Merhum müellif Orhan Muhammed Ali, Türk alimlerini Arap dünyasına tanıtan, Üstad Necip Fazıl’ın birkaç eserini Arapçaya kazandıran ve evrim teorisine karşı ilmî mücadele yürüten bir isimdi. Kızı Leyla Orhan ile yaptığımız bu röportajda, Orhan babasının ilmî mirasını, Necip Fazıl ile hatıralarını, Said Nursî ve Sultan II. Abdülhamid hakkındaki çalışmalarını ve Arap dünyasında bıraktığı tesiri anlatıyor.
Orhan Muhammed Ali kimdir?
1937 Kerkük doğumlu mühendis, yazar ve mütercim. Eğitimini İstanbul’da tamamladıktan sonra Irak’ta mühendislik ve idarecilik görevlerinde bulundu. 1970’lerden itibaren Arap dünyasında tanınan bir ilim adamı hâline geldi. Arap kütüphanelerindeki boşluğu doldurmak amacıyla hem telif hem de tercüme eserler verdi. Evrim teorisine karşı kaleme aldığı ilmî reddiyeler (El-Fîzya, El-Kîmya li Nazariyetu’t-Tatavvur, El-Mütehaccirât) üniversite çevrelerinde başvuru kitabı oldu. Tarih sahasında en önemli çalışması, Sultan II. Abdülhamid’i belgelere dayanarak tanıtan es-Sultân Abdülhamîd es-Sânî: Hayâtuhû ve Ehdâsü Ahdihîdir; Arap dünyasında “Kızıl Sultan” algısını düzelten öncü eser olarak kabul edildi. Ayrıca Said Nursî’nin şahsiyetini tanıtan Raculü’l-Kader fî Hayâti Ümmeyi kaleme aldı ve Risale-i Nur’un Arapçaya intikalinde etkin rol oynadı. Türk edebiyatından da önemli tercümeler yaptı; Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in Mümin-Kafir ve Put Adam eserini Türkçeden Arapçaya kazandırdı. Bunun yanında Yusuf Halaçoğlu’nun Ermeni Tehciri gibi eserlerini Arapçaya çevirdi. 1994’ten itibaren İstanbul’da yaşadı, 2010’da vefat etti.
Babanızın Türkçeden Arapçaya tercüme çalışmaları oldu. Nasıl ve ne zaman başladı? Kimlerden tercümeler yaptı?
Tercüme şöyle başladı: Nazariyetü't-Tatavvur. Yani evrim teorisi. İnsanın aslı, soyu maymundur. Tabii ki bu da şirke, ateizme, Allah'ı inkâr etmeye yol açar ki o zaman özellikle gençler arasında çok yaygındı. İşin kötüsü de üniversitede okutan profesörler arasında da çok yaygındı bizim Arap topraklarında. Tabii benim bir hedefim var, bu teoriyi yıkmak lazım. İnsanın aslı maymun değildir. Babamın kitaplarından El-Fîzya, evrime “hayır” diyor. El-Kîmya li Nazariyetu't-Tatavvur evrime “hayır” diyor. Ondan sonra El-Mütehaccirât, fosiller evrime “hayır” diyor. Babam bunları İngilizceden Arapçaya tercüme etmeye başladı. Çünkü Arap kütüphanelerinde çok büyük eksikler vardı, bu kitaplar yoktu. Hepsini çevirdik… Onun için evrimle ilgili bir silsile oldu. Bu silsileden sonra teşekkürler geldi. Özellikle üstatlardan geldi, üniversitedeki hocalardan, doçentlerden, profesörlerden geldi. Biz çok farklı düşünüyorduk: “Nasıl bunu ispat etti? Bu evrim batıldır.” Aslında burada sırf Allah’ı inkâr etmek için bir katakulli vardı. Sen bunu ispat ediyorsun, ilimle ispat ediyorsun; öyle konuşmakla değil. Ve bu durum babamı daha da teşvik etti, sürekli evrimle ilgilendi. Mesela en son “Riyâdâtü takûlü lâ li Nazariyetü't-Tatavvur”, matematik evrim teorisine hayır diyor. Bunu da yapacaktı, her şey hazırdı zaten ama basamadı; çünkü ömrü buna yetmedi. Babamın hedefleri çoktu ama rahatsızlandı ve 73 yaşında vefat etti. Allah rahmet eylesin. Mezarı Çengelköy’de; mescide yakın. “Mescidin ezanını duymak isterim” demişti. Ben de babama o kadar bağlıydım ki “mühendis olacağım” dedim; inşaat mühendisi oldum. Kitaplarla da ben ilgileniyorum; iki kardeşim var, onların da tabii hayat maratonu, çocukları var derken kitaplarla ben meşgul oldum. Çocuğa verecek zamanımı bu kitaplara verdim.
