Yazılarınızda eğitim meselesine dikkat çekiyorsunuz. Biz de bu meseleyi daha önce kapağımıza taşıdık ve işledik. Türk eğitim sisteminde umumî olarak temel problemler nelerdir?
Eğitim konusunu tartışmaya açtığınız için teşekkür ederim. Öncelikle bir “Türk Eğitim Sistemi” kavramının sorunlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü eğitim sistemi kavramı, tabandan tavana birbirlerini besleyen ve destekleyen süreçlerin zamana ve değişen şartlara bağlı olarak canlı bir organizma gibi varoluşunu sürdürmesi anlamına gelmektedir.
Türk eğitim sistemine bu açıdan bakıldığında ciddi mantıksal çelişkilerle karşılaşmaktayız. Mesela Türk eğitim sistemi kavramsallaştırmasını Klasik Osmanlı geleneğinden başlattığımızda, bu geleneğin 18. Yüzyıldan itibaren bozulduğunu, mevcut eğitim yapısı ile organik bağı olmayan eğitim ortamlarının devreye girmeye başladığını görmekteyiz.
Özellikle 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı ülkesinde yabancıların açtıkları okulların resmi Osmanlı okullarından ve Müslüman halkın girişimi ile kurulan medrese gibi okullardan daha fazla arttığı kaynaklarda belirtilmektedir. Yine Tevhid-i tedrisat kanunu çıktığında Türk Okulu denilen eğitim kurumlarının alaylı ve mektepli olarak ayrı kulvarlarda eğitim verdiklerini ve okumuş kesimlerin birbirilerine tamamen yabancılaştıklarını da müşahede etmekteyiz.
Yani Tevhid-i tedrisat kanunu 1924 yılında çıktığı zaman Türkiye’de üç tarz okul vardı. Bu okulların programı ortak bir eğitim siyasetine göre düzenlenmemişti.
Toplumun seçkin kesimleri çocuklarını Tevhidi tedrisat kanunundan önce misyonerler tarafından yönetilen yabancı okullara gönderiyordu. Orta sınıf diyebileceğimiz mütedeyyin halk ise çocuklarını ya resmi devlet okullarına gönderiyordu ya da büyük çoğunluğu vakıf medresesi statüsünde olan ve devlete doğrudan bağlı olmayan din öğretimi okullarına yönlendiriliyordu.
Tevhid-i tedrisat kanunu eğitim faaliyetlerinin tümünü doğrudan doğruya Maarif nezaretine bağladı. Vakıflara ve tekkelere bağlı okullar ya kapatıldı ya da bina olarak Maarif nezaretine bağlandı. Yabancı okulların da büyük kısmı kapatıldı. Yabancılara tanınan okul açma imtiyazlarının çoğu lağv edildi. Çok az bir kısmı faaliyetlerine devam edebildi.
Sorunuzun cevabını Tevhid-i tedrisattan sonra yasal olarak sistemleştirilen dönemden sonraki uygulamaları düşünerek ele almak gerekir. Cumhuriyet Tevhid-i tedrisat kanunu ile bir Türk eğitim sistemini yeniden kurmayı denedi. Bu amaçla bütün okulları Maarif Nezareti’ne bağladı. Bütün okulların eğitim dilinin Türkçe olmasını zorunlu kıldı. Okul müfredatlarının tümü bakanlığa bağlı olarak hazırlandı. Bunu yaparken Osmanlı devletinin resmi okulları ve batı ülkelerinin, özellikle Almanya’nın eğitim uygulamalarını örnek aldı. Bütün eğitim çalışanları devletin resmi çalışanı statüsüne kavuşturuldu. J. Dewey gibi eğitim uzmanlarının görüşlerine başvuruldu. Ancak etkili bir okullaşma sürecinin gerçekleşmediğini de görmekteyiz.
Ankara ve önemli kentlerde yeni okullar açılmakla birlikte bu okulların 1925’ten itibaren artan nüfus artışına göre ihtiyacı karşılamaktan uzak olduğu da bir gerçektir. Mesela Adıyaman düzeyinde okullaşma oranlarına baktığımızda Osmanlı devletinin yıkıldığı yıllarda mevcut olan Osmanlı resmi okulları ile nüfus oranına baktığımızda Cumhuriyetin bu oranı ancak 1965’ten itibaren yakalayabildiğini görmekteyiz. Osmanlı devletinin son 25 yılındaki okullaşma oranları Cumhuriyetin ilk 25 yılındaki oranlarından daha yüksektir.  Tevhid-i tedrisat başlangıçta resmi olmayan okulları kapattı. Ama resmi okulların kapasitesini artan nüfusun ihtiyaçları doğrultusunda arttıramadı.
