İkinci bölümde Ali Değermenci ile modernizm, reform ve dinde tahrifat tartışmalarına kaldığımız yerden devam ediyoruz. Mezheplerin mahiyeti, Şia’nın İslam anlayışındaki sapmalar, içtihat meselesi ve çağdaş ilahiyatçıların yorumları üzerinden yürüyen bu söyleşi, günümüz Müslümanlarının karşı karşıya kaldığı fikrî yozlaşmalara ışık tutuyor.
Mezheplerin birleştirilmesini savunmakla zaruret durumlarında başka bir mezhebe göre hareket etmek arasındaki ince çizgiyi nasıl ayırabiliriz?
Mezheplerin birleştirilmesi meselesini önceki sorularınızı cevaplarken hacet miktarı izah ettiğimiz kanaatindeyim. İfade buyurduğunuz gibi zaruri hallerde başka bir mezhebi taklit etmek farklı bir durumdur. Örnek üzerinden gidelim: Bir aile parçalanmak üzereyse ve İmam Azam’a göre eşlerin tekrar bir araya gelmeleri mümkün gözükmüyorsa, burada mesela İmam Şafiî’nin içtihadından istifade edilebilir. Teferruatına girmiyorum. İki; yine Hanefî mezhebinde gusül abdesti alırken ağzın içini yıkamak farzdır. Bu sebeple diş dolgusu yaptıracak kişi bunun, yani ağzın içini yıkamanın farz olmadığı Malikî veya Şafiî mezhebini taklit edebilir. Buna mukabil, hacca giden bir Şafiî de, oradaki kalabalık sebebiyle kadınlara dokunmama kuralına riayette büyük zorluk çekeceğinden, abdest hususunda Hanefî veya Malikî mezhebini taklit edebilir. Hadis-i şerifte kendisinde rahmet olduğu ifade edilen ihtilaflar işte bu tür ihtilaflardır. Böyle zarurî haller dışında, tabiri caizse fetvaları kendi menfaatlerine hizmet ettirecek şekilde suiistimal etmeye kalkmak, işine hangisi geliyorsa bir oradan bir buradan fetva toplamak, son derece yanlıştır, kabul edilemez. Onun için mezheplerin hikmetle çizilmiş sınırları mutlaka muhafaza edilmelidir.
Hayrettin Karaman'ın Caferiliği beşinci hak mezhep olarak kabul etmesini nasıl yorumluyorsunuz?
Beşinci hak mezhep diye bir şey yoktur. Hak mezheplerden maksat, Ehl-i Sünnet çerçevesinde olanlardır. Esasen bu sayı dörtle sınırlı değildir. Süfyan-ı Sevrî gibi bazı âlimlerin de kendi zamanlarında mezhepleri olmuş, fakat süreç içerisinde mensupları azaldığı için günümüze kadar ulaşamamıştır. Yani günümüzde dört hak mezhebin olması, baştan alınan bir kararın tezahürü değildir. Şartlar o yönde gelişmiş, netice böyle zuhur etmiştir. Caferilik ise Şia’nın bir koludur. Şia'nın pek çok kolu vardır; bazı kaynaklarda bu sayı 60-70’i bulur. Abdülkadir Geylânî’nin Gunyetü’t-Tâlibîn adlı eserinde, Yetmiş Üç Fırka hadisinde dalâlette olduğu haber verilen yetmiş iki fırkanın otuz üçünün Şia’dan olduğu ifade edilir. Bu bağlamda şunu net biçimde ifade edelim: Şia veya Caferilik, mezhep değil, fırkadır. Mezhep, dinin içinde, dinin temel kaynaklarıyla çatışmadan, onlarla bütünleşerek sistemleşmiş yollardır. Fırka ise ayrılığı, parçalanmayı, hizipleşmeyi ifade eder. Kur’an ve Sünnet’le açı yapan yapılardır bunlar. Dolayısıyla dalâlettedirler. Dalâletin / sapkınlığın çeşitleri vardır. Bir kısmı haramlarla küfür arasında bir yerde durur, bir kısmı ise doğrudan küfre girer. Ehl-i Sünnet âlimleri, kıble ehlini tekfir konusunda dikkatli davranırlar. Ama Kur’an ve Sünnet’e açıkça aykırı düşen görüşler savunulduğunda, bunu küfür olarak değerlendirmekten de geri durmazlar. Şiîlik, İslâm’la temelden çelişen bazı inançlara sahiptir. Kurucusu Abdullah bin Sebe, Yemenli Yahudi bir kadının oğludur. Basra, Kufe, Mısır gibi merkezlerde etkili olmuş ve büyük bir fitne hareketi organize ederek Hz. Osman’ın şehit edilmesine sebep olmuştur. Şiîlikte gaybet, ric’at, takiyye gibi İslâmî kaynaklarla bağdaşmayan inanış ve uygulamalar vardır. Ric’at, bazı kişilerin (ki hâşâ Hz. Ebubekir, Hz. Ömer bunların başında gelir!) kıyametten önce dünyaya geri gönderilerek cezalandırılacağına inanmaktır.
Takiyye, inancını gizlemek, rol yapmak anlamına gelir. Bal gibi de münafıklıktır. Bu, Şia'da bir inanç esasıdır. Ehl-i Sünnet, imameti fıkhî bir konu olarak ele alırken, Şia itikâdî bir mesele haline getirmiştir. Mehdîlik anlayışları da uydurmadır. Yüzyıllardır mağarada gizlendiğine ve bir gün çıkıp geleceğine inanılan Mehdî anlayışı sahih İslâm kaynaklarında yoktur.
Şiîlikte mut’a nikâhı meşrudur. Oysa Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hayber Seferi'nden sonra mut’ayı ebediyen haram kılmıştır. Mut’a nikâhını fazilet gibi sunmak açık bir sapkınlıktır.
Yine Şiî kaynaklarında Allah Teâlâ’nın ilmine eksiklik isnat edilir; "Allah geleceği bilmez" gibi ifadeler kullanılır, gelişen hadiselere bağlı olarak Allah’ın -hâşâ- kararını, kanaatini değiştirebileceğinden bahsedilir. Ki buna da bedâ denir. Şia'nın, bilhassa İsnâaşeriyye / Caferîlik kolu, on iki imamı masum kabul eder. Bunlara Hz. Fatıma ve Hz. Peygamber’i (s.a.v.) de ekleyerek on dört masum nitelemesini kullanırlar. Ve hepsine de vahiy geldiğine inanırlar. Bu inanç, Ahzâb Sûresi 40. âyet ile doğrudan çelişir. Malumunuz bu âyette Hz. Peygamber için “hâteme’n-nebi / peygamberlerin sonuncusu” ifadesi kullanılır. Yani vahiy sona ermiştir. Dolayısıyla başka hiçbir şahsın masumluğu ve vahiy alması iddia edilemez. Ayrıca Şia’nın “Fatıma Mushafı”, “Ali Mushafı” gibi iddiaları da vardır. Bunlara hâşâ bir nevi alternatif Kur’an gibi bir mana yüklerler. On dört masum dedikleri şahısların tamamının sözlerine “hadis” derler. Bu kadar da değil. Mesela en meşhur hadis kitapları olan Kuleynî'nin el-Kâfî’sinde, Kuleynî’nin bizzat kendinin uydurduğu sözlere de hadis denmektedir. Bir başka hadisçileri (!) el-Meclisî, Kâfi’deki 16 bin sözden sadece 4 bininin hadis olduğunu, kalanlarını Kuleynî’nin yazdığını, Kayıp İmam’a onaylattığını, o “Şiamız için kâfidir” dediği için de kitabın isminin el-Kâfi olduğunu söylemiştir.