Büyük Türk yazarlarından, mesela Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi isimlerden tercümeler yaptı mı kendisi?
Türk yazarlardan İstanbul’da öğrenciyken İTÜ’de rahmetli Üstad Necip Fazıl Kısakürek’le tanıştı. Aralarında bir arkadaşlık oldu. Sürekli ziyaretine giderdi, dertleşirlerdi “Halimiz nedir? Ne olacak? Ne yapabiliriz?” Üstad-öğrenci arasında güzel bir arkadaşlık doğdu. Hıvâr Beyne’l-Mü’min ve’l-Kâfir (Mü’min-Kâfir) kitabını Arapçaya tercüme etti ve kitap basıldı.
Üstad Necip Fazıl’ın Bağdat’a geldiği zamanı anlatmıştınız. Kaç defa geldi, hatırlıyor musunuz?
Rahmetli Üstadımız babama haber verdi. Gelip kitap getireceğim, Arapçaya tercüme etsin, Türklerle Araplar arasında bir köprü olsun diye. Tabii Üstad Bağdat’a geldi. Babam inşaat mühendisiydi. Gitti ve havalimanından aldı. Üstad bizde kaldı. Misafirhanemizi Üstad için ayırdık. 9-10 gün bizde kaldı. Çok az yerdi; bu dikkatimi çekti. 7-8 yaşındaydım. Üstad çok kahve içerdi. Annem Muazzez Hanım -emekli öğretmen- kahve yapardı. Ayrıca Üstad çok sigara içerdi, odaya girdiğimde duman olurdu. Annem “Hocam, yemek yemiyorsunuz, sürekli kahve, sigara içiyorsunuz” diye sağlığından endişe ederdi.
Üstad Bağdat’a geldiğinde bana Rus tipi düz bir şapka, kalpak hediye etti. Çok hoşuma gitmişti ama kayboldu maalesef. Babam ve Üstad’la hiç fotoğrafımız yok; fotoğraf çekmek kimsenin aklına gelmezdi ve sadece oturup konuşurlardı, şunu yapalım, bunu yapalım, bu nasıl diye. Türkiye’ye geldiğimizde 13 yaşındaydım. Üstad Erenköy’e, evine davet etti. Şöyle bir durum var: Ben ne büyüğüm ne küçük. Küçükler başka odada; sofra kuruluyor kardeşlerimle. Üstad Necip Fazıl, “Leyla ne küçüktür ne büyüktür; şimdi ne yapacağız? Gönderelim mi, göndermeyelim mi?” dedi. Üstad’ın hem oğlu hem gelini vardı. Beni çok sevmişlerdi. Çok nazik, çok kibar misafir ettiler bizi evlerinde.
Babanızın telif ve tercüme takriben kaç kitabı var?