1950’li yıllara gelindiğinde, gerek harf devrimi, gerek dayatılan yeni eğitim ideolojisi gerekse yeterli okulun yapılamaması ve yeterli sayıda öğretmenin tayin edilememesi eğitim alanında Türkiye’de büyük bir boşluğun ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Cumhuriyetin bir Türk eğitim sistemi inşa etme konusundaki tutumu ve girişimi çok radikaldi, ideolojikti ve bürokratik bir otoriteye dayalıydı. Bundan dolayı beklenen başarıyı gösteremedi. Cumhuriyetin eğitim sistemi inşa etme konusundaki radikal tutumu, yeni okulların açılmasına ve kısa süre sonra kapatılmasına neden oldu. Üniversite hocalarının Komünistlik, Gericilik (İslamcılık) ve Türkçülük gibi gerekçelerle görevlerinden atılmalarını, sürgün edilmelerini beraberimde getirdi. Köy enstitülerinin, Yüksek öğretmen okullarının İmam-Hatip okullarının ve son yıllarda önce teşvik edilen dershanelerin ve özel okulların başına gelenler bu radikalizmden kaynaklanmaktadır.
Günümüze gelirsek; Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yapılan icraatlara bakıldığında, eğitim çalışanları tarafından benimsenmiş bir Türk eğitim sistemi kavramsallaştırmasının nisbeten de olsa mevcut olmadığını söyleyebiliriz. Her hükümet kendine göre yeni bir sistem öneriyor ve uygulamaya koyuyor. Ders müfredatları bir temele ve ilkeye bağlı olarak yenilenmiyor. Her program yapan grup, sanki yeni bir şey icad etmiş gibi davranıyor.
1965’lerden itibaren mesleki eğitime önem veren bir anlayışın mevcut olduğunu görüyoruz. Ancak 1990’lardan günümüze gelindiğinde bu anlayışın terk edildiğini görmekteyiz. 60’lı yıllarda kurulan ve kurumlaşan meslek okulları, 90’lı yıllardan sonra nerdeyse kapatılacak duruma getirildi. Bundan dolayı mesleki eğitim alanında Türkiye ciddi bir sorun yaşamaktadır.
Çok tuhaftır 90’larda laikçi kesimler mesleki eğitimi etkisiz hale getirirken günümüzde İslamcılar mesleki eğitimi yıkıyor. Yani eğitim yapısındaki bozulmanın suçlusu sadece laik gruplar değildir, İslamcılar da onlar gibi davranıyor. Ama siyasî ve ideolojik alanda her iki iktidar söylemi birbiriyle savaşıyor. Cehalet böyle olur.
Son 15 yıllık uygulamaya baktığımızda yine benzer tuhaflıkları eğitimle ilgili her alanda görmekteyiz. Ders kitapları çelişik malumatla doludur. Özellikle dinî, felsefî, sosyal, tarihî ve ahlâkî alanla ilgili derslerde ciddi bir boşluk var. Bu dersler kendilerinden beklenen değerleri ve rolleri yerine getiremiyorlar. Bunun üzerinde ciddî manada duran bir eleştirel eğitim kültürü de mevcut değildir.
Konu hakkında bir araştırmam olmamakla birlikte şunu söyleyebilirim: Son yılların eğitim politikaları konusunda karar verenler ve bu derslerin içeriğini hazırlayanlar ilmî olarak yeterli bir donanıma sahip değiller. Aksi takdirde böyle güçlü bir iktidar ve halk desteği varken bu kadar garip kararlar alınmaz, yürürlüğe konmaz.
Türkiye’de liberal politikaların ekonomik alanda benimsenmesinden bu yana eğitim sisteminde, öğrenmeyi, terbiyeyi, meslekî becerileri geliştirmeyi birincil amaç gören bir eğitim uygulaması fiilen ortadan kalkmış görünüyor.
Öğretmenlerin ve üniversite hocalarının büyük çoğunluğu yönetici olmak istiyor, müdür olma ve rektör olma çabasındadır. Bir kısmı da kamu sektörünün değişik kademelerinde bürokrat olmak için karar verme mevkiinde olan siyasî mekanizmalarla işbirliği içindedir. Öğretmenlerin ve üniversite öğretim üyelerinin bu yönelimi, onların öğrenmeyi ve öğretmeyi sevmediğini, emir almayı ve vermeyi tercih ettiğini göstermektedir.  Konuyla ilgili araştırmalara bakıldığında muhafazakâr, liberal ve laik kesim farkı olmaksızın böyle bir eğilimin var olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum eğitim sisteminin iç dinamiklerinin nerdeyse devre dışı kaldığına işaret etmektedir.