Şiîlerin sahabe anlayışları da Kur’an’a terstir. Birkaç sahabe dışında Ashab-ı Kiram’ın tamamının sapkın olduğunu iddia ederler. Hâlbuki Kur’an’da Tevbe Sûresi 100. âyette, Muhacir ve Ensar’ın Allah’ın rızasına mazhar oldukları ve ebediyen cennetle müjdelendikleri ifade edilir. Keza Haşr Sûresi 8-9. âyetlerde de Muhacir ve Ensar övülmektedir. Tevbe 40. âyette Hz. Ebubekir’in, Hz. Peygamber’in arkadaşı olduğu bildirilmiştir. Bu kadar açık naslara rağmen sahabeyi toptan reddetmek Kur’an’la çelişir. Şiîliğin kendi kaynaklarında yer alan “Kureyş’in iki putu” duasında Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e beddua edilir. Bu dua, faziletli bir ibadet gibi sunulur. Hz. Ali elbette ki baş tacımızdır; ancak onu öne çıkarıyor gibi gözüküp diğerlerini kötülemek İslâm’la bağdaşmaz, kabul edilemez. Caferîlik ismiyle anılan yapı, Hz. Cafer es-Sâdık’ın kurduğu bir fıkhî mezhep değildir. Ona ait bir fıkıh eseri de yoktur. O, Ehl-i Beyt’in mümtaz bir büyüğü, maneviyat önderidir. İmam Azam’ın da saygı duyduğu, ilminden istifade ettiği bir şahsiyettir. Ancak Şiîliğin Caferîlik adı altında ona izafe ettiği görüşlerin çoğu ona ait değildir. Bu yapılanmaya adını veren Caferler, az önce ismini andığımız Kuleynî ile yine güya bir başka hadisçileri (!) olan Kummî’dir. Çünkü ikisinin de ön adında “Cafer” geçmektedir. Dolayısıyla “Caferîlik” adı, Hz. Cafer es-Sâdık’a değil, bu iki Şiî şahsa dayanır. Bu, Cafer-i Sadık’ın suiistimalidir. İşte bütün bu sebeplerle Caferîlik mezhep değil, fırkadır. Dolayısıyla kim Caferîliği “beşinci hak mezhep” olarak sunarsa, hem tarihî hakikatlere hem de İslâm kaynaklarına ters düşmüş olur. Hayrettin Karaman’ın bu konudaki yaklaşımı ilmen de, dinen de kabul edilemez.
Hayrettin Karaman'ın doktora yapanlar müçtehittir demesini yahut kendini de müçtehit kabul etmesini nasıl değerlendirirsiniz?
Müçtehit, Kitap ve Sünnet’ten, yani yüce dinimizin kaynaklarından, Allah Teâlâ’nın emir ve muradı istikametinde hüküm çıkaran kişi demektir. Nisâ Sûresi 59 ve 83. âyetlerdeki “ulü’l-emr” ifadesinin bir manası da, müçtehit seviyesindeki âlimlerdir. Mesela Nisâ: 83’te ulü’l-emrin istinbat kabiliyetine sahip olduğu ortaya konulur. Dinî hükümlerin önemi ne kadar büyükse, bu hükümleri çıkaracak âlimin donanımı, kendini yetiştirmesi, kalbî ve aklî yeterliliği de o kadar önemlidir. Bu tespitten hareketle şunu çok rahat söyleyebiliriz: “İlahiyat doktorası yapanlar müçtehittir.” sözü, tam bir skandaldır. Böylesine ciddi bir meseleyi ayağa düşürmektir. Bu söz eğer cehaletle söylenmişse, bu kadar cahillerin içtihattan söz etmeye hakkı olamaz. Yok, eğer bilerek, maksatlı olarak söylenmişse, o zaman durum çok daha vahimdir. Hayrettin Karaman’ın kendini müçtehit kabul etmesi ise zaten trajikomik bir durumdur.
Bilmeyenler için hatırlatalım: Yıllar evvel katıldığı bir televizyon programında sunucunun “Efendim, şimdi soracağımız sorulara bir müçtehit olarak mı cevap vereceksiniz?” şeklindeki sorusuna o, “Evet” diye cevap verebilmiştir. Çok tepki aldığı bu hadiseden sonra, konuyu Yeni Şafak Gazetesindeki köşesine de taşımış ve 4 Ocak 2015 tarihli, İthamlar ve Gerçekler adlı makalesinde şöyle yazmıştır: “Bu suç mu? Günah mı? Ayıp mı? Benim için başkaları ‘o müçtehittir’ diyorlar. Ben de dinî meseleleri -daha ziyade yeni meseleleri- taklit metoduyla değil, delillere bakarak çözmeye çalışıyorum. Bu arada büyük müçtehitlere ve ilim adamlarına da saygım tam olup, onlardan da istifade ediyorum.” Bu sözlerle müçtehitliğini gerekçelendirdiğini zannediyor. Madem Karaman’ın bu sözüne trajikomik diyoruz, onun müçtehit olamayacağını söylüyoruz; o zaman içtihat etme yetkisi kimdedir; bunu da açıklamamız lazım. Malumunuz içtihat kapısı açık mı kapalı mı meselesi var. İçtihat kapısı hükmen ve ilmen -evet- açıktır; fakat içtihat edecek müçtehit fiilen bulunmamaktadır. Bu son derece kritik bir noktadır. İslâm hukuku, kıyamete kadar karşılaşılacak bütün olaylara karşı çözüm üretecek bir yapıya sahiptir. Bu yüzden hükmen ve ilmen içtihat kapısının açık olması gerekir ve nitekim de öyledir. Ancak pratikte bu vasfa sahip bir âlim bulunmadığı durumlarda, ehliyetsiz bir kimsenin müçtehitlik iddiasıyla çıkması ve keyfine göre fetvalar vermesi asla kabul edilemez. Bu, İslâm’ı tahrife kadar varabilecek bir sapmadır. Günümüzde bir müçtehit yoktur ve -ne yazık ki- onu yetiştirecek ortam da yoktur. Geçmişe baktığımızda ilimde ruhsat sahibi birçok âlimin, mutlak müçtehit olan bir mezhep imamına tâbi olduğunu görüyoruz. Bu durum, bize içtihadın ne kadar hayatî bir mesele olduğunu göstermektedir. Ehliyetli bir müçtehide tâbi olan ve onun fetvalarıyla amel eden bir Müslüman doğru yoldadır, istikamet üzerindedir. Bu yolu tercih etmeyenler ise lisan-ı hâlleriyle “Biz de müçtehidiz, dinin kaynaklarından biz de hüküm çıkarabiliriz.” demek istemektedirler. Bu, son derece mesnetsiz bir tutumdur. Bu tavrı benimseyenler hem kendilerini hem de peşlerinden gidenleri helâke sürüklüyorlar.
Burada çok teknik konulara girmek istemem ama meselenin ciddiyeti anlaşılsın diye söylüyorum; müçtehitlerin tabakaları vardır. Mesela mutlak müçtehit vardır, mukayyet müçtehit vardır. Mutlak müçtehit, şer’î meselelerin tamamında içtihat ehliyetine sahiptir. Dört mezhep imamımız böyledir. Mukayyet müçtehit ise bazı meselelerde içtihada ehildir. Bunlar, içtihat edemedikleri konularda diğer mutlak müçtehitleri taklit ederler. İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed de bunlara örnektir. Ayrıca hiçbir mezhep imamı “Ben mutlak müçtehidim ve buna dayanarak bir mezhep kuruyorum.” diye yola çıkmamıştır. Onları bu mertebeye, belirli ölçüler çerçevesinde sair ulema oturtmuştur. O müçtehide tâbi olanlar da bir mezhep meydana getirmiştir. Yani o imamın arkasından gidilmiş ve onun yolu bir fıkıh mektebi hâline gelmiştir. Buna Hanefîlik Şafiîlik, işte Hanbelîlik Malikîlik denmiştir. Mezheplerin masa başında kurulduğunu sanmak büyük cehalettir. Bir hususu daha eklemek isterim ki bu da çok önemlidir. İslâm’da “ilm-i vehbî” diye bir kavram vardır. Yani bir kimse zâhirî manada hükümleri ve delilleri bilse de, bir de işin kalbî boyutu vardır. Bu kalbî boyut müfessirler için de müçtehitler için de çok mühimdir. İlm-i vehbî, Allah Teâlâ’nın kulunun kalbine takvâyı yerleştirmesi, azimeti koyması ve ona Allah’ın nuruyla bakmayı öğretmesidir. Allah’ın nuruyla bakmayı bilmeyen biri müçtehitliğe kalkışsa, mutlaka yanlışa düşer. Fakat ilm-i vehbîye sahip bir müçtehit, hata yapacağı anda kalben uyarılır. Bu yüzden müçtehitleri birer insan-ı kâmil olarak görmek mecburiyeti vardır.
