"Üstad bilmediğini soran, öğrenen adamdı. “Çöle İnen Nur”un henüz “Büyük Doğu”da tefrika edildiği günlerde, bazı bahisleri, o yıllarda İstanbul müftüsü olan merhum Ömer Nasuhi Bilmen’e sorduğuna kaç defa şahid olmuşumdur. Üstad’ın tabiriyle “lüpçüler”, “Çile” sahibinin haysiyet ve şahsiyetini çekemeyip “Çile”nin haysiyetini korumasını bilen Necip Fazıl Bey’e enaniyet, kendini beğenmişlik isnat etmişlerdir. Bu, serapa bühtandır!"

Üstad Necip Fazıl’la ilgili 1983 yılında kendisiyle yapılmış röportajını yayınladığımız Mustafa Müftüoğlu; CHP Ceberrut iktidarının hüküm sürdüğü dönemde, 1949 ve 1950 yıllarında Büyük Doğu Dergisi’nin Müessese Müdürlüğünü yapmış ve Büyük Doğu’da yazıları yayınlanmıştır.

Okullarda okutulan resmî tarih tezlerine karşı “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” ismiyle 12 ciltlik kitap hazırlayan Müftüoğlu; doğru bilinen yanlışlarla, yanlış bilinen doğrular üzerinde Üstad’ın Büyük Doğu bilincinden kaynaklanan bir anlayışla tarihî olayların gerçek yüzünü ortaya koymuştur.

Kendisinin başta “Yalan Söyleyen Tarih Utansın” eseri olmak üzere, “Yakın Tarihimizde Siyasi Cinayetler”, “Tarihi Gerçekler”, “Menemen Vak’ası”, “31 Mart Vak’ası”, “Yüz Küçük Adam” isimli tarihi eserlerinin yanında başka eserler de kaleme almıştır.

Üstad’la genç yaşında birlikte olmuş, Üstad’ın şahsiyetine dair bazı gözlemleri ve ona dair hatıraları saygılı bir biçimde aktaran Müftüoğlu’yla 1983 yılında Üstadın vefatından hemen sonra Hasan Karakaya’nın yapmış olduğu ve bugün unutulmuş bulunan röportajı önemine binaen sizlere sunuyoruz. Merhumlar, başta Üstad Necip Fazıl olmak üzere, Hasan Karakaya ve Mustafa Müftüoğlu’na rahmet diliyoruz.

— Necip Fazıl Bey’i çok eskilerden tanıdığınızı biliyoruz… Tanışmanız ne zaman, nasıl oldu acaba?

— Efendim, ben Necip Fazıl Bey’i “Büyük Doğu”nun neşrinden hemen sonra tanıdım. “Büyük Doğu” ilk defa, 1943 yılının 17 Eylül Cuma günü yayınlandı. Zamanın en mütekamil matbaalarından biri olan “İbrahim Horoz Basımevi”nde dizilip basılıyordu, çok temiz bir baskı ve zengin münderacatla büyük boy yayınlanıyor, yirmi kuruşa satılıyordu. Ben o günlerde “Tasvir-i Efkâr”da gazeteciliğe yeni başlamıştım. Yunus Emre’nin Sarıköy’deki kabrini ziyarete gittim. Kabir çok bakımsız, pek haraptı. Kabirin bu yürekler acısı halini Necip Fazıl Bey’e anlattım. Necip Fazıl Bey’in Yunus Emre’ye olan sevgisini biliyordum. Yunus için yazdığı şiir ezberimdeydi: “Rüzgâra bir koku ver ki, hırkandan / Geleyim, izine doğru arkandan / Bırakmam, tutmuşum artık yakandan! / Medet ey dervişim, Yunus’um medet!” diyen Necip Fazıl Bey’e kabre ait fotoğrafları götürüp, mezarın harab halini anlattım. Üzüldü, fotoğrafları alıkoydu ve mecmuada bu meseleyi ele alacağını söyledi. İşte Üstad'ı tanımama böyle Yunus’un kabri sebep oldu.

— Büyük Doğu’nun bu ilk devrine ait bir hatıranız var mı?

— Bu devrede “Büyük Doğu”da, “İdeolocya Örgüsü”, “1001 Çerçeve”, “Tanrı Kulundan Dinlediklerim”, “Haftanın Muhasebesi”, “Doğu’dan-Batı’dan”, “Tarih” meşhur “Röportajlarımız—Gazetecilik Röportaj demektir” bahisleri vardı. İlk “Büyük Doğu”ların ilk üç sayısında bir de “Nefs Muhasebesi” vardı. Ki, bu yazı dizisi o devirde başlı başına bir hadise olmuş, sorulan suallerin ilki olan “Allah’a inanıyor musunuz?” sualine verilen cevaplar uzun yıllar konuşulmuş, unutulmamıştır.

— Siz “Büyük Doğu”da fiilen çalıştınız mı?..