Çocukların yetiştirilmesinde ailenin payı malûm. Tüketim kültürünün bünyemize iyice sirayet etmesi ile beraber aile müessesesi de temelden sarsılmaya başladı. Geçmişteki “aile” mefhumu ile bugünkü “aile” mefhumu arasında ne gibi farklar var?
Aile sadece millî bir toplumun inşâı ve ulusal değerlerin aktörü veya faili olma vasfıyla değil, genel olarak kişi sağlığı, eğitimi, gelişimi, güvenliği ve aidiyeti için de zorunlu ve gerekli bir sosyal kurumdur. İnsanın yaratılışının ve Allah’ın halifesi olmasının zorunlu beşerî şekillerinden birisidir.
Yani insanın yaratılışı ve insanın Allah’ın halifesi olması nasıl ki Sünnetullah’ın ve Adetullah’ın bir tecellisi ise, aile de insanın yetişmesi ve kemale ermesi için Sünnetullah’ın beşerî, yani sosyal alandaki bir tecellisidir. Aile Sünnetullah’ın sosyal bir tezahürüdür, fenomenidir. Bu bakımdan hayatın başından günümüze kadar insanlar hep aile içinde doğdu, büyüdü, gelişti, kemale erdi. Din, kültür, teknoloji, coğrafya ve zaman farkı olmadan bu durum hep böyle oldu.
Fakat modern teknolojiler, eğitim uygulamaları, ikonalar üstüne kurulu olan siyasi iktidar söylemleri ve icraatları, ekonomik örgütlenmeler ve uygulamalar ve aşırı tüketim propagandaları doğrudan doğruya aileye bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde saldırıyorlar.
Mesela iş hayatı aileyi çocuklarına bakamayacak şekilde düzenlenmiştir. Kadınlar ve erkekler ayrı iş ortamlarında çalışıyorlar. Günün ortalama dokuz saatini aile dışında ayrı ortamlarda geçirmek zorundalar. Her iki çiftin iş çevresindeki iletişim ağlarıyla geçirecekleri zamanı da buna eklerseniz, ekonomik şartların ve çalışma ilişkilerinin eşlerin ve çocukların bir aile hayatı yaşamalarını zorlaştırdığını müşahede ederiz.
Ailenin kendi kendini eğitmesi ve çocukları terbiye etme işlevi, ikinci olarak modern okul anlayışlarıyla sarsıntıya uğramıştır. Çünkü bütün ülkelerde, muhafazakâr değerlere vurgu yapan iktidarlar bile çıkarttığı yasalarla çocukları aile dışında eğitmeyi hedeflemektedir. Bu durum anne ve babaların çocuklarına geleneksel terbiye verme imkânlarını ortadan kaldırmaktadır.
Ne kadar erken yaşta okula gidiliyorsa o kadar az geleneksel eğitim veriliyor demektir. O kadar çok doğal öğrenme ve eğitimden uzaklaşılmış oluyor. Yani daha somut bir örnekle şunu diyebiliriz: Doğal yetişen bir hıyar ile genetiği değiştirilerek veya hormonla yetiştirilen bir hıyar arasındaki fark ne ise, aile, akran, mahalle ve akraba çevresi değerleriyle yetişen bir çocukla, planlanmış bir eğitim ortamında yetişen bir çocuk arasındaki fark odur.
Türkiye gibi ülkelerde yukarıda belirtildiği gibi, okul sistemi ne doğru dürüst meslekî eğitim verebiliyor, ne de ahlâk eğitimi verebiliyor. Buna karşın çocukların terbiyesi yasa ile okula tevdî ediliyor. Haliyle psikolojik ve sosyal bir yetersizlikle çocuklar erken yaşta yüzleşiyorlar.
Bu sorunu çözmek için son yıllarda Türkiye’de okullara “değerler eğitimi” dersi konma girişimleri başladı. Bu girişimin kendisi bile Türk eğitim camiasının karar mercilerinin değerlerin ne olduğunu ve nasıl edinildiğini bilmediklerini gösteren basit bir örnektir.
İnsanlar değerlere göre davranmayı spor yaparken, çalışırken, üretirken ve hayatın kendisini yaşarken öğrenirler; annemizden, babamızdan, akranlarımızdan, dost ve sosyal çevremizden bu değerlere göre davranmayı öğreniriz. İnsanlar matematik, fizik, kimya, sanat ve meslek öğrenirken değerlere göre davranmayı da öğrenirler. Ancak eğitim sisteminin genel mantığı ve fiilî uygulamaları tabiî yollarla insanların faziletlere göre davranmalarının sağlanması yetkisini eğitim aktörlerine vermiyor.
