İlk olarak iktisad ve ekonominin kavram olarak farkı nedir, kısaca açıklayabilir misiniz?

Bildiğiniz gibi “İslâm Ekonomisi” kavramı da kullanılıyor. “İslam Ekonomisi mi olmalı, “İslam İktisadı mı?” şeklinde bir tartışma da var. Bu tartışma her halükârda “İktisat” lehine sonuçlanır da, bu alanda verilen eğitimde ilgili bölümlerin isimlendirilmesi ve geçerli literatür, “ekonomi” kavramını kullanıyor. İktisat, ekonominin ruhlu halidir diyebiliriz. Ekonomi kavramı, içinden değerlerin söküldüğü pozitivist bir kavrama dönüşmüştür. Mesela “tasarruf” kavramı, ekonomide “harcamamak, parayı tutmak” anlamına geliyor. İktisatta ise, “dengeli olmak” demektir. Yani eldeki paranın bir kısmı sarf ve harcama, diğer kısmı ise artırma anlamındaki tasarruftur. Aşırıya gitmemek, denge gözetmektir. Bununla ilgili çok teknik açıklamalar getirenler var ancak bu zaviyeden yaklaşayım. Ekonomi, kavram olarak iktisadın mümkün kabul ettiği matematik şubesidir. Ekonominin, klasik “ev idaresi” anlamından bugün başka bir yerde anlaşıldığını görüyoruz. Bir reklam spotuyla örneklendireyim; “herkes evini sever ama siz abartın!” Garip bir şey, ne yapalım? Evimize, kültürümüze uygun düşecek şekilde yuva veya ocaktan farklı bir şey olarak mı muamele edelim?

Tüketimi kamçılamak için sanırım…

Evet, öyle… Evini tutkuyla sevmeye geçişi ifade ediyor ama bu mevzuun teorisini çalışan Adam Smith gibi teorisyenlerin anladığı ekonomi ile iktisat kavramları birbirine yakın kavramlardır. Ancak bugün bu kavramların birbirinden uzak anlaşılacak kadar koptuğunu ifade edebiliriz. Bugün çok kısıtlı matematik kabiliyetlerimizle tutarlı ya da tutarsız hesaplamaların konusu oldu. Oysa tasarruf kavramı üzerinden sormak gerekir; hesaplamanın, harcamanın, sarfların dengesi nedir? İşte ekonomi bunu tarif edemez. Ekonominin bunu tarif etmesi için işin içine tasarrufun ölçüsünü verecek ruhunu katması lazım. İnsanların geneli bakımından iktisat ilmi de aynı literatür ile öğretildiği için ekonomi alanına itildi. Ben bunun bilinçli yapıldığını düşünüyorum.

Kastettiğiniz mânâda iktisat kavramının hayattan da kovulduğunu söyleyebilir miyiz?

Şöyle söyleyeyim; “sermaye” kavramını bizim dilimizdeki anlamıyla kovdular. Sermaye, iktisadî faaliyetin temel zeminini sağlayan, sürecini başlatan bir “girdi”dir. Vergi mevzuatında, Türk muhasebe sisteminde, uluslararası standartlarda Türk Finansal Raporlama Standartları-TFRS’de, sermayeye faiz verilemez; sermaye kâr alır. Sermaye sadece “öz kaynak” kalemi altında ilgili işletmelerin ortaya koymak zorunda olduğu bir “girdi”dir. Bir bakıma o işletmenin faaliyetini sürdürmek için kendini ifade biçimi… Bu sermaye hiçbir zaman faiz almaz. Türk hukuk sistemine bakarsanız, sermaye ve faiz kavramı yanyana gelmez. Biraz önce sıraladığım düzenlemelerde de öyle. Ama iktisat kitaplarına bakın, 4 üretim faktörü vardır: Girişimci, Toprak, Emek, Sermaye… Ve iktisat literatüründe sermayenin üretilen gelirden aldığı pay faizdir. Bizde böyle bir şey yok. Bu, Türk’ün ağzına da, töresine de, hukukuna da uymuyor. Kapital kavramını Türkçeye sermaye anlamında çevirdiler. Bu çevirinin bilinçli yapıldığını düşünüyorum. İktisada Giriş kitaplarını yazanlar, az-buz bilim insanları değil. O kitaplarda sermaye kavramını faizle ilişkilendirecek şekilde bir altyapının oluşturulmasına katkıda bulunduklarını düşünüyorum. Kapital şeklinde telaffuz edilseydi; kapitalimiz ne, sermayemiz ne, bilirdik. Hangi sermayenin faiz aldığı görülmüş? Bu toplumun anlayışında olmayan bir yaklaşım sergiliyor kitaplar.

