosyal dengemi bir süreliğine rayından çıkarmıştı.

*

Çölde susuz kalmışsanız bir bardak soğuk yılan zehrine bile razı olursunuz. Uçurumdan aşağı düşüyorsanız akrep kuyruğu dahi sizin için oldukça iyi bir tutamaçtır. Aslında Suç ve Ceza bir şeylere ihtiyaç duyduğum bir zamanda çıkmıştı karşıma. Zihnimi derinden sarsacak sağlam bir zelzele lazımdı. Bundan olsa gerek eser, içimdeki güz yapraklarını taze çıra etkisiyle tutuşturmuş, çalı çırpıları kül edivermişti. Ve beni yeniden yeşillenmeye, kök tutmaya hazır hale getirmişti. İnsan ruhunda imar, yıkımdan sonra gelir daima. Kırılan kemik daha fazla güçlenir. Kitaptaki satırlar ruhumdaki ayrık otlarını orak gibi biçiyor, gereksiz blokları balyoz gibi dağıtıyordu. Ve sonunda ölü derisinden sıyrılan ruhum yeni düşünce gömleklerini giymeye hazır hale gelmişti.  

Okuduğum pek çok kitap bende buna benzer etkiler meydana getirmiştir. Vadideki Zambak mesela. Yine tam zamanında okuduğum kitaplardan bir tanesidir. Soylu Henriettei’nin çömez Felix’e duyduğu aşk acısı ile ölmesi, Madam Bovary’nin siyanürü fondiplemesi, Anna Karanina’nın apansızın kendini trenin altına atıvermesi ve daha pek çok olay beni etkisi altına almıştır. Fakat Suç ve Ceza gibi ruhumda karadelik açan, Raskolnikov gibi revolveri ile beynimi dağıtan bir kitap ve karakter ile karşılaşmadım. Zaten zaman içerisinde çok fazla kurgu ve karakter ile tanışmak insanın hayret güdülerini aşındırıyor. Şaşıramaz oluyorsunuz bir süre sonra. Kitapların etkileyiciliği (seksapalitesi) gitgide düşüyor.

Suç ve Ceza’yı ikinci okuyuşumda daha iyi anladım. Bu sefer duygusal değil düşünsel bir perspektif ile yaklaşmıştım. Bir zamanlar beni dünyadan kopartan o kurguyu tüm ayrıntıları ile incelemiş, elime bir büyüteç alıp bütün karakterleri kritik etmiştim. Cesede kriminolog gözlükleri ile bakarsanız korkmazsınız. Otopsist neşter vurduğu bedene karşı hislenemez. Ve hiçbir okuyucu ikinci defa okuduğu bir eserde ilk okuduğunda bulduklarını bulamaz. Yani nasıl okursam okuyayım zaten ilk heyecanı, o ilk efsunu bulamayacaktım.

Ama kırık dökük bir kayıkla ummana açıldığımı fark ettim. Dehşetengiz bir dehanın karşısında buldum kendimi. Yoğunlaştıkça, daha dikkatli okumaya çalıştıkça derinlerde mini istiridyelerin içinden parıldayan binlerce iri inci gördüm. Büyük bir zekanın mahsulü olan bu eser sürekli düğümlenip açılan bir kurguya sahipti. Karakter analizleri insan ruhunun gizli haritasını ifşa ediyordu. Olaylar ince görünmez ipliklerle birbirine bağlanıyor, tüm eylemler kendilerine ait gediğe oturuyordu. Eser bir adet iskelet ve deri arayan ruh gibiydi adeta. İstedikleri verilse tecessüm edecekti sanki. Balzac’ın Bilinmeyen Şaheseri gibi.

*

Raskolnikov cinayetin akabinde derin bir nedamet içerisinde bulur kendini. Tolstoy’un aforoz edilmesine sebep olan Dimitri Nehludov karakteri kadar etkileyici olmasa da hikâyenin en dramatik yönü burasıdır. Sırtında bir yük haline gelen bu suçun yarattığı bunalım bir şekilde kanalize edilmelidir. Cezasız suç intihar sebebi olabilir. Dostoyevski’nin Machiavellist ideolojiden uzaklaştığı sahnelerdir bunlar aynı zamanda. Her ne kadar baltayla yaşlı ve savunmasız bir kadının, üstüne bir başka kadının pekmezini fışkırtsa da iyi niyetli bir gençtir Raskolnikov. Çağdaş olsa da içinde hala dini öğeler taşımaktadır.