Şimdi size müçtehitliğin ne kadar zor ulaşılır bir makam olduğuna dair bir örnek vereceğim. İslâm âlimleri içinde İmam Gazzâlî müstesna bir mevkie sahiptir. İslâm’ın her sahasında kalem oynatmıştır. İhyâ-u Ulûmi’d- Dîn bunun açık bir ispatıdır. Aynı zamanda El-Müstasfâ adlı bir fıkıh kitabı da vardır. Felsefe ve Kelâm sahasında da yazmış ve felsefecilere adeta pabucu ters giydirmiştir. Farabî, İbn Sina, İbn Rüşd ve Kindî gibi felsefecilerin görüşlerine cevap verip yanlışlarını ortaya koymuştur. Tuhafetü’l-Felâsife adlı eserinde felsefecilerin 20 yanlışını tespit eder; bunlardan 17’sinde dalâlet, üçünde ise küfür bulunduğu sonucuna varır. Böyle bir âlimden söz ediyoruz. Bütün İslâm âlimleri, İmam Gazzâlî’yi “mütekaddimûn” (önceki âlimler) ile “müteahhirûn” (sonraki âlimler) arasında bir köprü kabul etmişlerdir. Kendisine “Hüccetü’l-İslâm” yani “İslâm’ın delili” unvanı verilmiştir. Ve hiçbir İslâm âlimi bu makama itiraz etmemiştir. Bu sebeple İmam Gazzâlî’yi örnek gösteriyorum. İşte bu İmam Gazzalî İslâm’ın her sahasında ehliyetli olmasına rağmen, bir müçtehide tâbi olma zarureti hissetmiştir. Zâhiren kararını veremeyince, aklı gönlü bu işle meşgul iken bir gece rüyasında bir bina görür. Binanın dört kapısı vardır ve her birinin üstünde bir isim yazmaktadır. Birinde İmam Azam Ebu Hanife, diğerinde İmam Şafiî, bir diğerinde Ahmed bin Hanbel, ötekinde İmam Malik. Gazzâli, İmam Şafiî’nin kapısından girer. “İşte benim yolum bu!” der ve uyanır. Böylece İmam Şafiî’ye tâbi olması gerektiğini anlar ve olur. Yalnızca bu hadise bile içtihadın ne kadar hayatî bir mesele olduğunu ortaya koymuyor mu? Elbette ki koyuyor.
Bir örnek daha vereyim. Fakihler yedi tabakaya ayrılır. Hepsini saymayacağım. Yedinci, yani en alt tabakada olanlara “ashab-ı taklid” denir. Bunlar müçtehit derecesinde olmayan fıkıh âlimleridir. Hanefî mezhebinin temel kitaplarından olan sekiz ciltlik fıkıh kitabının sahibi İbn Abidin, işte bu en alt tabakadadır. Şimdi sen kalkıp diyorsun ki, bir doktora öğrencisi de içtihat edebilir, müçtehittir. Dalga mı geçiyorsun? İslâm’ı hafife almak mı istiyorsun? Nedir derdin? 1400 yıldan beri bu kadar müçtehit, Allah’ın Kitabı’nı bize izah etti. Fetvalar verdi. Hadisler büyük bir titizlikle ele alındı, incelendi. Ve onları takip eden ulema da bu müçtehitleri tasdik etti, haklarında hayır dua etti. Sana ne oluyor ki kalkıp bunları sıfırlayarak yeniden bir içtihat ve müçtehit tarifi yapmaya kalkışıyorsun? Yakışır mı bu? İnsan Allah’tan korkar. Ümmet-i Muhammed’i saptırmaya kimsenin hakkı yoktur. Şimdi bakınız, bu konuda İmam Gazzâlî ne diyor? Yani müçtehit olmayanın ne yapması gerektiğini nasıl açıklıyor: Mukallidin -yani Kur’an’dan ve hadislerden hüküm çıkarma gücü olmayanların– taklit ettiği ve uyduğu mezhep imamının sözü dışına çıkması caiz değildir. Her yönden ona uyması gerekir. Mezhep imamına muhalefet, çirkin bir harekettir ve kişi bu muhalefeti sebebiyle günahkâr olur. Gazzâlî bunu, Ahmet Serdaroğlu tercümesiyle yayımlanan İhyâ’nın 2. cilt, 803. sayfasında anlatır. Gazzâlî, kendi yaşadığı asrın, (hicrî 5. asır.) müceddididir, yani dinin yenileyicisidir. Allah Allah! Müceddid bir şahsiyet bile kendini müçtehit seviyesinde görmüyor ve bir müçtehide tâbi oluyor. Buradan, içtihadın ve müçtehitliğin ne kadar derin bir mesele olduğu ortaya çıkıyor. Gazzâlî ne diyor? “Bu asırda müçtehit yoktur. Müçtehit olmayanlar da kendilerine sorulan meseleye, ancak bağlı oldukları mezhep imamından nakil yaparak cevap verirler. Kendi görüşlerine göre cevap veremezler. Mezhep imamının içtihadını terk etmeleri caiz değildir.” Evet, Gazzâlî hicrî 5., miladî 11. yüzyıl için “Bu dönemde müçtehit yok!” diyor. O tarihten 9 asır sonra, yani günümüzde bazı şahısların müçtehitliğe soyunmaları nasıl bir hadsizliktir, varın artık siz düşünün! Nasıl trajikomik bir manzarayla karşı karşıyayız?
Şimdi bu noktada “İçtihadın şartları nelerdir, müçtehidin taşıması gereken vasıflar nelerdir?” buna temas edelim. Elimizdeki kaynak, Hayrettin Karaman’ın “İslâm Hukukunda İçtihat” adlı kitabı. Sayfa 175. Konu başlığı: İçtihat Ehliyeti. Karaman bu kitapta, İmam Şafiî’den nakille içtihadın şartlarını veriyor. Bakalım ne diyor? “Kıyas için gerekli âleti elde eden kimseden başkası kıyas ve içtihat yapamaz. Bu da: Allah’ın Kitabı’nın hükümlerini, farzını, edebini, nâsihini, mensûhunu, âmmını, hâssını ve irşadını bilmektir. Kitabın tevile açık yerlerine Sünnet ile yaklaşmak, Sünnet yoksa İcmâ ile; İcmâ da yoksa Kıyas ile istidlal etmektir. Geçmiş sünnetleri, selefin sözlerini, insanların icmâ ve ihtilafını, Arap dilini bilmeyen kimsenin kıyas ve içtihat hakkı yoktur.” Şimdi burada durup soralım: Bu şartlardan hangisi bir doktora öğrencisinde vardır ki siz “Doktora öğrencisi kıyas yapabilir” diyorsunuz? Devam edelim. Son bir madde daha sayıyor, yine İmam Şafiî’den: “Bir kimse aklı sağlam olmadıkça, şüpheli olan şeyleri birbirinden ayıramadıkça, aceleci davranmayıp iyice tahkik etmedikçe kıyas yapmamalıdır.” Hayrettin Karaman, burada İmam Şafiî’den sonra başka imamlardan da içtihatla ilgili şartlar aktarıyor. Mesela İmam Gazzâlî, içtihat ve fetva için iyi niyet ve ahlâkî yeterliliği de şart koşar diyor. Yine soruyoruz: Mezhep imamlarının ve büyük âlimlerin belirttiği bu şartların hangisi gerçekleşti ki siz “Doktora öğrencisi içtihat yapabilir” diyorsunuz? Ya siz hangi şartlara dayanarak içtihat yapıyorsunuz? Bütün bu şartları kitabınızda anlatıyor, sonra da bu şartları bir kenara atıp “Ben de müçtehidim.” diyorsunuz. Bu, İslâmî ölçülerle izah edilebilecek bir durum mudur? Şimdi bu şart ve vasıflar ışığında Karaman’ın tavır ve söylemlerini biraz daha değerlendirelim: Okuduğumuz pasajda “Allah’ın Kitabı’nın hükümlerini bilmek” şartı koşuluyor. Peki, Bakara Sûresi 62. âyeti bağlamından koparıp, imanın altı şartını