Bir ders olarak “değerler eğitimi” dendiğinde bu işin bilimi ön plana çıkar. Bu da sadece öğrenmeyle ilgili bir yeterlilik sağlar. Ahlâk ve terbiye yeterliliğine katkı sağlamaz. Din bilgisi, psikoloji ve sosyoloji bilmekle insanlar dindar, kişilikli ve sosyal olmazlar.  Dinî bilgiye göre davranmaya klasik İslâm geleneğinde “İlmihal İlmi” yani dini davranışı edinme tekniği ve uygulamaları denilmiştir.
Burada bir bilgi tüketimi durumu ile karşılaşmaktayız. Yani insanlar uygulamasını yapmadıkları, kullanmadıkları ve hiçbir zaman da kullanma fırsatı bulamayacakları bir bilgi edinmiş oluyorlar.
Çağımızda tüketim, alıp kullanmamak demektir. Ama asıl yıkım “bilgi tüketiciliği” alanında karşımıza çıkmaktadır. Çünkü bilgi tüketim araçları ve piyasaları sürekli bir şekilde insanlara bilgi sunuyorlar. Bu bilgilerin bir gerçeği ifade edip etmediğini denetleme imkânı bile yoktur. Çünkü kimsenin yeterli zamanı mevcut değildir. Öğrenildiği var sayılan hiçbir bilgi üzerinde düşünme imkânı kalmamıştır. Ama her bilgiyi de başlığına bakarak paylaşabiliyoruz, arşivliyoruz, biriktiriyoruz. Bu durum insanı tamamen bir robota dönüştürmektedir. Bundan dolayı dünya tarihinin hiç bir döneminde insanlar günümüzde olduğu gibi, “uydurulan yalanlarla” kandırılmadı.
Bizim eğitim müfredatımızın içeriğine bakılırsa böyle bir durum çok net bir şekilde görülür. “İnsanlar dindar değilse, din öğretelim, insanlar ahlâklı değilse ahlâk öğretelim” deniyor. Ama bu çözüm değildir. Çünkü dindar ve terbiyeli olmak bir bilgi konusu değildir. Bir davranış ve ilmihal konusudur, terbiyedir, talimdir, adaptır, muaşerettir.
Türkiye’de eğitimde insanî, ahlâkî ve hürmete layık bir eğitim girişimi için, öncelikle eğitimin gerçek ve yasal aktörlerinin işbirliği, sevgi, verimlilik, hürmet, saygı ve önderlik maharetlerinin devreye konması gerekir. Öğretmenler öğretmen olduklarından dolayı onur duymalıdırlar.
Öğretmenlerin mesleklerini sevmesi, kendilerini güvende hissetmesi, birbirleriyle işbirliği yapması sağlanmalıdır. Çünkü aile liberal ekonomi politikalarından ve yasal uygulamalardan dolayı zaten işlevsiz kalıyor.
Oysa gördüğüm kadarıyla üniversitelerimizde ve okullarımızda bürokratik makamları sağlama alıp eğitim çalışanları üzerinde tahakküm kurma çabaları var. Bu durum hiçbir zaman sonuç getirmez, bunalımı arttırır. Şimdiki müdürler, rektörler ve siyasetçiler sadece bir dönem güç kullanma hazlarını tatmin etmiş olurlar. Eğitim bürokrasisi eğitimden daha önemli ve cazip olmuştur.
Aile mefhumundaki bu bozulmanın önü nasıl alınabilir? İdeal aile nasıl olmalıdır?
Bundan 50 sene önce böyle bir soru için çok daha umutsuz bir cevap verirdim. Çünkü o yıllarda üretim araçları tekeli vardı. Entegre çalışma sistemleri egemenliği bulunuyordu, çalışmanın ve üretmenin sadece başkalarının kontrolünde yürütülebileceğine dair bir kanaat vardı. Ulusal eğitim politikaları aşılmaz kabul ediliyordu, ideolojik ve doktriner tutumların kalıcı sosyal ve siyasal örgütlenmelere dönüşeceği var sayılıyordu. İbahiliğin (serbestiyetin) ve hayatın keyfini çıkarmanın en önemli amaç olmasına dair yaygın bir kanaat vardı. Sermaye doyumsuz patronların güdümündeydi. Kalkınma dinî mânâda kutsal bir faaliyete dönüşmüştü. Ne kadar dünya kazanırsak, o kadar Allah rızası kazanılacağına dair yaygın bir kanaat vardı. Bu kanaatlerin tümü de Sünnetullah’a saldırı niteliği taşımaktadır. Bundan dolayı aileyi tabiatları gereği ikinci plana atmışlardı.