Dostoyevski karakterleri ekseriyetle hastalıklı, problemli ve uyumsuz bunun yanı sıra zeki, gözlem ve analiz gücü yüksek, yetenekli tiplerdir. İçinde yaşadıkları toplumla uyumsuzluk gösterirler. Farklıdırlar. Farklılıklarının bedelini yalnızlık, ekonomik krizler ve sosyal iflaslarla öderler. Bu karakterlerdeki gizli huysuzluk okuyucuyu içten içe irite eder. Tedbirsizlikleri sürekli bir sorun yaratacakmış hissiyatı verir. Kolay benimsenmezler. Başkarakterden kahraman olması beklenir. Örneklik teşkil edecek eylemler ve ittiba edilecek bir şahsiyet istenir. Dostoyevski bu noktada okuyucuya her ne kadar istediğini vermese de onu etkilemeyi iyi bilir. Okuyucu istemsizce karakterin tesiri altında kalır.

Budala kitabının başkarakteri Lev Nikoloyeviç misal. Kimse onun yerinde olmak istemez. Ama olmamak da istemez. O tatlı budalalık okuyucusunu tavlar ve kendisini sevdirir. Benimsetmese bile dışlatmaz. Aurası içerisinde tutar okuyucuyu. Ne büsbütün kalbini ısıtır ne soğutur. Karamazov Kardeşler’deki Mabeuf baba gibi. İnsanın başına bela açacak bir boş vermişlik durumu ve gaflet sendromu içinde olsa da okuyucu Mabeuf babayı göz ardı edemez. Sonya ya da Alyoşa… İki zıt kutuplu karakterden hangisini dışlayabilir ki okuyucu? Yeraltından Notlar kitabının başkarakteri, bohem entelektüel bile her ne kadar içten pazarlıklı, hin ve kurnaz görünse de saf, açık sözlü, dürüst bir tiptir. Her şeyiyle falso verir. Her planı başarısız, her eylemi ofsayttır. O da hastadır. Müzmin bir sosyopat, eser miktarda şizofren ve bir derecede sadisttir. Ama derdini anlar okuyucu. Yine de dışlamaz. Kendinden bir şeyler bulur çünkü. Bağrına basar. Yardım etmek, dost olmak ister.

Hattat Seyfullah Yılmazsoy ile hat sanatı üzerine Hattat Seyfullah Yılmazsoy ile hat sanatı üzerine

*

Raskolnikov bir suçludur. Sevimli, tecrübesiz bir suçlu… Okuyucu sempati duymaktan alıkoyamaz kendini. Çünkü suç sadece ona ait değildir. Toplum da mesuldür bir yerde. “Hiçbir günah, ayıp ve suç aslında tümüyle bir tek kişiye ait değildir” der Dostoyevski. Karakterinin kabahatini bizimle üleştirir. Bu bir yerde insan iradesizliğine, sosyal determinizme işarettir. Okurken Raskolnikov’un cinayet planına dair bir şey göremeyiz. Eylem başladığında insiyaki bir süreç kontrol etmektedir onu. Baltanın yeri bellidir evet ama baltayı aşırırken ortaya çıkacak maniler hiç düşünülmemiştir. İş bittikten sonra o baltayı nasıl aynı yerine bırakacağına dair hiçbir fikri yoktur. Tefecinin üvey kız kardeşini öldürmek, düşünse de tahmin edemeyeceği bir ayrıntıdır.   

Bir hedef belirleyen zihin o hedefe ulaşmak adına gizil planlar yaratır. Bilinçdışı bir sirkülasyon gerçekleşir. Birey farkında olmasa da zihin amaçladığı şeye giden yolları çizmiştir. Ve hatta eylem vaktinde bile bilinç pasifliğini korur. Bir şekilde bireyin bilinçsizce gerçekleştirdiği küçük planların bütünü onu amacına ulaştırır. Freud duanın kabulünü böyle açıklar. Gandhi’ye göre lütuf böyle bir şeydir. Başına kuantum koyulan spritüal bilimler buna kâinatın sonsuz enerjisi derler. Raskolnikov’un cinayeti gerçekleştirmesi de böyledir. İçinde bulunduğu sosyal şartlar neticesinde kısmen iradesizce cinayete kalkışmıştır.