Yahudi ve Hristiyanlar için ikiye indiren siz değil misiniz? Bu âyeti geçmiş ulemanın yaptığı gibi siyak ve sibakına bakarak, nüzul sebebiyle birlikte, Kur’an’ın genel mesajı içinde değerlendirmediniz. Sadece akıl yürütmeyle tefsir yaptınız. Bu metodun Kur’an ilminde bir karşılığı yoktur. Üstelik, komisyon başkanlığını yaptığınız Kur’an Yolu adlı tefsirde, Ehl-i Kitap’la ilgili hemen her âyette Tevrat ve İncil’e atıf yapılıyor. Bu kitaplardan güya “delil” getiriliyor. Siz, daha saydığınız bu ilk şartı taşımıyorsunuz. Nasıl oluyor da Kur’an hükümleri karşısında müçtehitlik iddiasında bulunuyorsunuz? Sonra “Selefin sözlerini bilmek” şartı var. Kur’an Yolu tefsirinizde selefin sözlerine ne kadar yer verilmiştir? Belki “verildi” diyebilirsiniz. Ama görüyoruz ki, bu tür alıntılara, sadece dinlerarası diyalog mesajına zarar vermediği sürece yer veriliyor. Yani geçmiş ulemadan sadece kendi çizginizle uyumlu olan görüşleri seçiyorsunuz. Onlara bakışınızı gazete yazınızdaki şu cümlenizle ifade ediyorsunuz: “Bu arada büyük müçtehitlere ve ilim adamlarına saygım tam olup, onlardan da istifade ediyorum.” Hayır. Saygı göstermek ve istifade etmek yetmez. Esas olan, onların izinden gitmektir. Yöntemlerini benimsemek ve onların çizdiği çerçeve içinde kalmaktır. İşinize geleni almak, işinize gelmeyeni yok saymak istifade değil, suiistimaldir. Dolayısıyla bu şartı da taşımıyorsunuz. Bir diğer maddede içtihat ehliyeti için “aklın sağlam olması” şart koşulmuş. Aklın sağlam olması, akl-ı selim sahibi olmak, ancak vahiyle mümkündür. Peki, siz, 1998’de katıldığınız Abant Toplantısında “Akılla vahiy çatıştığında akıl tercih edilir.” şeklindeki bir maddenin de yer aldığı sonuç bildirisine imza atarken, vahiy karşısında hangi aklı esas aldınız? Bu şartların tamamını kendi kitabınızda zikretmişsiniz. Fakat fiiliyatınız, bu şartlarla taban tabana zıt bir durumdadır. İmam Şafiî bir mezhep imamı ve mutlak müçtehittir. Peki, Reşid Rıza’nın “Mezheplerin Birliği” adı altında mezhepsizliği propaganda eden Muhâverâtü’l-Müslim ve’l-Mukallid / Telfik-i Mezâhib adlı kitabını, “Gerçek İslâm’da Birlik” adıyla basan siz değil misiniz? Bu tavrınız, zımnen “İmam Şafiî öyle düşünebilir ama biz kendi bildiğimizi okuruz.” anlamına gelmiyor mu? Hayrettin Karaman’ın reformist ve tahrifatçıların görüşlerini de içtihat diye takdim etmesi ayrı bir fecaattir. Şimdi size Karaman’ın içtihat meselesine nasıl baktığını tüm açıklığıyla ortaya koyan bir yazısından bahsetmek istiyorum. Yazının adı: İslâm Dünyasında Yerli İçtihat Teşebbüsleri. Aynı zamanda İslâm’ın Işığında Günün Meseleleri adlı kitabının içinde yer alan bu yazıya, internetten ulaşabilirsiniz. Karaman bu yazıda, ilmî gücü olanların içtihat yapmaları, yani bir müçtehide ve mezhebe bağlılığı terk etmeleri gerektiğini söylüyor. Dahası, avam denilebilecek bütün Müslümanları da müçtehitliğe teşvik ediyor. Şu işe bakın! Bizim reformist diye bahsettiğimiz tüm tahrifatçıları -Afganî, Muhammed Abduh, Reşid Rıza ve Abdülvehhab’ı- adeta taklitle savaşan birer kahraman gibi takdim ediyor. Buradaki “taklit” kavramının, “bir mezhebe bağlılık” anlamında kullanıldığını özellikle hatırlatmak isteriz. Karaman, bu kişilerin tüm görüşlerini “içtihat” olarak değerlendiriyor ve onları birer ıslahatçı ve müçtehit olarak lanse ediyor. Afganî’nin birçok İslâm ülkesinde mektep şahsiyet olarak tanındığını söylüyor. Hâlbuki Afganî, aslen İranlı bir Şiî olup, Batı’nın İslâm ülkelerindeki önde gelen ajanlarından biridir. Masonluk belgesi olduğunu önceki sorularınızı cevaplarken ifade etmiştik. Kendisi gibi mason olan Abduh ve Reşid Rıza ile birlikte İslâm dünyasında “reform”u yerleştirmek için canla başla çalışmışlardır. Bu yüzden onlara “üç sarıklı şövalye” denmiştir. Netice itibarıyla bu sapkın kişileri birer müçtehit gibi tanıtmak ve buna bir de “dinde yenileme”, “tecdit”, “ihya” gibi kavramlarla meşruiyet kazandırmak ne büyük bir çelişkidir. İhya nerede, tecdit nerede, sizin görüşleriniz nerede? Sonuç; Hayrettin Karaman bu sözleriyle beraber içtihadı bağlamından çıkarmış, hedefinden saptırmış ve ayağa düşürmüştür. Asla kabul edilemez. Reddediyoruz.
Hayrettin Karaman'ın içtihadı kolaylaştırma yönelimi için ne söylemek istersiniz?
İçtihadın şartlarına tâbi olunduğunda Kur'an ve Sünnet çizgisinde kalınır. Bu şartlara riayet edilmezse, Kur'an ve Sünnet çizgisinden uzaklaşılır, çelişkilere düşülür, hüküm saptırılır. Allah'ın muradı, Resûlullah'ın haber verdiği gerçekler ters yüz edilir. Dinin saptırılması işte bu şekilde meydana geliyor. O zaman şunu söyleyebiliriz: Ehil olmayan kimselerin seslendirdiği içtihadı kolaylaştırma fikri, içtihadı kolaylaştırmak değil, içtihadı çığırından çıkarmak anlamına gelir. Bunu önemle vurgulamak istiyorum. Bir müçtehidin gerçek anlamda müçtehit olabilmesi için, 20'den fazla ilim bilmesi gerekiyor. Buna ilm-i vehbîyi de ilave etmiştik. Manevî yönden, kalben ve ruhen, Allah Teâlâ'nın muradını anlamak konusunda basiret ve ferasete sahip olmak demektir bu. Bununla beraber, pratik bir sonuç vermesi açısından bir müçtehidin taşıması gereken üç önemli şartı söyleyeceğim şimdi.
Bir: Hüküm ifade eden ne kadar âyet ve hadis varsa, hepsini ezber bilecek. Manasıyla, ne anlatılmak istendiğiyle birlikte tabii ki.
İki: Güçlü bir hafızaya sahip olacak. Hıfz etme kabiliyeti yani. Bir şeyi okuduğu zaman kolayca ezberleyecek ve hafızasında tutacak. Buradan girip öbür taraftan çıkarsa, o kimseden müçtehit olmaz.
Üç: İçtihat edeceği zaman, bir bakışta bütün İslâmî hükümleri bir arada görebilecek. Buna kuş bakışı bakabilmek deniyor. Yani öyle bir hüküm verecek ki, diğerlerine ters düşmeyecek. Çelişki meydana gelmeyecek. Aklını ve kalbini birlikte kullanacak. Nakli esas alacak, aklını ve bütün şahsî kabiliyetlerini o naklin emrine verecek. Allah’ın boyasına boyanacak.