Faize ahlâkî bir eleştiri getirildiğinde, sermayenin de üretime katılmadan kendini katlaması, şişmesi tartışılır. Bahsettiğiniz hassasiyeti kaybettiğimiz için kapitalist zümreler kendi “normal”ini benimsetmiş olabilir mi?

Bu hususta bir araştırmam var. Surinam, Cibuti, Balkanlara kadar etraflı bir araştırma ama size Türk toplumuna mahsus bir veriden bahsedeyim; Türkiye’de insanlar faiz almayı tercih etmiyor ancak düşük orandan faiz vermek konusunda yaklaşımları gevşiyor… Toplumun yüzde 90’ı “faiz almam” derken, yüzde 50’si, “düşük faizle borçalanırım” diyor. Böyle bir tablo var. Faiz önemli bir argüman. Bütün dinlerde de yasaklı. Bunu meşrulaştıran tek yapı ise bankacılık sistemidir. Banka dışında faiz işlemi, para ticareti gayrı meşrudur, hiçbir ekonomide yapmanıza izin vermezler. Kapitalizm tekelleşme modeli olarak ortaya çıkmıştı. Aslında böyle çıkmamıştı ancak bu teoriye sahip çıkanlar bu tekelleşmeye doğru evirdiler, yön verdiler. Bunu yaparken zannettiler ki, “firmalarımız tekelleşecek, bütün üretimi elimize alacağız, kârın kaynağı olan ticaret bizde…” şeklinde düşünüyorlardı. Sonra bunun mümkün olmayacağını anladılar. Çok büyük yapıların yönetilemeyeceğini tecrübe ettiler. Tekelleşmeyi finansa evirdiler; “finans-kapital” dedikleri… Şu an kapitali tekelleştiren bir modeli tecrübe ediyoruz. Kapitalizm tekelini korumak için faize ihtiyaç duyuyor. Schumpeter, Marks’ı teyid ederek, “kapitalizm batacak” der ama, “bu da kapitalizmin başarısı olacaktır çünkü kapitalizm tekelleşmesini tamamladığında yıkılacaktır” diye ilave eder. Bugün ise bu aşıldı. Artık Microsoft gibi dev firmalarını bile tekelleştirmeyi tercih etmiyorlar. Neyi tekelleştiriyor? Kapital’i… Dünya ekonomisindeki borç sistemini incelediğinizde, “bu borç kime?” diye sormanız gerekiyor. Küresel ölçekte 90 trilyonluk USD’lik Gayrisafi Yurtiçi Hasıla var; 200 küsûr trilyonluk USD’lik borç var.

Borçlunun muhatabı kim?

Asıl soru bu… İnsanlar diyor ki; ABD borçlu, Japonya borçlu, Yunanistan borçlu vs… Bu önemli değil, önemli olan alacaklının kim olduğu. Bu öğrenildiğinde kapitalizm kendini deşifre etmiş olur zaten. Bu yapı reddedilmiştir.

Sorumlusu bulunamayan yapı?

Öyle. Bu yapı çözüm üretecek bir yapı değil, böyle bir derdi yok daha doğrusu. Hatta sorunlu yapısını “konjonktür dalgası” gibi ifadelerle toplumlarda içselleştirdi; pazarladı. Ortaya oportünist karakterde kitleler çıkardı. Böyle bir ekonomik profil ortaya çıkardı. Bu modelde herkes tabiri caizse, halk arasında söylendiği gibi “mezar kovalayan” konumunda… “Birisi sıkışsa da ensesine vurup malını alsak!” kafasında, böyle bir dünya ortaya çıktı. Bu kapitalizmin ürettiği bir şey…

Aynı şey “rekabet” adı altında da yaşanıyor…

Bunun adı fırsatçılık. Feridduddin Attar’ın Pendnamesi’nden hareketle şöyle tarif edeyim; “alçakça menfaat beklemek…” Bu istenmeyen profili oluşturdu. Yönetmen Mecidî’nin bir filminde Yahudi profili vardır. Peygamberimizin (s.a.s) çoçukluğunda peygamberlik işaretlerini anladıktan sonra onu öldürmek için harekete geçiyor. Tabiî sonra Müslüman olup sahabeler arasına katılıyor. Henüz Yahudi iken, bu maksat uğruna kullandığı yöntemler, harcadığı paralar vesair  kendi toplumunda meseleye dönüşür. O filmde, başhaham ile arasındaki diyalogda şöyle bir cümle geçiyor; “bize dinimizce ticaret yapmanın teklif edilmesi, insanların toplam refahını yükseltmek içindir, yoksa kâr peşinde koşmak için değil…” Bu prensip dinin temel yaklaşımıdır. Faiz hukuk sistemlerinde olduğu gibi ilahi sistemde haramdır. Bu gerçeği dünyayla paylaşmak, asgari müştereklerimizden birisinin ifadesidir. Faiz kapitali tekelleştirmenin tek aracıdır. Dünyanın son yüz yılına damga vuran mesele, kapitalin üretilen gelirden aldığı payı sürekli arttırmasıdır.