Ama günümüzün üretim teknolojileri 50 sene önceki beklentileri yıkıyor. Sermayenin bir patronun mülkiyetinde olma tekeli kırıldı. İnsanların toplu ortamlarda çalışma gerekliliği ortadan kalkıyor. Çalışmak ve üretmek için mutlaka aile ortamı dışına çıkma gerekliliği azalıyor.
Eğitim teknolojileri alanındaki yenilik kampus tarzı okulları gerekli olmaktan çıkartıyor. Modern okul sistemlerinin insanları eğitme konusundaki başarısızlığı, eğitim ortamlarını tekelleştirmeyi ortadan kaldırıyor. Yeni üretim teknolojileri ve işletme anlayışları insanların kendi başlarına küçük işletmelerde ve okullarda çalışmasına ve ailelerine zaman ayırmasına fırsat tanıyor. Aile üyelerinin hep birlikte seyahat etme, bir iş ortamında çalışma imkânı doğuyor. Yani ekonomik, sosyal ve siyasî şartlar aile lehine yeni fırsatlar inşa ediyor. Bu durum Türkiye’de henüz net olarak görülmüyor. Ama dördüncü sanayi devrimi denilen süreç birçok gelişmiş ülkede etkin bir şekilde iş hayatında görülmeye başlanıyor. Bu süreç insanların aileleriyle sosyal olarak daha fazla zaman geçirmelerini sağlayacak nitelikler taşıyor.
Günümüzde aileyi ilerde etkileyecek olan en önemli tehditler, “bilgi tüketiciliği”, propaganda ve aile dışı grupsal bağlılıklar alanlarında ortaya çıkacak gibi görünmektedir. Çünkü hiçbir şeyin hazzına varmadan haz almış gibi yaşamak, hiçbir şeyi düşünerek öğrenmeden öğrenmiş gibi bir statüyü işgal etmek insan sağlığı, toplum barışı ve aile değerleri açısından önemli tehditlerdir. “Bilgi tüketiciliği”, propaganda ve aile dışı grupsal aidiyetler insanlara bunları sunuyor ve çok etkili bir propaganda yapıyorlar.
Günümüzde ideal değil de istenen bir aile diyelim. Çünkü ideal her zaman muhayyel bir şeydir. Yani olmayacak bir şeyi talep etmektir. Oysa istenen dediğimizde Cenabı Hakkın bize sunduğu imkânlar çerçevesinde yapabileceklerimizi düşünerek karar vermek gerekir. Bu bakımdan düşündüğümüzde, evlilik yaşının erkene alınması konusunda çaba sarf edilmelidir. Çocuk bakımı, terbiyesi ve gelişimi için anneler ve babalar aktör olarak öncelikle muhatap alınmalıdır.
Kent mimarileri aile mahremiyeti açısından aşırı kapalı bir görünüm vermektedir. Bütün apartmanlarda ailecek bir araya gelinecek ortamlar inşa edilmeli. Çocukların komşu çocuklarla sosyalleşmesi ve akranlarıyla buluşması apartmanlarda ve sitelerde sağlanmalıdır. Bu ortamlar aynı zamanda ailevî ilişkilerin ve etkileşimlerin olmasını da kendiliğinden sağlayacaktır. Öğretmenlerin ve eğitim uzmanlarının okullara değil daha çok bir köy niteliğinde olan kent sitelerine tayin edilmesi yoluna gidilmeli. Yerinde öğretim diyebileceğimiz bir sürecin alt yapısı oluşuyor. Bu aile değerlerinin ve insanlığımızın doğal haliyle yeniden canlanması için önemli fırsatlar sunmaktadır.
Konu hakkında söylenecek daha çok şey vardır. Ama sanırım daha başka sorularınız da olacaktır. Buyurunuz.
Aileden gerekli eğitimi alamayan fertler okul sıralarında da büyük bir taarruza maruz kalıyor. Türk eğitim sistemi hangi fikre nisbetle fert yetiştiriyor? Olması gereken nedir?
Haklısınız. Ama sanılanın aksine okullarda çocukları ve gençleri baştan çıkartan uygulamalar, resmî eğitim programları değildir. Bilakis bu programların mevcut aktörlerle, yani eğitim camiasınca etkili bir şekilde icra edilmemesidir. Mesela öğretmenlerin ve eğitim yöneticilerinin statüsü, iyi ders verme, öğrenciler için faydalı etkinlikler yapma ve başarılı ilmî değerlendirmeler yapma ile ölçülmüyor. İktidar partisine yakınlık ve iktidar otlakçısı bürokratik bir kulis çevresine ait olmakla ölçülüyor.