Müçtehit bu. Bu müçtehidin içtihatları Kur’an ve Sünnet’e mutabık olur. İcmâ’a mutabık olur. Ama bu olmadığı zaman, kişi kendi keyfine göre, kendi hevâsına göre konuşmuş olur. Böyle bir insanı yetiştirecek eğitim sistemi var mı şu anda dünyada? Kendisi gibi âlim yetiştiren, Allah Teâlâ'nın emrini ve yolunu bilen, Kur'an ifadesiyle “ruhsat sahibi âlim” var mı? Yok. Burada önemli bir şey söyleyeceğim şimdi. Yine Gazzâlî’den. İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn’in I. cildinde geçiyor. Bu mübarek zât, mezhep imamlarını -özellikle dört mezhep imamını- tek tek anlatıyor ve hepsinin de takvâ ve azimet sahibi olduklarını, Allah korkusunu zirvede yaşadıklarını söylüyor. Bu özellikleriyle onları meth ü senâ ediyor. Bir âlimin, zirveye çıkmış bir âlimin, müçtehitleri böyle takvâ ile vasıflandırarak anlatması bize neyi öğretir? Bize kalsa deriz ki, bunlar zâhir âlimleriydi, sadece fetva verirlerdi. Hayır. Bunların en önemli vasıfları takvâlarıdır, azimetleridir. Bu noktada aldanışa düşüyoruz. İslâm âlimlerini anlamak öyle kolay değil. İmam Azam’ın takvâ hayatını bir incele, bak. İmam Şafiî’nin takvâ hayatını bir incele, bak. Bunları bilmeyen adamlar, çelik çomak oyunu oynarlar. Burada bir mesele daha var, onu da belirterek bu soruya da son noktayı koyalım. Diyeceksiniz ki “Kardeşim tamam, müçtehitlerin vasfı böyle, içtihadın şartları böyle, anlattın çok güzel… Peki, yeni çıkan meseleler var, bunlara nasıl cevap vereceğiz?” Zaten bugün içtihat ehliyeti olmayanların müçtehitlik taslamasının bahanesi bu: “Biz yeni çıkan meseleler için fetva üretiyoruz.” diyor adamlar. O zaman onlara denir ki, bu tür çalışmalar ancak sistemleşmiş İslâm hukukunun metotları, geçmiş müçtehitlerin rehberlikleri ve ortaya koydukları müktesebat esas alınarak yapılabilir. Keyfe göre yapılamaz. Bu bir usûl meselesi, sistem meselesi. Bugün içtihat şartlarını taşıyan kimseler olmadığına göre, yeni çıkan fıkıh sorunlarını çözüme kavuşturmak icap ettiğinde, müçtehit değil ama “uzman” denebilecek fıkıhçılar, heyetler hâlinde bir araya gelip, fıkıh ve fıkıh usûlü ilimlerinin ölçülerine sadık kalarak fetvalar verebilirler. Bu, yeniden hüküm vermek değildir. Eski ulemaya tâbi oluyorsun. Ve bunu da bir kişi yapmıyor, heyet hâlinde yapıyorsun. O zaman ne olur? Allah Teâlâ bu heyete rahmetiyle muamele eder, onları doğru fetva vermeye muvaffak kılar. İşte, yeni meselelere cevap getirmenin yolu budur. Bunlar öyle mi yapıyor? Yok. Halka diyor ki: “Siz de içtihat edebilirsiniz.” Doğru dürüst Arapça bilmeyen, efendime söyleyeyim, İslâm hukukundan haberi olmayan, fıkıh usûlü bilmeyen, fıkıh meselelerini bilmeyen, hüküm ifade eden âyet ve hadisleri bilmeyen kimseye sen diyorsun ki: “Sen bir müçtehitsin, fetva verebilirsin.” Yazıktır, günahtır. Ümmeti saptırmaktır bu. Dikkat etmek gerekir.
Peki, Hayrettin Karaman neden böyle bir hataya düşüyor? Nerede yanlış yapıyor? Onu da belirterek bitirelim. Hayrettin Karaman’ın yanlışı, özellikle akâid ve fıkıh konularında Ehl-i Sünnet’in temel kaynaklarını ve tarih boyunca ortaya konan müktesebatı, kendi görüşlerini destekler mahiyette ise referans alması; işine gelmediği durumlarda da yok sayması ve “çağdaş” denen dünyayı merkeze koyarak hareket etmesidir. Hâlbuki bir Müslüman, bir müçtehit, bir fakih, hüküm vereceği zaman merkeze Kur’an ve Sünnet’i koyar; çağın şartlarını değil. “Çağın şartı” deyince neyi kastediyorsun? Dünyayı istila eden Avrupa kültürünü mü kastediyorsun? Çağın şartları bu mu? Sen eğer İslâm dairesinde kalıp gerçekçi bir hüküm vereceksen, bunu İslâm’ın kaynaklarının derinliklerinde arayacaksın. İslâmî kaide ve kuralları çağın şartlarına uydurmaya kalkmayacaksın. En büyük tahrifat budur. Sen buna ister “ihya” de, ister “ıslah”, ister “cedîd”, yani “yenileme” de. Ne dersen de, hepsi tahrifattır. Hepsi reformdur. Çağdaş denen dünyayı merkeze aldığın zaman sapıtırsın. Bunun en ibretli örneği de, önceki sorularınızda anlattığımız Kur’an Yolu Tefsiridir. Yahudi ve Hristiyan’ı memnun etmek, Batı ile bütünleşmek adına Kur’an hükümlerini saptırmak. İşte “çağdaşlık” denen hurafe budur. Karaman, gerek bu Kur’an Yolu’nda gerekse de kendi kitap ve yazılarında -etkisinde kaldığı reformistler sebebiyle olacak ki- muharref dinlerin müntesiplerinin de âhirette kurtulacakları yönünde görüşler ortaya koymuştur. Çok yazık. İşte ehliyeti olmadığı halde müçtehitliğe soyunan kimselerin varacağı sonuç budur.
Tam da onu soracaktım: Hayrettin Karaman'ın Yahudi ve Hristiyanları iki iman şartı ile cennete sokmasını (!) nasıl yorumlarsınız?
Kur’an-ı Kerim’de imanın altı şartı her yerde toplu halde sayılacak diye bir kural yoktur. Mesela Âl-i İmran Sûresi 110. âyette Ümmet-i Muhammed’in vasfı olarak “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” deniyor. Burada “Allah’a inanırsınız” ifadesi, bütün iman şartlarını içine alıyor. Kur’an’ın metodunu ve usulünü böyle görmek lazım. Sorunuza mesnet olan Bakara: 62’de de iki iman şartına dikkat çekilmiş: Allah’a ve ahirete iman. Bu, hâşâ diğer dört şarta gerek yok demek değil. Âyetin devamında bu şekilde inanan kimseler için “Onlara Rableri katında mükâfat vardır; onlar korkuya uğramayacaklar, mahzun da olmayacaklardır.” deniyor. Bu makamı kazanabilmek için imanın kâmil olması gerekir. Demek ki bu âyette iki iman şartından bahsedilmesi, şirke düşmüş olan Yahudi ve Hristiyanları bu halleriyle cennete sokmak için değil. İki iman şartı, diğer şartları da muhtevi bir şekilde kâmil imanı anlatıyor. Bunun böyle olduğuna dair, birçok arkadaşımız, kardeşimiz, diyalogculara cevap sadedinde yazılar yazdı. Bir örnek vermek istiyorum. Dr. Mehmet Sürmeli kardeşimizin -ki tefsir sahasında uzmandır- 13 sayfalık bir yazısı var. Bu yazıda, Bakara Sûresi 62. âyetin pek çok muteber tefsirdeki izahına yer veriliyor. Bu âyet-i kerimeye yanlış mana verenler nerede, neden yanlış yapıyor; bu da anlatılıyor. Bu makaleyi bizi takip eden kardeşlerimize