Durum bu kadar açıkken faizin zulüm olduğu gerçeğinin toplumun şuurunda karşılığının çok zayıf olması… Sizce neden?

Vizyon problemi… Şöyle; faiz bize zulüm gibi gözükmüyor. Bakın, bizden öncekilerin kabul ettiği faiz bize zulüm. Bizim ödediğimiz faiz de bizden sonrakilere zulüm olacak. Böyle bir döngü söz konusu. Bugün ödediğimiz faiz, kapitali daha fazla tekelleştirecek ve bizim gelecek nesillerimizin tercih etmediği bir ortam oluşmasına yol açacak. İnsanlar bunu göremiyor. Bugün kendi ödeyip geçtiğinin gelecek nesiller adına hangi sonuçları doğuracağına dair bir kaygısı yok. Bu sistem birilerini tanrılaştırıyor. Böyle giderse bütün kapital dar grupların elinde toplanacak. Onların tahakkümü altında o nesiller ezilecek. Hayatımızı düzenleyen hukukî yapının toplam amacı, tek gayesi, “insanların yüksek refahı ülküsü”dür. Buna “Makasıd-ı Şeria” denir. Faiz işte bunun tam karşısında duruyor. Yani insanların yüksek refahını örgütleyen, öğütleyen bir sistemin tam zıddı olan şey, bazı kişilerin yüksek menfaati… Zekatın tam zıttı dersem herhalde daha somutlaşmış olur. Böylece hem alanın hem verenin statüsü ile ilgili varsa bir karışıklık yahut esneklik bir fikir verebiliriz.

“Bütün Bir Zihniyetin, Paradigmanın Değişmesi Gerekiyor”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sabahattin Zaim Ünv.’de düzenlenen 12. İslam Ekonomisi ve Finansı Konferansı’nda katılım bankacılığını işaret ederek, şöyle dedi; “İnsanî, ahlâkî ve çevreci karakteri, faizi ve sömürüyü reddeden yapısıyla İslâm iktisadı krizden çıkışın anahtarıdır.” Bu tespitten hareketle, kapitalin tekelleşmesinde aracı rolünde gördüğünüz mevcut bankacılık sistemi dönüştürülebilir mi, toplumdaki yansıması ne olur?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadelerinin her insanda karşılığı vardır. Aksini düşünmek insanlara haksızlık olur. Bütün mevzu risk paylaşımı. Bazılarımız kabiliyetli. Ortaya bir risk çıkarıyor. Bu riske, kendi toleransı içinde kalanların katma değer sağlaması gerekiyor. Bunu emeğiyle yapabilir, makinesiyle, gayrımenkulü ile veya sermayesiyle yapabilir. Sermaye ile bir katma değer sağladı ise ve girişim başarılı oldu ise sürdürülebilirliğini sağlayacak kadar kâr alacak. Şimdi, karmaşık olsun istemiyorum ama… Ticareti de tekelleşmek amacıyla, kapitalist literatürden beslenmiş kâr maksimizasyonu amacıyla yaparsanız, faizle aynı şeye çıkma tehlikesi olur. Allah (c.c.) ticareti helal kılarken, toplumun refahını yükseltecek bir ticaret ahlâkıyla icra edilmesini yüce kitabımızda açıkça istiyor. Eğer ticareti de kapitalist kodlarla yaparsanız, “faizcilik yapmıyorum” deseniz dahi faizle aynı sonucu üreten bir eylem içinde olduğunuzu bilmeniz gerekiyor. O bakımdan sadece bankalar mı dönüşecek? Bu daha önemli bir sorun. Sadece bankalarla mı meselemiz var? İşletmelerle de, bireylerle de var. Bakın, dünyada bundan daha çirkin bir şey yok; Türkiye’de, çok yaygın şekilde “batıyoruz” sloganıyla daha çok küçük “esnaf” kabul edilen dükkanlar, işletmeler vs reklam yapıyor. Bu şu demek, “Düştük, çok zor durumdayız, gelin bir tekme de siz vurun fırsatını ayağınıza getiriyoruz vatandaş!..” Sizin daha insanî yaklaştığınız, hakkında “daha iyi durumda olsa ne iyi olur” diye düşündüğünüz insanlara bir bakıyorsunuz bu reklam sloganının peşinden koşup düşene tekme attığını zannediyor. Bu tür reklam yapanlar aslında toplumu birçoklarından daha iyi analiz etmiş ve maalesef bulguları umduğumuz gibi değil. 
Dolayısıyla bütün bir zihniyetin, paradigmanın değişmesi gerekiyor. Şunu demek istiyorum; konferansın açılış konuşmalarında bir devletin en üst düzey temsilcisinin ve aynı devletin bütün ekonomi yöneticilerinin hep bir ağızdan İslam ekonomisi ve finansının Türkiye ve insanlık için önemli bir çözüm olduğunu, bu alanda yapılacak faaliyetlere destek niyetini beyanlarını çok önemli buluyorum. Bu çok büyük bir gelişme. Bu o gün o toplantıda gerçekleşti. Tarihe geçecek bir çıkış. Bir paradigma değişiminin fitilinin tutuşturulduğunu düşünüyorum. Bu değişimin de insanları, risk transferi, risk ticareti bataklığından çıkarıp risk paylaşımı ki finansın asıl dinamiğidir, zemininde yeni imkanlarla buluşturacağını düşünüyorum. 
Büyüme de hak, küçülme de öyle değil mi? Buna futboldan bir örnek vereyim. Bir kulübümüzün başkanı açıklama yaptı geçtiğimiz senelerde, “biz küçüleceğiz…” İnsanlar anlamadı. Yahu ne demek küçülmek? İnsanlar büyümeye o kadar odaklanmış ki. Her büyüme iyi değildir. Kapitalist modeli faiz temelli işlettiğinizde, büyüme-küçülme normal süreçler olduğu halde, hormonlu büyümeler ve bu hormonlu büyümelerin sancılı küçülmelerini yaşıyorsunuz. “Konjonktür dalgası” (boom ve boost) dediğim şeyi böyle tarif ediyorum. Boom’un Türkçedeki karşılığı “fosarma”dır. Hani bazlama hamurunu fırına koyarsınız, pişince fosarır, çıkardıktan sonra da soğudukça fosalır yani boost?