Durum böyle olunca, Türk eğitim sisteminin millî eğitim kanununda ve anayasada belirtilen amaçlarını gönülden anlatan bir öğretmen ve eğitim camiası zaten mevcut olamaz. Eğitim kademeleri kendiliğinden bir arpalığa dönüşmüş oluyor.
Bu durumda sorun eğitim sistemindeki amaçlarla ilgili değildir. Zaten bu amaçlara göre ders anlatan bir eğitim camiası mevcut değildir. Sorun okul veya eğitim ortamlarındaki gayri resmî sosyal ağların dolaylı eğitimleri ve propagandalarında ortaya çıkıyor.
Bu sosyal ağlar ise küresel aktörlere bağlı olarak işliyor. Okullar, toplumun genelinin irfanı ile çelişen ideolojik ve heyecanlı sosyal ağların ve örgütlerin yetişme sahalarına dönüşüyor. Bu gruplar aynı zamanda terör kültürünün, satanizmin, anarşizmin, fanatizmin ve kişilik bozukluklarının beslendiği kaynaklardır. Aile ortamı sıcaklığını yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı, yeterli bir şekilde hissedemeyen kişiler açlıklarını bu tür oluşumlara katılmakla gidermeye yöneliyorlar. Bundan dolayı okullar uyuşturucu kültürünün beslendiği en önemli kaynaklar olmaktadır.
Aile ve okul birlikte çalışmalıdır. Bu çalışma sınav başarılarına değil, ahlâka, adaba, girişimciliğe, fedakârlığa, sevgi ve saygıya odaklanmalıdır.
Maalesef 20. yüzyılın başlarından bu yana İslâmî değerler, grupsal veya cemaat tarzı örgütlenmelerin ve partileşmelerin tekeli ile özdeşleştirildi. Bu da Müslüman kitlelerin daha çok yapı bozukluğu krizleri yaşaması ile sonuçlandı.
Olması gereken eğitim camiasının, öğrencilerin annelerine, babalarına saygı duyarak işe başlamasıdır. Bugün resmî eğitim camiasında yer alan dinî gruplar dâhil, bütün sosyal oluşumlar ve propagandalar öğrencileri aileleri için değil; grupsal ve partizan çıkarları için yönlendirmeyi tercih ediyorlar. Bu gidişatı durdurmak gerekir. İnsanların eve saygı duyması ve evin kıymetini anlaması lazımdır.
Üniversitelerin içler acısı durumu ortada... Birçok iyileştirme çabasına rağmen bir türlü istenilen sonuca varılamıyor. Bunun sebebi nedir?
Maalesef söylediğiniz doğrudur. Üniversiteler, üniversite yöneticileri, öğretim üyeleri, öğretim elemanları ve öğrenciler dâhil kimseyi tatmin etmiyor. Rektörler daha çok yetki istiyor, öğretim elemanları yasal iş güvencesi talep ediyor, öğrenciler ve aileler verilen üniversite eğitiminin işlevsel olmasını umuyor. Ama hiç kimsenin beklentileri karşılanamıyor. Zaten haset, kin, nefret ve makam sevdasından kaynaklanan bu taleplerin karşılanması da doğru değildir. Öğrenci ve veli talepleri düşünülmeye değer amaçlardır.
Üniversitelerin sorunlarını tartışanlar ise konuya ideolojik kavramsallaştırmalar çerçevesinde bakıyor. İslâmî gruplara mensup çevreler, üniversite camiasının eski zamanlarda aşırı laik ve sol çevrelerin tahakkümü altında olduğunu ve sorunun bundan kaynaklandığını düşünüyor. Laik, liberal, sol ve kemalist kesimler ise, üniversite camiasının yeterince laik, liberal ve kemalist olmadığından kaynaklandığını var sayıyor. Her iki tarafın ileri sürdüğü bu gerekçeler, ilmî değildir, gerçekçi değildir. Bilakis bu gerekçeler meselenin üstünü örtüyor. Nerden bakarsanız bakınız meselenin nerden kaynaklandığını ciddi manada tartışan bir akademik ve siyasî ortam da mevcut değildir.
Üniversitelerdeki sorunun öncelikle bürokratik ve akademik makamların bir arpalık olarak kullanılmasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bu makamları da sağ ve sol farkı olmaksızın bütün kesimler arpalık olarak kullanabiliyor.