tavsiye ediyorum, mutlaka okusunlar. Burada bir diğer önemli husus da şudur. Kur’an-ı Kerim’de geçen bir konu üzerinde çalışacak, söz söyleyecek bir kişinin, o konuyla ilgili bütün âyetleri dikkate alması gerekir. Buna bugün tefsirde “kaplam alanı” deniyor. Yani bir âyet-i kerimede anlatılan konu neyse, onunla ilgili kaç tane daha âyet varsa, hepsi incelenecek. Hiçbirine ters düşülmeyecek. Bu da yetmez, o konuyla ilgili hadisler ve hatta İcmâ da esas alınacak. Ona göre hüküm verilecek. Peki Karaman ne yapıyor? Bunların hiçbirini dikkate almadan, kendi kafasına göre Yahudi ve Hristiyanları iki iman şartıyla cennete sokmaya çalışıyor. Bunu böyle açık söylemese de ima ediyor. Esasen Karaman’ın bu konudaki sicili epeyce kabarıktır. Mesela "Polemik Değil Diyalog" adlı kitabın 41. sayfasındaki bir ifadeyi okuyorum: “Bütün insanların Müslüman olmaları dinin, Kur’an’ın hedefi değildir.” Allah Allah! Şu işe bak. Yani bütün insanların Müslüman olmaları gerekmiyor. E Müslüman olmaları gerekmiyorsa demek ki kendi inançları da hak. Onları kurtuluşa erdirebilecek türden. Hâşâ! Böyle bir şey olabilir mi? Bu, yüzlerce, belki binlerce âyete ters bir hezeyandır. Başka bir ifade: Yine aynı kitaptan, sayfa 35: “Müslümanların çoğu, Peygamber’in bütün din sâliklerini İslâm’a çağırdığına inanırlar.” Kim böyle inanıyormuş? Müslümanların çoğu. Yani hepsi değil. Demek ki bu hususta bir görüş birliği yok. Hâşâ! Görüş birliği olmadığına göre, diğer din mensuplarının İslâm’a çağrıldığı da kesin değil o zaman! Yani onlara -mesela Yahudi ve Hristiyanlara- “Siz dininizde kalın.” mı denmiş oluyor? Peki, o zaman Âl-i İmrân: 64’teki hitap kimedir? “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin. Eğer onlar yine yüz çevirirlerse, deyin ki: Şahit olun, biz Müslümanlarız.” Ki daha önce bu âyetin izahını yapmaya çalışmıştık. Demek oluyor ki, Yahudi’si, Hristiyan’ı ve başka ne kadar insan varsa, bütün hepsi Hz. Peygamber’e (s.a.v.) tâbi olmakla mükelleftir. Onun için İslâm âlimleri ümmeti ikiye ayırırlar: Ümmet-i icabet, ümmet-i davet. Yani Hz. Peygamber’i tanıyanlar, O’na icabet edenler, gerçek Müslümanlardır. Geri kalanlar da toptan ümmet-i davettir. Hepsi de Hz. Peygamber’in davetine uymaya mecburdur. Gayet açık değil mi? Sen diyorsun ki, “Bütün din mensupları İslâm’a çağrılmıyor.” Nereden çıkardın bu ölçüyü sen? Âyetlere ters bu. Başka? Yine aynı kitap, 35. sayfa: “Peygamberimiz, Yahudiler mutlaka Müslüman olsun demiyor; Hristiyanlar mutlaka Müslüman olsun demiyor.” Devam ediyor: “Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap’la ilgili devamlı vurgulanan şey; Allah’a iman, ahirete iman ve amel-i salihtir. Burada ‘Peygamber’e iman edin’ denmiyor.” Dikkat edin, demin Bakara Sûresi 62. âyet sadedinde işaret ettiğimiz yanlış, burada bir kez daha tekrar ediliyor. Kur’an’daki âyetlerin bütünlüğüne bakılmadan, Ehl-i Kitap hakkında inen binden fazla âyet ve nüzul sebepleri göz ardı edilerek, Müslümanlar için altı olan iman şartı, Yahudi ve Hristiyanlar için ikiye indiriliyor. Hâşâ, Cenâb-ı Hak Kur’an’da insanlara çifte standart mı uyguluyor? Bunu mu ima etmek istiyorlar acaba? Ne kadar acı bir tablo. Bu ifadeler, Ehl-i Kitab’ın zımnen kurtulmuş gibi gösterildiğini ortaya koyuyor. Sanki onların cennete girmesi mümkündür, Müslüman olmalarına gerek yoktur gibi bir anlam seziliyor. İşte, dinlerarası diyaloğu esas alırsan, varacağın sonuç budur.
Tabii Karaman bu ifadelerinden dolayı çok tepki aldı. Ve bir açıklama yapmaya mecbur kaldı. Ama o da özrü kabahatinden büyük nev’inden. Şöyle diyor: (Bakara Sûresi 62. âyetiyle ilgili olarak) “Ben bu görüşü benimsediğimi söylemedim, savunmadım; yalnızca naklettim ve delillerini verdim. Ayrıca bu görüşün savunulabileceği kanaatindeyim.” İşte, buyurun. Yahudi ve Hristiyanları cennete koyma yorumunu savunmamış ama “savunulabilir” buluyormuş. Demagoji değil de ne bu? Apaçık bu görüşü meşrulaştırıyor. Ama Kur’an’daki Ehl-i Kitap’la ilgili binden fazla âyetle çelişiyorsun, farkında mısın? Şu cümlesini bir kere daha okuyalım: “Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitap’la ilgili olarak vurgulanan esas, iki iman şartı ve salih ameldir.” Bir kimse altı iman esasına inanmadan, salih amel işleyebilir mi? İmam Gazzâlî’nin ifadesiyle salih amel, Peygamber Efendimize tâbi olmaktır. Hz. Peygamber’e uymayan O’nun risaletini reddeden kişilerin yaptıklarına “salih amel” demek ve böylece onları da cennete koymak nasıl izah edilebilir? Ne dense azdır. Polemik Değil Diyalog’dan son bir örnek daha vermek istiyorum. Malumunuz, Mâide Sûresi 17. âyet açıkça, “Meryem oğlu İsa Allah’tır” diyenlerin kâfir olduğunu bildiriyor. Karaman, buna rağmen şöyle diyor: “Bugün bazı Hristiyanların ‘Allah’ın oğlu’ ifadesinden kastı, Allah’ın rahmetidir.” Şu savunmaya bakın. Yani adam Allah’a şirk koşuyor, sen onun maksadının aslında rahmet olduğunu söylüyorsun. Peki, bu durumda Mâide Sûresi 17. âyet ne olacak? Hâşâ, Allah Teâlâ bu âyeti boşuna mı indirdi? Hâşâ, Allah yanılıyor mu? Bütün bu örnekler, Hayrettin Karaman’ın akâid yönünden ne büyük hata ve ihlaller içinde olduğunu açıkça göstermektedir. Bu sorunuzun cevabını küçük bir anekdotla bitireyim: İnternette videosu vardır, dileyenler bakabilir. Merhum ilahiyatçı Prof. Dr. Ali Murat Daryal, Fatih Altaylı’nın programında Karaman’ın kitabından bu hezeyanları okuyor ve bunun dinimizi, akâidimizi saptırmaya yönelik çok korkunç bir cürüm olduğunu anlatıyor. O okudukça Fatih Altaylı “Bu yazıyı Hayrettin Karaman mı yazmış? Hiç inanılacak gibi değil!” diyerek şaşkınlığını dile getiriyor. Fatih Altaylı’yı bile şaşırtan (!) bu hadisenin boyutlarını bir düşünün bakalım. Evet, böyle biri önce kendi inancını tashih etmesi gerekirken, kendisini fetva mercii gibi sunup müçtehit makamına oturtmasının takdirini milletimize bırakıyorum.
Hayrettin Karaman, dinlerarası diyalogçuluğu klasik İslâm anlayışıyla, Kitap-Sünnet çizgisiyle nasıl uzlaştırıyor?