Şişkinliği gider…

İşte kapitalizmin faizli kurgusu reel olmayan varlıkları şişirir sonra da patlatır. Ama bu değişiklikler insanların tolere edebileceğinden fazladır.

Reel bir şey olmadığı halde gerçek zannediliyor…

Türkiye’deki bir konutun gerçek fiyatının 500 bin TL olduğunu düşünelim. Kredi ile alındıysa 1 milyona gelmiştir. Yani 10 sene sonra kredisi bittiğinde değeri 1 milyondur. Alıcıya maliyeti bu… Bunun üzerine yeniden satıldığını ve yeni alıcının tekrar kredi alındığını düşünün. Evin değeri 2 buçuk milyona çıkacak. 500 TL’lik ev dışarıdan bakan biri için 2 buçuk milyon TL oldu. Ama “kredi imkânları kısıldı, piyasa daraldı” falan denildiğinde dolayısıyla konut fiyatları geriye düştüğünde, o ikinci krediyi alan kişi zarar edecek, evin fiyatı kısa sürede 1 buçuk milyon TL’ye kadar düştü diyelim. Oysa en son kredi ile konutu alan kişiye maliyeti 2 buçuk milyon TL idi. Kapitalist ekonominin faiz üfürerek şişirdiği alanlarda dalga aralığı çok fazla yükselir, çok da fazla daralır.

İnsanlar durup dururken sersemleşiyor…

Eğer İslâm iktisat düşüncesi içinde bir sistem olsa, böyle olağanüstü daralmalardan da, olağanüstü performanslardan bahsetmeyeceğiz. Gayet doğal, işin ruhu neyse o. Bakın faiz bir “kazan”ı “iki kazan” yapar. Sonra “sıfır kazan” yapar. Fiktif bir şeyden bahsediyorum. Bunun cevabını Nasreddin Hoca –Allah ondan razı olsun- vermiş. “Kardeşim bu kazanın doğurduğuna inanıyorsan, öldüğüne de inanacaksın” diyor. Böyle bir şey yani. Bizim garibanın 50 bin TL’si var. Gidiyor bankadan faiz alıyor, çok seviniyor, karda sayıyor kendisini. Yarın öbür gün gidip üzerine 100 bin TL konut kredisi alıyor. Bankaya geri ödemesi 250 bin TL. Ortada hiçbir şey kalmıyor.

Ve ömür gidiyor ödeyene kadar…

Pek tabi. Sen o 50 bin TL üzerinden 200 TL faiz aldığına ikna olursan, 100 bin TL’ye de 150 bin TL faiz ödersin. Hocanın komşusu kazanın doğurduğuna ikna olduğu için, kazanın öldüğüne de paşa paşa ikna olacak. Başka yolu yok, kurtulamaz. Bu yapı fiktif, yani reelden kopuk, reeli peşinden sürükleme derdinde. Bankacılığın ortaya çıkış teorisi görünürde böyle değildir. Yatırımların finansmanını merkeze alır. Bugün 3 trilyonluk TL’lik kredi hacminin yüzde 1’i yatırımlara gidiyor mu dersiniz? Tamamına yakına tüketimin finansmanı, ya işletmelerin tüketiminin finansmanı veya bireylerin.