Telif ve tercüme toplam 40’ın üzerinde. Sultan Abdülhamid hakkında da kitabı var. “Kızıl Sultan” diye anlatılan kitaplar… Arap kütüphanesinde Sultan’a iftira eden o söylem yaygındı. Hayatında kimseyi idam bile etmemiş bir vak’a haricinde. O da kitapta anlatılıyor: Annesini babasını öldüren bir sâbık; fetva geldi: “Sultanım, idam edilmezse toplumda büyük galeyan olur.” İdam fermanını imzaladı. Kendisine suikast edeni ise tutulduğu hâlde affetti. Bu kitap sekiz yıl sürdü. Londra’ya gidip Osmanlı’nın özel arşivlerinden orijinal fotoğrafları çekti. Bir sürü tarihî, orijinal belge olmadan kitabına bir şey ithal etmezdi. Sekiz yıl sonra ortaya çıktı: es-Sultân Abdülhamîdi es-Sânî: hayâtuhû ve ehdâsü ahdihî. Sultan Abdülhamid’in hayatını, yaşadığı dönemi anlatıyor. Çok büyük bir açılım sağladı, sürekli telefonlar açıldı. “İyi ki böyle anlattınız, Sultan Abdülhamid Han böyleymiş.” İlk baskı 1978-79 olabilir; mukaddimede yazar, Beyrut’ta olabilir. Milyonlarca Arap, Mısır, Lübnan, Suriye, Irak, Sudan, Tunus, Cezayir, Libya, Mağrib çok büyük bir hatadan döndü.

Mısır’da Enver el-Cündî de Abdülhamid Han hakkında yazdı.
Mutlaka vardır ama Arapçada “Kızıl Sultan değildir” diyen ilk eser bu. Çok detaylı, çok önemli bir eser.
Türkçesi yayınlanması düşünülüyor mu?
Düşünüyorum; hatta İngilizce.
Hangi yayınevinden?
Birkaç teklif alacağım. İngilizce, Rusça, Fransızca, Almanca, Çince… Ne kadar dil varsa. Babamın kitaplarını tercüme etmek için vakıf kurmak istiyorum; çok maddiyat lazım. Vakıf açmak için çalışmalara başladım. Bu vakıf tarafından tercüme edilip bastırılacak inşallah.
Said Nursî hakkında da bir kitap var.
Said-i Nursî Racul-i Gader fî Hayâtî Ümme. Arap âlemi böyle bir âlimi bilmiyor, böyle bir şey olur mu? Bunu bilmek lazım; Arap kütüphanesinde yerini alması lazım. Babam Saddam zamanında büyük projelerde proje müdürüydü; zamanı yoktu ama bu kitabı yazdı. Sonra babam “Artık Araplar bildiler ki böyle bir âlim var; Türk âlimi. Aslı Kürt ama Osmanlı âlimi; Türkiye’de yaşayan bir Osmanlı âlimi.” dedi. Çok teşekkür geldi “Bilmiyorduk böyle bir âlim olduğunu.” diye. İş bitmedi. Yıllar aldı bu kitabın yazılması. Babamın uyuduğunu hatırlamazdım. Sabah 4-5’te kalkardım, yazardı. Yerlerde buruşturulmuş kâğıtlar… Sonra “Said Nursî’nin Risale-i Nur’unu Arapçaya çevirme zamanı geldi.” dedi. Çocukluk arkadaşı İhsan Kâsım Sâlihî’ye -Kerküklü biyoloji öğretmeni- babam “İhsan, Türkçeden Arapçaya çevir.” dedi. Arkadaşı “Hayır, yapamam; bir satır çeviremem.” deyince babam “Yapacaksın; benim zamanım yok. Başka kitaplar bekliyor.” dedi. Yıllar içinde babamın tashih ve tetkikinden geçe geçe İhsan Kâsım Sâlihî tercümeyi tamamladı. Bir gün babam “Tamam İhsan, sen oldun, bensiz de devam edebilirsin” dedi.
Başka hangi kitapları vardı? Osmanlı tarihi hakkında mı vardı?
“Bilinmeyen Osmanlı”yı Prof. Ahmet Akgündüz’den tercüme etti.
Osman Nuri Topbaş’ın bazı kitapları Arapçaya çevrilmişti; Muhammed Harp çevirmişti onları galiba.
Evet; Zikrayât yani Hatıralar kitabını.
Bu kitapların tercümesiyle alakalı siz tabii ki yapabilirsiniz ama biz de eğer başka yerle anlaşmadıysanız tercüme edip yayınlayabiliriz.