Tahrifatçılar, reformistler gerçek İslâm’a maalesef "klasik İslâm anlayışı" deyip geçiyorlar. Böyle bir adlandırma -şahsi kanaatim- doğru değildir. Belki bugün bütün dünyada klasik - modern ayrımı yapılıyor olabilir. Ama İslâm’a “klasik” kelimesiyle eskimiş gibi bir hava verilmesi doğru değildir. "Klasik İslâm" diye bir İslâm anlayışı olamaz. İslâm, önüne herhangi bir vasıf konarak anlatılamaz. Buradan hareketle mesela radikal İslâm, ılımlı İslâm da olmaz. Bu gibi tabirler son derece tehlikelidir. Buna şiddetle karşı çıkmalıyız. Sorunuza “klasik İslâm” tabirini “gerçek İslâm” diye çevirerek cevap veriyorum. Gerçi “gerçek İslâm” dediğimizde de bir vasıf kullanmış oluyoruz ama reformist anlayışlara karşı İslâm’ın Asr-ı Saadet’teki asliyet ve safiyetini ifade adına buna mecbur kalıyoruz. Evet. Dinlerarası diyalog ile gerçek İslâm uyuşmaz ve bağdaşmaz. Onları birbirine uydurmaya kalkışan ya koyu bir cahildir yahut insanları kandırmak için taktik yapıyordur. İkisi de kabul edilemez. Kaldı ki, Hayrettin Karaman dinlerarası diyalogla İslâm’ın bağdaşmadığını çok iyi bilir. Neden böyle yapıyor, onu kendisine sormak lazım. Yani o kadar cahil bir insan değil ki bunu anlamasın. Bu kadar yıl ilim tahsil etmiş, birçok konuda araştırmaları var. Kitap ve Sünnet çizgisiyle dinlerarası diyaloğun uyuşmadığını bilmemesi mümkün değil. Neden yapıyor? Dediğim gibi, onu kendisine sormak lazım. Bizi onun iç dünyası, niyeti, maksadı, hedefi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren, yapılan işin doğru mu yanlış mı olduğudur. Yapılan iş itikâdî olarak yanlıştır; onu demek istiyoruz. Doğu ile Batı nasıl bir araya gelemezse, diyalogla gerçek İslâm anlayışı da bir araya gelmez. Dinlerarası diyalogun şartlarını kabul eden bir kişinin Müslüman kalması mümkün değildir. Bunu “İslâm’ı Yok Etmeyi Hedefleyen Modern Misyonerlik: Dinlerarası Diyalog” kitabımızda delilleriyle ortaya koymuş bulunuyoruz. Hayrettin Karaman’ın dinlerarası diyalogculuğu kesindir. Bununla birlikte birtakım zikzaklar yaptığı da bilinmektedir. Yani bazen diyaloğa karşı çıkar gibi görünüyor, bazen diyalogculuğu müdafaa ediyor. Çelişkili bir durumu var. Şimdi bu çelişkilerine bazı örnekler vermek istiyorum: Karaman, Abant Toplantıları’nın müdavimlerindendir. Yeni Şafak Gazetesindeki bir yazısında şöyle diyor: “Baştan beri bu toplantılara katılıyorum. Bir süre sonra tertip komitesinde de yer aldım.” Evet, Hayrettin Karaman, Abant Toplantıları’na katıldığını ve daha sonra tertip komitesinde de yer aldığını kendisi ifade ediyor. Peki, Abant Toplantıları neydi? Diyalogun Türkiye temsilcisi olan Fetullah Gülen organizasyonuydu. Bu toplantılarda ne gibi fecaatlere imza atıldı? Birini yukarıda söylemiştim: "Akılla vahiy çatışırsa akıl tercih edilir" kararı burada alınmıştır. Ve bu karar oylamayla, parmak sayısı çokluğuyla alınmıştır. Soruyorum: İslâm tarihinde bir meselenin oylanarak fetvaya bağlandığı görülmüş müdür? Daha fazla açmak istemiyorum. Dolayısıyla Hayrettin Karaman’ın Abant Toplantıları’na katılmış olması, onun dinlerarası diyalogculuğunun açık ve net ispatlarından biridir. Bir başka örnek: 2005’teki bir röportajında aynen şöyle diyor: “Son yıllarda dinlerarası diyalog toplantılarını daha çok belli bir cemaatin mensupları yürüttüğü için, işin geçmişini bilmeyenlere bu faaliyette kötü bir niyet bulunduğu zannı verilmeye çalışıldı.” Ne diyor burada? Demek istiyor ki, dinlerarası diyalogda bir sorun yok; ancak bunu bir cemaat yaptığı için buna karşı tepkiler olmuştur. Yani dinlerarası diyaloğun bir kabahati yok diyor. Peki, bu Hayrettin Karaman’ın dinlerarası diyalogculuğunu ispat etmiyor mu? Ediyor.
Evet, bir başka yazısından daha bahsetmek istiyorum: Yazının adı: Papaya Rağmen Diyalog. Bu yazıda Hayrettin Karaman, diyaloğun amacını şöyle tanımlıyor: “Dinler ve kültürler arası çatışmanın kaçınılmaz olduğu tezine karşı, farklı grupların bir ülkede ve bir dünyada hürriyet ve adalet içinde beraber yaşamalarının mümkün olduğunu ispat etmektir.” Yani diyalog öyle sihirli bir değnek ki, dokunduğu yeri cennete çeviriyor, hâşâ! Ayrıca, dinlerarası diyaloğun Kur’an’ın dediği gibi, gayrimüslimlerle iyilik ve adalet çerçevesinde ilişki kurmak olduğunu da iddia ediyor. Yani diyalogu Kur’an emrediyor bu mantığa göre hâşâ! Ve özetle -bu çok önemli- Papa 16. Benedict’in Almanya’da yaptığı, Peygamberimize hakaret içeren konuşmaya atıfla, “Papaya rağmen diyalog yapılması gerektiğini” iddia ediyor. Papaya rağmen diyalog! Bakın, Papa Hz. Peygamber’e hakaret manası taşıyan konuşma yaparken, “Bizim projemiz olan diyalog bundan zarar görür” diye bir kaygı taşımıyor; buna mukabil “Aman diyalog zarar görmesin!” diye çabalamak Karaman’a düşüyor! Kraldan fazla kralcı olmak değilse nedir bu? Papaya rağmen diyalog! Peki, o zaman, niye farklı yerlerde diyalog aleyhine konuşmaya çalışıyorsun? Bir öyle, bir böyle… Bu bir ilim adamına yakışmaz. Yani dinlerarası diyalog nedir, ortaya koyarsın. Karşıysan karşı çıkarsın. Değilsen, yanında olduğunu söylersin. Bir yerde başka, başka bir yerde başka... Böyle bir şey olabilir mi? Bunun sebebine dair size bir ipucu vereyim, hemen anlarsınız zaten: 17-25 Aralık sürecinde bilindiği üzere Fetullah Gülen aleyhine, dinlerarası diyalog aleyhine bir gelişme olmuştu. O günlerde, yani insanların Fetullah Gülen’in yanlışlarına karşı çıkmaya başladıkları bir vasatta, Karaman da genel havaya uyarak diyaloğun aleyhine bir iki kelam etmiştir. Mesela şöyle bir cümle sarf etmiştir: “Müslümanlar, Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olarak diyaloğa girmezler.” E peki, sen başka yerlerde kaç defa ne söyledin? Abant Toplantısı’nda sen neyi temsil ettin? Abant Toplantısı’nın mahiyeti neydi? Yani Karaman’ın bu çelişkilerden kurtulması mümkün değildir. Evet. Şimdi Hayrettin Karaman’ın dinlerarası diyalogculuğuna en büyük delili söyleyeyim mi size? Kur’an Yolu Tefsiri. Aslında başka bir delile gerek yok. Bu tefsirde âyetlerin nasıl saptırıldığını önceki sorularınızı cevaplarken anlatmıştık. Bu tefsir baştan sona incelense, buradan çıkan itikâdî hatalar bir liste hâline getirilse, zannediyorum tek bir reddiyeyle bunun altından kalkılamaz. Ciltlerle kitap olur. Öyle fecaatlerle dolu bir tefsirden bahsediyorum. İşte Karaman’ın diyalogculuğunu ispata sadece bu kitap kâfidir. Evet, Hayrettin Karaman tam bir diyalogcudur. Ama şartlara uyum sağlamayı iyi beceren bir diyalogcudur.
Peki hocam, biraz reformist, biraz Selefî olunabilir mi?