Bütün dünyada bilinen ve kabul gören bir akademik adap vardır. Bu adabın değerleri bir makale yazan her öğretim üyesi tarafından bilinir. İslâm ahlâkı ve terbiyesinin eğitim, öğretim ve ilim konusundaki değerleri eğitim camiası çalışanları tarafından biliniyor. Üstelik birçok üniversite hocası bu konularda sürekli kitaplar yazıyor, halka açık konuşmalar yapıyor. Bu duruma rağmen akademik kadroların dağıtımı, bilimsel çalışmaların değerlendirilmesi ve ilmî bilgiye önem verilmesi üniversitelerde hakkaniyete göre gerçekleşmiyor. Herkes bu durumdan şikâyetçidir. Ama eline yetki geçen çok az kimse bu şikâyetleri hatırlayarak ve düşünerek karar veriyor. Türkiye’nin yükseköğretim camiası bu konuda maalesef ciddi hatalar ve yanlışlar yapmaya devam ediyor.
Din, vatan, insan hakları, demokratik değerler, bilimsel değerler ve kemalist ilkeler bu arpalıklarla ilgili mücadelenin üstünü örtmek için kullanılıyor. Akademik yükseltmelerde cemaat, ideoloji vb. faktörler etkili bir şekilde kullanılıyor. Adayların akademik yeterlilikleri göz önünde bulundurulmuyor.  Bazı akademik kadroların ilan şartnamelerine bakıldığında nerdeyse alınması düşünülen adayın ayakkabı numarasını bile yazıyorlar. YÖK bu tür şartların öğretim üyesi alımında kullanılmasını engellemek için çok çaba sarf ediyor, ama, üniversiteler yine de bu yola başvurabiliyorlar.
Üniversitelerin iç dinamiklerinde daha çok belli bir makamı ele geçirmek üzere oluşan akademik takımlar etkili oluyor. Konu belli bir iktidar gücünü, statüyü ve arpalığı paylaşmak olunca, aynı ekipte yer alan öğretim üyeleri bir müddet sonra birbirlerine her türlü suçlamayı yapabiliyorlar.
Ben dönemsel şartlara bağlı olarak öğretim üyelerinin en samimi dostlarıyla çatıştıklarını, taraf değiştirdiklerini, sosyal demokratken muhafazakâr göründüğünü, muhafazakâr veya İslâmcı bir inancı olduğu halde sosyal demokrat bir görüntüyü belli bir menfaat karşılığında verebildiklerini çok gözlemledim. Tartışmalar, akademik ve ilmî konularla alakalı değildir. Kişisel çıkar ve makam düşkünlükleriyle ilgilidir.
Rektörlük seçimlerinde ekipleşen öğretim üyeleri, önce rektörlük seçimlerinde kendilerini desteklemeyenleri taciz ediyorlar, onların görevlerini akademik bir özgüvenle yerine getirmelerini yaptıkları tehditlerle engellemeye çalışıyorlar. Daha sonra da kendi aralarında yetki ve arpalık paylaşımları mücadelesine giriyorlar. Böyle bir ortamda bilimsel araştırma yapmak isteyenler de bir müddet sonra bunalıyorlar, görevlerini yapamaz duruma geliyorlar.
Daha önce benimle yaptığınız bir mülakatta, 1930’lu ve 40’lı yıllarda da benzeri sorunların üniversitelerde mevcut olduğunu söylediğimi hatırlıyorum. Ama günümüzde o yıllardaki üniversite sorununu tartışanlar, meseleye kesinlikle aktörlerin veya sorunlara neden olanların insan olduğunu düşünerek konuşmuyorlar, sorunun laiklik olduğunu, ideolojik bir bağnazlık olduğunu var sayıyorlar. Bu varsayıma dayanarak şimdilerde yapmak istediklerini meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ama şimdi yapılanla o yıllarda yapılanlar arasında gerçek bir farkın olmadığını görebiliyorsunuz.
Soruna insan odaklı, ahlâk ve terbiye odaklı bakmak gerekir. İdeolojik kalıplar dinî kökenli olsa da fark etmiyor. Sadece gerçeği gizliyor. Bir inkâra göre, insanların ve grupların birbirlerini yargıladığını ve dışladığını söylemek istiyorum. Ama aslında bu inkârın altında haset vardır, menfaat vardır, makam sevdası bulunuyor.
Rahmetli Sabri Ülgener, zihniyet, din ve iktisat konularının toplumumuzdaki tarihi boyutu hakkında yaptığı araştırmalarda, yıkılış ve çöküş dönemi Osmanlı bürokratlarının ve ulemasının menfaatler ve makamlar karşılığında nasıl yanlış davrandıklarını örnekleriyle açıklar. Cumhuriyetin üniversitelerinde de laikliğin varlığına ve radikal bir devrimciliğin söylemleştirilmiş olmasına rağmen, aynı kirli ilişkilerin modern üniversitelerimizde devam ettiğini düşünüyorum. Yakup Kadri’nin, Niyazi Berkes’in, Nurettin Topçu’nun, Mümtaz Turhan’ın yazılarında bu durumu örnekleriyle anlatan çok paragraf görebilirsiniz.