Kapitalizmin gizlenen yüzü...

Merkantilizm diye bir teori var. Bu teori kendini daha çok dış ticaret içinde ifade eder. Ticaret yoluyla değerli madenlerin yurt içine taşınması. Ancak zinhar yurtdışına çıkmaması şeklinde… Sömürünün teorileştirilmiş hali. Bu görüş Güney Afrika’da, Latin Amerika’da milyonlarca insanı canından etmiştir. Buna karşı duruş olarak Adam Smith, “Milletlerin Zenginliği”ni önerdi. Kitabın adı bile “başkaldırı”dır. Yani sadece İngilizlerin veya İspanyolların değil bütün insanların zenginliğini öneriyor. Gerçekten ilk bakışta tozpembe bir dünya… Tam rekabetçi bir piyasa var, kimse kimseyi kazıklamıyor. Kârlar minimum vs.

“Bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar”…

O öneri de sonradan tanındı. Şöyle, İspanyollar sınırdan gümüş veya altın çıkaranları giyotine vuruyorlardı. Buna karşı söylenmiş bir sözdür. Smith’in dış ticaret teorisi, “hangi ekonomi hangi malda üstünse onu üretir” şeklinde bir teoriydi. Tabiî, uygulamada hep İngilizler üstünmüş gibi oldu ama teorik tutarlığı bakımından dikkate alındığında güzel duruyor; merkantilizmin tek taraflı ticarî kâr güden yapısına karşıdır; “herkes kazansın” der. Zaten iktisattaki teorilerin nasıl farklılık kazandığını anlamak için dış ticaret teorilerine bakmak gerekiyor. Smith böyle bir yapı teklif etti ama önemli olan o teoriye kimin sahip çıktığı, uyguladığıdır. Bu teoriye kapitalistler sahip çıkınca adı da kapitalizm oldu. Eşya kıtlığı sorununun çözümünün, ilk yatırımlarla birlikte insanları zengin ettiği algısı oluştu. O teoriyi geliştirenlerin elinde iş çığırından çıktı. Çözüm değil de, bir malı ürettikçe satarak, girişim yaparak zengin tabaka türedi. Bugün de öyle… İlk merhabalaşmada “dijital ortamda yatırım yapmak lazım” falan deniliyor. Niye söyleniyor? İnsanların şu sorununu çözebiliriz diye mi söyleniyor. Hayır. “Zengin oluruz” diye söyleniyor. İşte bu kapitalizm. İlk dönem ayakkabı fabrikası açmak teorik olarak ayakkabı sorununu çözmekti. Sonra baktılar o tür fabrikalar açanlar zengin olmuş, peşinden kola diye bir içecek üretmeye kadar vardırdılar. Şu anda kola hangi derde çözüm oluyor. Ne faydası var? Kolayı neden içiyoruz yani? Bilmiyoruz. “Ben ihtiyacı üretiyorum” diyorlar. “Zengin olmak için size kolayı ihtiyaç olarak kazandırırım” diyor.

Öğrenilmiş ihtiyaç oldu bir bakıma…

Garip bir şey… İnsanlar bugün hangi tüketimlerinin hangi ihtiyaçlarını karşıladığı üzerinde düşünseler birçoğunun boşuna olduğu görülür. Bu model üretim o noktaya gelince zenginleşmenin teorisini besleyen unsur oldu. Sonra buna bir “din” biçildi. Dediler ki bunun “dinî motivasyonu Protestanlıktır.” Bir ahlâk giydirildi vs. ama o din falan çoktan terkedildi. Bugün kapitalizmin dini için Protestanlık diyemeyiz. Dini kalmış mıdır, bunu söylemek bile zor.

Uluslararası bankacılık sistemine alternatif bir katılım bankacılığı pratiği kanıksanmaya başlayalı epey oldu. Bu bankacılığın Türkiye merkezli biçimde kapitalistlerin sömürdüğü coğrafyamızda ilerlemesi mümkün mü?