Anlaşmadık. Said-i Nursî hakkında pek çok kitaplar yazıldı; Racul-i Gader fî Hayâtî Ümme gibi. Said-i Nursî’nin seveni ve talebeleri çok. Dr. Ömer Faruk Korkmaz şunu söyler: Ne kadar kitap okuduk ama bu eser farklı çünkü bir “ruh”u var. Babamın kitaplarında bir ruh vardır; sanki biri karşınızda oturmuş anlatıyor. Mesela eniştem Fazıl amca kitap sevmezdi; Sultan Abdülhamid kalın bir kitap, 500 sayfa. Babam hediye etti; gece aldı, sabaha kadar uyumadı, “Bitireceğim” dedi. “Orhan, ne yaptın? Uyumadım. Kitabı tutuyorsun, atamıyorsun elinden, bitirene kadar bırakmıyorsun.” dedi. Üslubu Arapça tabirle “es-sehlû’l-mümtenî”: kolay ama zor bir kolaylık…
İsterseniz babanızın kitaplarını da biz yayımlayabiliriz Türkçe olarak.
Fakat benim için önemli olan şu: Türkçeye çevrildiğinde üslubunu kaybetmemesi. Çünkü biliyorsunuz ki Arapça dünyanın en zengin lisanı, sonra ya İngilizce ya da Almanca, üçüncüsü Rusça. Arapçada 12 milyon kelime var. İngilizcede 400–600 bin civarı; 1 milyon bile değil. Almanca 400 bin, Rusça 300 bin kelime civarında. Düşünün, Arapçadan 40 yıllık bir yazarın kitabını Türkçeye çeviriyorsunuz ama Türkçenin kelime hazinesi kısıtlı. O yüzden çevirinin çok iyi yapılması, kitabın hakkının verilmesi lazım.
Bizim çok profesyonel tercümanlarımız var. Biz de kitapları tercüme ettirdikten sonra birkaç kez kontrol ettiriyoruz. O konuda problem olmaz.
Sultan Abdullah Şellah’ın projesi çok güzel. O Arapça bir kitap dizisi. 10 kitap ve hepsi çok iyi yazarlar, profesörler tarafından yazılmış. Türk okuru da artık farklı içerikler istiyor. Gerçekten kaliteli ve güzel bir kitap olursa gider o inşallah.
Bizim de çok projemiz var. Sabri Efendi var. İlmi ve tarihî kitapları var. Enver el-Cündî’nin Abdülhamid Han hakkındaki kitabını da çeviriyoruz şu anda.
Mesela Veche li Veche Ma’al Hakîka kitabı da o kadar güzel ben bu kitabı Mısırlı müellif Ali Suavi’ye hediye ettim. Gece saat 10’da beni arayıp “Leyla Hanım, dayanamadım. Hâzâ’l-kitâb râih!” dedi. Yani “Bu kitap muhteşem!” diye teşekkür etti.
Rahmetli babamı kitapsız hiç görmezdim. Ya minicik bir kitap olurdu elinde -Arapçada “kuteyyib” denir, Türkçesi “kitapçık”- ya da daha büyük bir kitap olurdu. Boş bir an bulsa çıkarır, okurdu. 1980’lerde Saddam’ın Ortadoğu’nun en büyük basımevi projesi vardı; muazzam bir bina. Ancak iş, kayırmayla yanlış bir müteahhide verildiği için zamanında bitirilmedi. Projenin müdürü babamdı; bina bitmeyince o ve tüm ekip Saddam’ın gözünde suçlu duruma düştüler. Bir gün oradan geçerken öfkelenmiş ve “Bu bina niye hâlâ bitmedi? İçeride kim varsa hepsini hapsediyorum; iş yerinden çıkamazlar.” demiş. Kadınlar ve çaycı dahi hiç kimse çıkamıyordu. Kadınlar babamın yanına gelip “Ne olur bizi bırakın, çoluk çocuk var, eve gitmemiz lazım.” diye yalvardılar. Babam bir hafta uğraşıp dilekçe yazdı; nihayet Saddam kadınların akşam evlerine dönmesine, sabah işe gelmelerine izin verdi. Fakat babam ve diğerleri -kadınlar hariç- tam 180 gün, yani altı ay iş yeri hapsinde tutuldu. Oysa suçları yoktu; yanlış müteahhide verilen işte paralar çarçur edilmiş, iş bitmemişti.