Raskolnikov, Dostoyevski’nin suçunun tecessüm etmiş halidir. İşte bu suç sevimli ve masumdur. Ama cezasız değildir. Sürgün ve derin bir vicdan azabıdır bedeli. Burada da Dostoyevski radikal hümanist tavırdan uzaklaşır. Her şart ve koşulda bireyin suçsuzluğunu ifade etmez. Bir Kadının Yaşamından 24 Saat isimli eserinde Zweig, kocasını ve iki çocuğunu bırakıp genç biriyle kaçan kadının ne kadar haklı olduğunu anlatmak için yırtınır. İnsanın tahammül sınırını zorlayan bu fikri kabullenmek gerçekten kolay değildir. Buna mukabil Dostoyevski’nin suçu hoş görülmeye, suçlusu hor görülmemeye odaklıdır. Suçu ne olursa olsun birey toplum dışına itilmemelidir. Buna hakkı yoktur. Çünkü birey kadar toplum da suçludur.

*

Suç ve Ceza diyalektiğini bu temel üzerine kurar Dostoyevski. Ona göre fakirler suça, zenginler ise ruhsal hastalıklara meyyaldir. Toplumun alt kesimi elde etmek isteklerinden yoksundur. Sosyal adaletsizlik söz konusudur. Bir grup en temel ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz düşerken suça sürüklenmektedir. Diğer bir grup ise ihtiyaç fazlasının yarattığı ultra doyum sayesinde mistik bir boşluğa hapsolmaktadır. Bu iki durum da kötüdür. Çünkü “yoksulluk ve sefaletin yanı sıra maddi bolluk da insanlığın sonunu -tabi daha az rahatsız edici olarak- getirebilir.”

*

Rus milliyetçisidir Dostoyevski. Rusya’nın Avrupalılaşmasına karşıdır. Yaz İzlenimleri Üzerine Kış Notları isimli eserinde tedavi amaçlı yapmış olduğu kısa süreli Avrupa seyahatini konu alır. Bütün izlenimlerini alaycı bir üslup ile okuruyla paylaşır. Zaten karşı olduğu bir medeniyetin ahlaki ve siyasi zaaflarını deşifre eder. Saul Bellow’un ifadesi ile “19. yüzyılın Fransız burjuvalarına baktığında soyluluğun ve kibarlığın altında gizlenen adi bir çıkarcılık görür.”

Ona göre Rusya Avrupalılaşamaz. Çünkü Avrupa kültürü çürütücüdür. Yozlaştırıcı bir etkiye sahiptir, 2x2’nin neticesini keşfetmeyi bir ilerleme sayar. Ama uygarlık doğanın gizlerini büyüteçlerle keşfetmekten çok daha fazlasıdır. Bunun yanı sıra medeniyet değiştirmek öyle ceket değiştirmeye benzemez. “Yüzyıllar süren eğitilmenin, yoğurulmanın sonunda kazanılır. Kişinin ulusal özellikleri öyle kolay değişmez. Birkaç yüzyılda edindiği ruhsal yapısını, kanına işlemiş alışkanlıklarını kolay bırakamaz.”

Cemil Meriç’e göre “Tanrı’ya inanan bir sosyalizm, garip bir Hristiyanlık” içerisindedir. Dindardır. Avrupa karşıtlığı bir yerde Avrupa’nın dinden uzaklaşmasına, dinsizliğine bağlıdır. Rusya’yı dinin kurtaracağına inanır. Dinsiz bir medeniyet insani değerlerini kaybetmiş sefil Avrupa’dan ötesi değildir.

Bir popülisttir. Her Rus popülisti gibi o da devrimin mujiklerin elinden geleceğine inanmaktadır. “Köylü milletin efendisidir.” Fakat devrime ivme kazandıracak entelektüel bilgi birikiminden yoksundur aynı zamanda. Sahnelenmeyen senaryo kıymetsiz, pratize edilmeyen teoriler faydasızdır. Ve halkla buluşmayan devrim planları başarısız. Bu yüzden Dostoyevski de diğer popülistler gibi köy köy gezer. Gönüllü olarak köylüye ders verir. Toplumsal bilinçlendirme kampanyasının entelektüel bir ferdi olur.