Son olarak şunu belirteyim, bilim ve bilimsel bilgi kendi başına insana bir ahlâk ve fazilet kazandırmaz. Benzer bir tartışmayı 1920’lerde Max Weber Almanya’da yapar. Bilim adamlarından örnek bir ahlâkî davranış ve önderlik beklemenin mümkün olmadığını o yıllarda Weber bir konferansında açıklar. Bilim camiası çalışanlarını olumlu ve olumsuz mânâda yüceltme anlayışı Türkiye’de vardır. Belki de böyle bir yanılsama üniversitelerin sorunlarını daha da artırmaktadır. Konu üzerinde ayrıntılı çalışmak gerekir.
Eğitim meselesinde Türkiye birçok problemle karşı karşıya. Peki bu durum dünya genelinde nasıl? Diğer devletlerin eğitimde ne gibi problemleri var?
Eğitim meselesinde aslında bütün dünyada ciddi sorunlar var... Bu sorunları üst düzey felsefî ve sosyolojik analizlerle ortaya koyan düşünürlerin sayısı da çok. Bu sorunları yeni bir bakış açısı ile inceleyip araştıranlar da daha çok Batı ülkelerindeki felsefecilerdir, sosyologlardır, eğitim bilimcilerdir. Konu hakkında Türkiye’de bir yeni düşünce ve tartışma bulunmuyor.
Eğitimin biçiminde, mekânlarında, işleyişinde, içeriğinde önemli değişmeler dünyanın her tarafında yaşanmaktadır. Eğitim ve öğretim araçlarında meydana gelen değişmeler bu durumu zorunlu kılmaktadır. Kampüs tarzı okullarda öğretimin verimli olmadığını ortaya koyan araştırmalar bulunuyor.
Modernist ve davranışçı bilim paradigmalarına göre son 150 senedir inşa edilen okul sistemleri gelişmiş ülkelerde tamamen yetersiz kalıyor. Bu okul sistemleri yerine, iş ortamları, aile ortamları, butik eğitim ortamları ve sanal öğretim alanları devreye giriyor.
Eğitim daha çok duygusal becerileri geliştirmeye yöneliyor. Entelektüel kapasiteyi arttırma, okul programlarının amacı olmaktan çıkıyor. Daha çok kişilik, dayanıklılık, kendi başına yeterlilik ve duygusal becerilerin geliştirilmesi hedefleniyor.
Türkiye bu programların tümüne resmi eğitim programları çerçevesinde düşünüldüğünde tamamen yabancıdır.
Küresel eğitim kurumlarının yöneldiği yeni alan, insanların azimli, kararlı, çalışkan, dayanıklı, verimli, ahlâklı, dürüst ve pratik becerileri geliştirme hakkındadır. Aslında bu özellikler geleneksel aile, mahalle ve akran grubu doğal eğitim ortamlarında zaten veriliyordu. Fakat tam zamanlı okulların sürelerinin şişirilmesi, yeni kent mimarileri ve çalışma şartları yukarıda belirttiğim gibi bu kapasitenin kullanımını imkânsız hale getirmişti.
Bu çerçevede Türkiye ile diğer memleketleri kıyasladığımızda eksikliklerimiz nelerdir ve ne gibi hamleler yapmamız gerekmektedir?
Şu aşamada Türkiye için, yine okul bazlı projeler geliştirmek gerekir. Ancak uzun dönemde yukarıda belirttiğim değişmelerin göz önünde bulundurulması lazımdır.
Okul bazlı düşündüğümüzde, bütün okullarda, beden eğitimi, izcilik, resim, sanat, el işi vb. uygulamalı, yani bedensel faaliyet gerektiren derslere ağırlık vermek şarttır. Çünkü insan, hassas, dürüst, kararlı, azimli ve faziletli davranmayı yaparak öğrenir, ezberleyerek öğrenmez.
Meslek okullarının yaygınlaştırılması ve cazip hale getirilmesi şarttır. Erken yaşlarda meslekî eğitime yönlendirme yapmak gerekir.
Son olarak önemli gördüğünüz ve eklemek istediğiniz bir husus var mı?
Hayır, yok; teşekkür ederim.
Biz teşekkür ederiz.
 
Baran Dergisi 486. Sayı