Hak ile bâtıl karıştığında sonuç bâtıl olur. Bal ile zehir karıştığında zehir olması gibi. Dolayısıyla biraz reformist biraz Selefî olunmaz. Reformist olunur. Bu bir. İkincisi, bugünkü Selefîlik, Selef-i Sâlihîn’in yolu değildir. Selef-i Sâlihîn denildiği zaman sahabe, tâbiîn ve tebe-i tâbiîn neslinin anlaşılması gerekir. Bunların Kur’an’a, hadislere, sünnete bakışı ile bugün Vahhâbîliğin bir versiyonu şeklinde ortaya çıkan Selefîlik aynı şey olabilir mi? Bugünkü Selefîlik, imamı Ahmed b. Hanbel olan Selefîlik de değildir. “Dinde ihyâ”, “dinde ıslah”, “dinde cedîd”, “yenileme” gibi eğilimler ihtiva eden bütün hareketler esasen tahrifatçılığa çıkar. Bunların hepsi de, İslâm’ın vahye dayalı, değişmez yapısına aykırıdır ve akâid ihlâline yol açar. Onun için 14 asırlık İslâmî müktesebata mugayir bir şekilde ortaya çıkan hareketlerin farklı isimler taşıyor olmaları bizi şaşırtmasın. Bu yapıların hepsinin de arkasında Batılı oryantalistler vardır. Hepsi de bahsettiğimiz bu müktesebatı “gelenek” diyerek basite alırlar. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolunu küçümserler. Sünnet ve hadisleri dinde delil kabul etmezler, şaibeli görürler veya en azından şüpheyle karşılarlar. Bu sebeple Kur’an’ı anlamaktan uzaklaşırlar, ister istemez onu / Kur’an’ı kendi reyleriyle tefsir etme musibetine düçar olurlar. Hâlbuki Peygamber Efendimiz bizi “Kim Kur’an’ı kendi reyiyle tefsir etmeye kalkışırsa, cehennemdeki yerine hazırlansın.” diye ihtar ve ikaz etmiştir. Dinî meselelerin tamamına sorgulama ve tenkit mantığıyla yaklaşırlar. “Sorgula, sorgulamaktan korkma, çünkü sorgularsan tahkikî imana ulaşırsın.” gibi iddialarda bulunurlar. Ama bu doğru değildir. Sorgulamak, şüphe kapısını aralar. Bir sanık sorgulanır. Kur’an Allah’ın Kelâmı, hadisler Peygamber’in sözleridir, yani ikisi de vahiydir; biri vahy-i metlüv, diğeri vahy-i gayr-i metlüvdür. Bunlar sorgulanacak şeyler değildir. Dini sorgulamak kişiyi küfre sürükler. Zerre kadar şüphe imanı götürür. Mü’min, tam bir imanla inanmalı, Kur’an’ın hikmetlerini ve hadislerin inceliklerini öğrenmeye çalışmalıdır. İslâm ilme çok büyük değer verir, hatta bazı noktalarda onu ibadetten üstün tutar. Ama ilim adı altında dini sorgulamak, şüpheli görmek, kişiyi Kur’an’ı değil, aklı rehber edinmeye götürür. Bu yolu seçen, felsefecilerin durumuna düşer. Her reformist, açıkça söylese de söylemese de, İslâm’ın zaman ve şartlara göre değişebileceğini savunur. Sonuçta, yeni bir din anlayışı, yeni bir fıkıh sistemi, yeni bir tefsir metodolojisi üretmeye çalışırlar. Bu yola girenler ya bid’at ehli olup dalâlete sürüklenir ya da doğrudan küfre düşer. Altını çizerek söylüyorum: Asıl olan, Kitap ve Sünnet çizgisi ile Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yoludur. Bu çizgiye tâbi olmayan kimse yolunu şaşırır, hidayet bulamaz. Bu duruma düşen kimselere Cenâb-ı Hak bir çıkış yolu nasip eylesin. Elbette bunun için şahsın bizzat kendisinin de çıkış yolu araması ve Allah’tan istikamet dilemesi gerekir. Cenâb-ı Hak kimseye zorla hidayet vermez. Hidayet, talep edilirse verilir. Evet, bu konuda söyleyeceğim bunlardır.
Necip Fazıl Kısakürek “Doğru Yolun Sapık Kolları” adlı eserinde “Arınma Çağında İslâm” alt başlığında bu tahrifat meselelerini ortaya koymuş ve bu kollara işaret etmiştir. Buradan yola çıkarak gençlere neler tavsiye edersiniz?
Necip Fazıl, yakın tarihte bu millet içinden çıkmış çok kıymetli bir şahsiyettir. Biz de gençlik yıllarımızda kendisiyle tanışma saadetine nail olduk. Bir konferans için Trabzon’a gelmişti. Bu vesileyle görüşmüş, Millî Türk Talebe Birliği’nde özel sohbetine de katılmıştık. Allah rahmet eylesin. Onun eserleri ve tespitleri hâlâ taptaze, günümüz meselelerine cevap verecek mahiyettedir. Necip Fazıl hakkında şunu çok rahat söyleyebiliriz: O, İslâm’a teslimiyet gözüyle bakar. Yeni bir din anlayışı arayışına girmez. İki; İslâm’daki zâhir - bâtın bütünlüğüne de sahip çıkar. Dinin asliyet ve safiyetini koruyarak, hikmet ve derinliğine inmeye gayret eder. Nübüvvet nurunu ve onun devamı olan velâyet yolunu, yani tasavvuf ekollerini ve bu ekollerin müntesiplerini müdafaa eder. Böylece itikadıyla, ahlâkıyla, tasavvufuyla ve fıkhıyla bir bütün olan İslâm, onda en yüce davaya dönüşür. Bu meyanda o, tabiri caizse, kalemini kılıç gibi kullanır. Kanaatimce Necip Fazıl’a Allah dostlarının bereketi hürmetine hidayet kapısı açılmış, hakikatleri keşif ve ifade gücü verilmiştir.
Gençlere ne tavsiye ederim? Bir kere asla başıboş olmasınlar; mutlaka bir dava sahibi olsunlar. En büyük dava, Allah davasıdır. İslâm’ı doğru anlama ve onu dava edinme meselesidir. Bunun altını çiziyorum. İslâm’ın bütünlüğüne sahip çıkılmalıdır. Parça parça değil, bütün olarak sahip çıkılmalıdır. Ona ters düşen her görüş, her telakki reddedilmelidir. Bu, bid’at ve küfrü reddetmek demektir. Necip Fazıl da bunu yapmıştır. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat yolunu baş tacı etmek, Kur’an ve Sünnet yolunu takip etmek demektir. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat bir mezhep değildir. Son zamanlarda “Sünnî-Şiî mezhep çatışması” şeklinde bir tabir çok kullanılıyor. Bu çok yanlış bir tabirdir. Sünnîlik, yani Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Kitap ve Sünnet yoludur. Kitap ve Sünnet yolu bir mezhep olamaz. Ehl-i Sünnet’in içinde mezhepler vardır; itikâdî mezhepler vardır, amelî mezhepler vardır, tasavvufî ekoller vardır. Ama Ehl-i Sünnet’in kendisi doğrudan doğruya Kur’an ve Sünnet yoludur. Şiîlik ise bir fırkadır. Hatta kendini müstakil bir din gibi telakki eder. Bu konuda yukarıda bilgi verildiği için tekrar etmek istemiyorum. Gençliğimizin ilmî donanıma sahip olması gerekir. Bu dönemde kişi ilim olmadan itikadını koruyamaz; amelî noktada da ihlâs ve samimiyeti yakalayamaz. Ancak sadece ilim de yetmez. Akâidi bilmek ve onu savunmak kâfi değildir. Salih amele de sarılmak gerekir. Salih amel nedir? İmam Gazzâlî, “Salih amel, Resûlullah’a uymaktır.” diyor. Bunun önemi şurada: Bugünkü tahrifatçılar, salih ameli Türkçeye “iyi iş” diye çeviriyor ve kâfir biri de iyi bir iş yapsa, bunu salih amel gibi pazarlamaya çalışıyorlar. Salih amel, Allah ve Resulü’nün yolunda gitmektir. Ama “iyi iş” denince, bu genel bir kavram olur. Ateist de iyi bir iş yapabilir, deist de, Yahudi de, Hristiyan da, müşrik de, putperest de iyi bir iş yapabilir. Fakat bunların hiçbiri Allah nezdinde bir mana ifade etmez. İman olmadıktan sonra, iyi iş hikâyedir. Bir amelin salih olabilmesi için iman şarttır. İman olmadan hiçbir iyi iş salih amel sayılmaz. İşte gençlerimiz salih amele de sarılacak. Sabır ve sebatla dininin mücadelesini verecek, dinini dava edinecek, bu davasını ölümüne kadar sürdürecek. Zaten insanın yaratılış gayesi, kendini Allah’a adamasıdır. Bunun da yolu, İslâm’ın müdafaasıdır. Onun için İslâm, en büyük davadır. Bu yolda, ölünceye kadar hiç geri adım atmadan yürümek gerekir. Sözlerimi -mealen- dua şeklindeki şu âyetle noktalamak isterim: “Rabbimiz! Bizi hidayete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet bahşet. Şüphesiz sen çok bahşedensin.” (Âl-i İmran: 8)
Teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 43. Sayı, Eylül 2025