*

Bunları yazarken kütüphaneme şöyle bir göz atıyorum; okumadığım Dostoyevski eseri var mı diye. Özlediğimi fark ediyorum. Hemen şunu da söyleyeyim yazarın tüm eserlerini öyle büyük bir iştahla okuduğum söylenemez. İçlerinden sevmediklerim de var elbette. Mesela Beyaz Geceler.  Samsun’a yaptığım bir seyahat esnasında otobüste okumuştum. Pek çekici gelmemişti. İçimde garip duygular hissetmiştim. Suç ve Ceza’nın yazarı bu olamaz demiştim kendi kendime. Çünkü kitabın dişe dokunur hiçbir tarafı yoktu. Suyla dolu zannettiğiniz bir kuyuya inip kırbanız boş çıkıyordunuz. Sonra fark ettim ki eser oldukça erken tarihli. İnsancıklar ondan da erken ama nedense Bir Yufka Yürekli, Netoçka Nezvanova ile beraber Beyaz Geceler de aynı ustalıkla yazılmamış. Hatta İnsancıklar ile sükse yapan yazar bu eserlerle halkın hayranlığını da kaybetmiş.

Bu yapıtlarındaki kuraklığın sebebini Dostoyevski’nin hayatında aramak gerek tabii. Eserlerin yazım süreçlerinde neler yaşadığına bakmak gerek. Bu bir yana ben Beyaz Geceler’in hemen akabinde Kumarbaz’ı okumaya başlamıştım. İki eseri de aynı otobüs yolculuğunda okuduğum için az evvel gözümde Hint fakirine dönüşen yazar bir anda Himalayalar’da inzivaya çekilen ulu bilge moduna bürünmüştü. Ölüler Evinden Anılar ısınamadığım bir diğer eseridir. Halbuki Sibirya sürgününde yaşadıklarını yazdığı bu kitap ile eski ününe kavuşmuş hatta Çar’ın bile gözüne girmeyi başarmıştı. Marjinal bir aydının acılarını konu aldığı Ev Sahibesi’nin de beni pek etkilemediğini hatırlıyorum.

*

Klasiklerin ayırt edici özelliklerinden bir tanesi eskimemeleridir. İyi klasikler bir insan hayatında en az üç defa okunmayı hak ederler. İlkokul döneminde bir kez, gençlik döneminde bir kez ve olgunluk döneminde bir kez. Her okuyuşta farklı anlamlar devşirmeye açıktırlar. Bu sebeple okuduğum Dostoyevski eserlerini tekrar okumaya çalışıyorum. Tabiî okumadıklarımı da toplayarak okumaya gayret ediyorum.

“Çok okumak değil, bir kitabı çok okumak marifettir” diye klişeleşen bir söz var malum. Birkaç kitabı dönüp dönüp tekrar okuyacak seviyeye gelmek kolay değil bence. Okumak keşif işidir bir yerde. Bir arayış meşgalesi. Bu süreçte ne aradığını bulamayan insan, okumaya ve okumalarını çeşitlendirmeye mahkumdur. Ama bir yazar üzerinden düşündüğümüzde bahsi geçen sözle amel etmek kolaydır. Bir yazarın bizi etkileyen, derin izler bırakan eserlerini pek çok defa okumak mümkündür.

Bu anlamda Dostoyevski’nin eserleri okuyucuya büyük vaatlerde bulunur. Her biri görkemli bir dehanın insanlığa fırlattığı sezgi okları gibidir. Yarattığı karakterler ile insan ruhunun topografyasını çizer. Kurguları ile okuyucuyu içine çeker ve klas sonları ile şaşırtır. Akıcı üslubu eserin albenisini güçlendirir. Marx, Çerniçevski’yi okumak için Rusça öğrenmiş. Çerniçevski’yi bilmiyorum ama Dostoyevski için Rusça öğrenmeye değer.  

Aylık Dergisi 187. Sayı, Nisan 2020

İbrahim Türkan