Bu hususta iki yaklaşım var. Birincisi, Malezya’nın öne çıkardığı “Pazar payı” yaklaşımdır. Bu yaklaşımda pazar payı uğruna bazı şeyler gözardı edilir. İkincisi, “Şer’i uyum” yaklaşımı. Yani işin gerçekten İslâm iktisat ve finans düşüncesine uygun yapılması yaklaşımı. Türkiye bunu takip eden ülkelerden biri. Bu anlamda Türkiye, Pakistan ve Sudan’ı sayabiliriz. Pazar Payı odaklı yaklaşımın tanıttığı bazı toksik ürünler veya uygulamalar var. Onlar ülkemize büyük oranda sirayet etmiş değil. Eğer Şer’i Uyum yaklaşımını Türkiye doğru anlatabilirse, bence Balkanlardan başlamak üzere hem Türkiye’ye hem Türkiye’nin etki sahasına, oradan tüm insanlığa iyi bir çözüm teklifi olabilir. Çünkü finansal aracılığın kâr amaçlı yapılması çok iğreti bir durum. İnsanlar bunu bugün anlamaya başladı. Özel bankaların müşterileri kamu bankalarına yöneldi. Finans kamu eliyle yapılabilir. Bunu kabul edebilirim. Faizli olmamak şartıyla tabiî. Kooperatif olmasını tercih ederim. Bunlardan daha güzeli de katılım finansıdır. Katılım finansında bir risk havuzu otaya çıkarılarak katılımcılar arasında paylaştırılır. Buradaki kâr veya zarar, bu havuzun katılımcılarınındır. Eğer iyi bir performans varsa, bu havuzu işletene bir pay veriliyor. Bu model gerçekten kapitalist tarzı kâr amaçlı güdülmediğinde, paylaşım temelinde ısrarcı olunduğunda çözüm olabilecek bir model. Finansal aracılığın kar amaçlı yapılamayacağı fikri üzerine kuruyorum paradigmayı kendi tahayyülümde.

Bu modelin aynı zamanda finans ve ticarete ahlâkî bir teklif olduğu söylenebilir mi?

Mutlaka öyle. İnsanlar bunun yeterince bilincinde değiller ama özellikle finansman ihtiyacı büyük olan işletmeciler, bugün Covid-19 sonrası finansal ihtiyacın kâr amaçlı yapılamayacağını daha iyi gördüklerini düşünüyorum. En azından bu husustaki fikirleri anlayabilecek duruma geldiler. Bunun genel kabul görecek bir yaklaşım olduğuna inanıyorum. Bunu Türkiye’de de dünyada da dile getirdim, dile getirmeye devam edeceğim.

Bu fikrin devlet mekanizması ile toplum arasındaki etkileşimle birlikte, sistemin dönüşümünü gerçekleştirmesi bakımından mevcut bürokratik kadroların durumunu nasıl görüyorsunuz?

Malûmunuz, İslâmî finansa en yüksek ilgiyi gösteren ülkelerin arasında en başından beri İngiltere ekonomisi yer almıştır. Bunun farkındalar. ABD’de, birçok başka ekonomide faizsiz finans kurumları, bankalar var. Bunlar yakından takip ediliyor. Çok geniş literatür çalışmaları var dünyada… Fakat Türkiye akademik anlamda buna henüz çok yabancı. Dünyadaki en saygın bilim insanlarının İslâmî bankacılık üzerine çalışmaları olduğu halde, ülkemizden asıl katkı vermek potansiyelinde olanların bu alanda hiçbir fikirleri olmadığını veya bu sahayı çalışmaya değer bulmadıklarını söylemek lazım, bu bir soru işareti. Global paradigmanın değişimi hissedilmeye başladığı takdirde, bürokrasi, düzenleyiciler, akademi, artık bunun yanında yer alacaklardır. Mesela kapitalist paradigmaya geçiş çok hızlıdır. Kolaydır da. Birçok değeri reddedip, o gün için “Protestan ahlâkı” denen şeyi kabul etmek kolaydı. Bu paradigmaya geçiş bir nefs mücadelesi barındırdığından biraz zor olacak insanlığın yüksek refahı bunu mümkün kılacaktır.

Peki bu paradigmayı benimseme aşağıdan yukarı doğru mu, yukarıdan aşağı mı yoksa çift yönlü mü olacak?

Bizde bu sanki yukarıdan ifade ediliyormuş gibi geliyor ama öyle değil. Mesela insanların öteden beri alışıldığı üzere altın, döviz gibi varlıklara yatırım yapmasının temel gerekçesini faiz karşısında çözüm aradıkları için öğrendikleri bir yol olarak görüyorum. Bu insanlar bankaya gidip faiz almayacaklardı. Türk lirasının da değer kaybettiğini düşünüyorlardı. Çünkü Türk iktisadî sistemi kapitalist paradigmaya çoktan geçmişti. Bu da Türkiye’yi dolarizasyonun yani yurt içi döviz yerine farklı dövizlerin tercih edilmesi, tutulması, yatırım yapılması en yüksek ekonomilerden biri haline getirdi. Artık kapitalist paradigmada enflasyonla yaşarsınız. Enflasyonsuz yaşayamazsınız. Enflasyon olmayınca kapitalizm durur. İnsanlar faize angaje olmak, faizin tarafı olup olmamak noktasında epey direndiler diye düşünüyorum. Fakat kapitalizmin hileleri çoktur, kıvraktır. Her şey onun amacına hizmet edebilir. Niyetiniz bozulduğunda kapitalizmin amaçlarına hizmet edersiniz. Bir yönüyle de bunu faiz üzerinden şöyle ifade edebiliriz; yüksek faizin parası olana yaraması, düşük faize ise paraya ihtiyacı olanların başvurması… Şimdi Batılı ekonomiler de kapitalizmin ne menem bir şey olduğunu biliyorlar. Fakat onlara sus payı olarak fevkalade düşük faizli imkânlar sunulduğundan seslerini pek çıkarmıyorlar. Faiz ödüyor da, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” misâli ödetiyor. Şunu diyor; “Brezilya, Türkiye vs. bak şu toplumların haline, yüzde 30’dan konut kredisi alıyorlarmış, halinize şükredin…” diyor. Batılı da bunu göze alıyor zaten. Kapitalizmin sus payı verdiği kitle ne kadar? Küçük bir kitle. Yoksa dünyanın geneli bakımından sonuçları olan bir yapı…