Proje müdürünün bir karavanı vardı; babamın kalacağı yer de orasıydı. Haftada bir gün ziyaret hakkımız vardı. Yemek götürür, poşet poşet kitap taşırdık; annem ayrı, ben ayrı. Zamanla karavan adeta kütüphaneye döndü. Babamın yoğunluktan bitiremediği bir kitabı vardı; o iş hapsinde onu tamamladı ve kitap itibar gördü. Hani derler ya, “Her şerde bir hayır var.”
İlginç olan şu: İnsanlar babamın yanına “Canımız sıkkın, sen nasılsın?” diye gelirdi. Babam “Ben iyiyim.” derdi. “Nasıl canın sıkılmıyor?” diye sorduklarında, “Niye sıkılsın ki? Güzel bir kitabımı bitiriyorum.” cevabını verirdi. “Ah Orhan Bey, siz de bir âlemsiniz.” der, şaşarlardı. Böyle bir anım var, aklıma gelince anlatmak istedim. Babam büyük bir âlim ve mütefekkirdi. Fizik, kimya, matematikle çok ilgiliydi; iktisadı severdi ve ikinci üniversite olarak iktisat okudu. Akşam üniversitesine -el-Mustansiriyye’ye- girdi, iktisat bölümünü beş yılda uzatmadan bitirdi. Zaten inşaat mühendisiydi; matematiği çok iyiydi.
İktisatta matematik dersi olurken hoca anlatır, öğrenciler anlamazdı. Ders çıkışı kapı kapanınca “Orhan Bey, ne olur anlatın.” derlerdi. Babamın üslubu çok açıktı; en zor meseleyi kolay anlatırdı. Bir gün derste biri dayanamayıp hocaya “Kusura bakmayın, hiçbir şey anlamadık. Burada bir öğrenci var; siz çıktıktan sonra bize anlatıyor. Bugün de ona izin verin.” dedi. Hoca tebeşiri uzatıp “Orhan Bey nerede? Buyursun.” deyince babam utandı, “Estağfirullah, bu ders size aittir.” diyerek geri çekildi. Yine de ders bitince kapı kapanır, babam konuyu anlatırdı; herkes “Meğer ne kadar kolaymış.” derdi. “Ben anlattıktan sonra kolay oluyor.” diye latife ederdi. Allah vergisi bir anlatma kabiliyeti vardı.
Ezher cemaati, Sultan Abdülhamid’le ilgili sekiz yıllık emeğine binaen babama doktora vermek istedi. Fakat Mısır’da tarih bölümünü bitirmeyen birine doktora verilemiyordu; “Ancak fahrî doktora veririz.” dediler ve verdiler. Türkiye’de olsaydı, “Bölümü bitirmemiş olsan da bu emek doktora eder.” denilirdi; orada kanun buna müsait değildi.
Çok önemli kitaplar var; Arap kütüphanesinde mutlaka bulunması gerekir ama yok. Mesela Said-i Nursî hakkında doğru düzgün bir kitap yok. Sultan Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” dediler ama onu doğru anlatan bir kitap yok. Ermeni Soykırımı diye iddia ettiler; hayır, Osmanlı öyle bir soykırım yapmadı. Bununla ilgili belgeli, sağlam bir kitap da yok. İşte bu sebeple, hasta olmasına rağmen Yusuf Halaçoğlu’nun “Ermeni Tehciri” kitabını Arapçaya tercüme etti. Aslında bu konuda yazmak istiyordu ama ömrünün son yılında “Hiç değilse tercüme edelim.” dedi ve vefatından bir ay sonra basıldı. Kendisi eline alıp göremedi ama tahkikini yaptı.
En önemlisi şuydu: Milyonlarca Arap var ve bu kütüphanelerde Türkiye ve Osmanlı ile ilgili çok büyük eksiklikler mevcut. Babamın hedefi, Arap kütüphanelerindeki eksikleri tercümelerle doldurmaktı.
Teşekkür ederiz Leyla Hanım.
Ben teşekkür ederim.
Aylık Baran Dergisi 44. Sayı, Ekim 2025