“Müslümanım Demek Faizsiz Bir Dünya Düzeni Kurabilen Demektir”

Kapitalizmin hilesi çoktur dediniz, mesela yatırım araçları üzerinden spekülasyonlara da kitleler alıştırıldı öyle değil mi? Toplum hayatından bu “normal” nasıl çıkarılabilir?

Bakın bu ülkede, lise matematik derslerinde faiz problemleri öğretilir. Neden? Türkiye’de bugüne kadar sorulmuş mudur acaba? Üniversite sınavlarında önümüze getiriliyor. Biz neden öğreniyoruz bunu? Neye hazırlanıyor bunu öğrenenler?

Sanki hayatın olmazsa olmazıymış gibi…

Kapitalizm başarısını gerçekten kıvrak yapısına borçlu. Varlığını teyit edecek hiçbir alanı boş bırakmamış. “finansal okur-yazarlık” diye bir kavram var. “yastık altıcı”, anlamazlar denilen teyzeler altın alıyor hiçbir dertleri tasaları yok. Aslında bu gibi kavramlarla öğretilenler amacı dışında görünse de bir biçimde insanların varlıklarını kapitalizmin sömürüsüne hazırlıyor.

Salgınla birlikte küresel finansın Çin’de merkezleşmeye çalıştığı ifade ediliyor. Ve bunun dijital tabanlı olacağı, blokchain para sistemine geçileceği iddia ediliyor. Böyle bir yapı hayata geçtiği takdirde Türkiye nasıl bir konum alabilir? Çünkü bu aynı zamanda kapitalizmin güncellenmesi anlamına geliyor?

Sermayenin merkezi olan ekonomilere bakın, bir paradigması vardır. Döneminin en zengin ekonomilerinden bir Osmanlı idi, bir paradigması vardı. Sonra bu alternatif bir paradigma ile İspanyollara geçti. Daha sonra bir başka paradigma ile Anglosaksonlara, İngilizlere ve Amerikalılara geçti. Çin de bir dönem Sovyet modeline geçmeye çalıştı. Tabiî Marks kapitalizmin sorununu, bölüşüm sorununu görmüştü; bugün talep sorunu var diyorlar. Oysa öyle değil, kapitalizmin bölüşüm sorunu var. Marks da bunu gördü ama bölüşümün antitezini yani “eşitlik” ilkesini teklif etti. Böyle bir öneriyi insanın sindirmesi çok zor. Biri çalışıyor 100 TL hak ediyor, diğeri ise çalışmayarak gene 100 TL hak ediyor. Bu dünya öyle bir dünya değil. Bölüşümün antitezi ise anarşizmi doğurdu; olmadı. Eğer Çin’de bir paradigma varsa, sermaye oraya kayabilir. Bir görüş, içeride komünist, dışarıda kapitalist bir Çin’den bahsediyor. Her ikisi de tekel teorisidir, aynı şeydir. ABD’nin kapitalizmi ile Çin’in kapitalizmi arasında bir fark yok. Çin bir paradigma ortaya koyamazsa sermayenin orada toplanacağını düşünmüyorum. Türkiye’de Anadolu ticaret devrimi denilen bir tecrübe var. Anadolu ilk iktisadî paradigmasını koymuştu. Bunu tekrarlayabilirse yeniden sermayenin merkezlerinden biri haline geleceğini düşünüyorum.

Osmanlı’da ticaret farklı tebaların elindeydi malum. Sonra bu sermaye çeşitli sebeplerle dışarı kaçtı, kaçırıldı. O tarihten beri yerli, milli karakterli sermaye hep tartışılıyor. Türkiye’de şu an böyle bir faaliyet üzerinde olunduğu söylenebilir mi?

Sermaye üretim girdilerinden biri… Diğerlerinden ise Türkiye’de bolca var. Mesela, Almanya’da işgücü yoktu; buradan gitti. Doğal kaynaklar burada fevkalade. Girişim dersek herkesin kafası çalışıyor. Birçok ülke dolaştım; birçok insan gördüm. Dünya için söyleyecek bir sözleri yok insanların. Ama Türkiye’de neredeyse herkesin insanlık için söylebileceği bir söz var. Sermayeyi elde etmenin yolları var. Çin bunu yaptı. Çin, aslında parasını devalüe ederek, sermaye üretti; bu oyunu oynadı. Bu oyunu biz de dijitalde oynayabiliriz. Katılım finans da burada etkin bir rol oynayabilir. Çok teklif üretebilecek durumdayız.

Yeni bir ekonomik operasyon gelebilir mi, gelirse ne gibi sonuçlar doğabilir?

Türkiye yeni operasyonlar çekilemeyecek kadar önemli bir ülke. Dayanıklılığını çok defa ispatladı. Yeniden seri operasyonlara girişilmesi zor. Türkiye’de kurun artık ciddi bir yere geldiğini, borsanın, varlıkların ve işletme değerlerinin çok ucuz olduğunu, Türkiye’ye FDI denilen doğrudan sermaye akışının 2002-2007 arasındaki gibi tekrar yöneleceğine inanıyorum. Bunun için ortam hazır. Artık yeni bir hikâye kurulacak, Türkiye şöyle güzelleşti, Avrupa’da şöyle ilgi topluyor gibi. Sonra peş peşe adım atacaklar. İktisadi görünüm değişecek. 
Dolar 7 TL şu anda, 100 bin dolarınız 700 lira yapar. Borsaya yatırım yaparsınız sizi gören gelir. Borsada talep artacak, piyasada dolar arzı artacak. Endeksten bir sıfır atıldığını düşünelim, 10 binden yeniden 100 bine çıkıyor. 700 bin liranız 7 milyon oluyor. O arada sizi gören herkes Türkiye’ye gelmeye devam ediyor. Döviz arzının bolluğu nedeniyle dolar 4.90 TL’ye düşüyor. Satıp çıktığınızda 7 milyon TL’yi 4,90 kurdan dolara dönersiniz ve inanılmaz “karlar” elde edersiniz. Bu daha önce oldu. 2002’de dolar 1.80 iken Türkiye’ye sermaye sokmaya başladılar. Borsa 9 binden 90 bine çıktı. 180 bin lirası olan 1 milyon 800 bin lira sahibi oldu. Onlar çıktığında da dolar 1.09 idi. Gene bu hikâyeyi oynayacaklar diye düşünüyorum. Çünkü Türkiye’nin de argümanları olduğunu gördüler. O yüzden onlar için operasyonun artık anlamı yok. Biz faiz haram kılındığı günden itibaren buna çözüm üretecektik. Çok akıllı olacaktık. Bakınız, Müslümanlık iddiası, “çok akıllıyım” demektir. Kur’an’da sürekli akla vurgu yapılır. “Müslümanım” demek bir ahlâk sistemine göre yaşayan demek. Ekonomiye vurursak, Müslümanım demek faizsiz bir dünya düzeni kurabilen demektir. O finansal mühendisliği, o aklı ortaya koymamız lazım. Koyduk ama kurumsallaşamadı, sürdürülemedi de denilebilir. Müslümanım diyen, faizsiz bir iktisadi düzeni tesis etmek sorumluluğundadır. Bunun bileşenlerini tesis edebilmişse korumak zorunda. Veda Hutbesi’nden beri böyle. İnsanlık karşısında da sorumluluğumuz var. Hayatımızı ikame ettiğimiz, Makasıd-ı Şer’iye’nin gayesi budur. İktisat hukukunda geçer, “bu kanunun amacı küçük sermaye piyasasını veya para piyasasını düzenleme, küçük yatırımcının korunması gibi şeyler yazar. İslâm hukuk düzeninin birinci amacı da insanların refahıdır. Allah adaletin bizim elimizle kurulmasını istedi. Birini daha zengin yapıp zekâtı emretti. Diğerini daha akıllı yarattı, ilmi çalışma koysun istedi. Bir diğeri mucit veya girişimci. Biz de bize verilen nimetlerin karşılığını vermek, adaleti temsil etmek için mükellefiz. Biz yapamazsak daha iyileri gelip yapacak. Bu da helak tehdidiyle yüzleşmek demek…

*Doç. Dr. Yusuf Dinç; İstanbul Sabahattin Zaim Ünv. İşletme ve Yönetim Bilimleri, İslam Ekonomisi ve Finans Bölümü, İslam Ekonomisi ve Finans Araştırmacısı, Sosyal-Beşeri ve İdari Bilimler temel alanında Bankacılık ve Sigortacılık, Katılım Bankacılığı, Banka Yönetimi, Bankacılık Denetleme ve Düzenleme alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir.

Baran Dergisi 701.Sayı