— Efendim, “Büyük Doğu” haftalık mecmua ve günlük gazete olarak yayınlandı. Bir ara haftalık gazete şeklinde de çıktı. Ben hem dergide hem gazetede uzun kısa fasılalarla iki buçuk yıl kadar çalıştım. Uzun kısa fasılalarla diyorum, zira, “Büyük Doğu” sık sık kapatılır, zaman zaman Üstad tevkif edilir veya mahkûm olur, böylece “Büyük Doğu”nun neşriyatı inkıtaa uğrardı.

— Üstad’ın çalışma tarzı hakkında bize bilgi verir misiniz?..

— Üstad, “Büyük Doğu”nun her işiyle bizzat meşgul olur ve dolayısıyla çok yorulurdu. “Büyük Doğu”da çeşitli imzalarla pek çok yazı yazar, diğer yazıları da mutlaka okur, mecmuaya girecek yazıların “Büyük Doğu ekolü-mektebi” prensiplerine uygun olmasını ister, hatta kime ait olursa olsun müdahale edip o yazıları düzeltirdi. Üstad, “komünizm” demez “komünizma” der. “İdeoloji” demez “ideolocya” der ve bunun neden böyle olduğunu izah ve ispat ederdi. 1944 Büyük Doğu’larında bir “Lisan” köşesi vardı. “Lügatçemiz” başlığı altında haftalarca bu bahis üzerinde ısrarla durmuş, dilimize giren yabancı kelimelerin ne olması gerektiğini birer birer yazmıştı. Üstad’ın bu yazılara müdahalesi bazı muharrirlerle arasının açılmasına sebep olmuştu. Bu mevzuda İsmail Hami Danişmend’le aralarında geçen münakaşayı hâlâ hatırlarım.

Hemen ilave edeyim, Üstad matbaa tekniğini, mecmua, gazete mizanpajını çok iyi bilirdi. Bütün “Büyük Doğu”lar, hem gazete hem dergi olarak Üstad’ın bu maharetini gözler önüne sermektedir. Ve yıllar boyu daima hayretle görebildiğim, Üstad’ın, böyle derginin, gazetenin hem de günlük gazetenin—her işiyle meşgul olmasına rağmen, o nefis yazıları nasıl yazabildiğidir!

Kolay mı yazardı?

— Hem de nasıl! Eskilerin “akamet-i tahrir” dedikleri hali ben Üstad’ta hiç görmedim. Büyük Doğu’nun dizilip basıldığı matbaa tezgâhlarının ağzı dili olsa da söylese! Çok görmüşümdür. “İdeolocya Örgüsü”nü, ki “baş eserim budur” derdi, çok zaman matbaada mürettip tezgâhı üzerinde yazıverirdi!.. Üstad, İstanbul’un hep Anadolu yakasında oturdu, dolayısıyla vapurla gidip geldi ve bu vapur yolculuğunu dahi boşa geçirmeyip Kadıköy-Köprü arasında pek çok yazı yazdı veya yazacaklarını not etti.

Büyük Doğu’daki şu imzalar hep Üstad’a aitti: “Ne-Fe-Ka”, “Dedektif X Bir”, “Prof. Ş.Ü.”, “Adıdeğmez”, “Be. De.”, “Müverrih”, “Müstensih”, “Mürid”, “Ozan”, “M. Sarıçizmeli” ve daha şu anda hatırlayamadığım birçok müstear isim... Bu imzalarla çeşitli yazı yazar, kapak resminden, okuyucu mektuplarına cevaplara kadar her şey hazırlar ve bütün bunları sağlayacak bir cehd-i gayretle tamamlar. bu arada bizlere havale ettiği bir iş onun istediği gibi olmamışsa müthiş öfkelenir ve: “Nesli kesilmiş mamutlara döndüm, kimse bana ayak uyduramıyor” derdi. Bir ara “Büyük Doğu Cemiyeti”ni kurdu ve mecmua gâilesi arasında bu cemiyet işini de, adeta kendi başına yürüttü. Şubeler açtı, oralara bizzat gidip uzun uzun konuşmalar yaptı, gelenlerle hep kendisi meşgul oldu. Tekrar edeyim, böylesine bir meşguliyet içinde her sayısı bir hadise olan Büyük Doğu’yu nasıl hazırladı, o bir—kütüphanelik—kitapları nasıl yazabildi. Hâlâ hayret ederim!

— Bazı kimseler, Üstad’ta bir enaniyetten, kendini beğenmeden bahsederler, ne dersiniz?..

— Üstad: “Ellerime uzanan dudakları tepeyim/ Allah diyen, gel, senin ayağından öpeyim” diyen adamdır. Hatırlarım, bir yazısının başlığı: “Ben O’nun kölesinin kölesiyim” idi. Ve; “Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben/ Üç ayakla seken topal köpeğim/ Bastığın yeri taş taş öpeyim/ Bir kırıntı yeter kereminizden” diyen adamda enaniyet ne gezer?.. Meseleyi böylesine kavrayan, işin künhünü böylesine bilen kimsede kendini beğenmişlik olur mu?

Kaldı ki, Üstad bilmediğini soran, öğrenen adamdı. “Çöle İnen Nur”un henüz “Büyük Doğu”da tefrika edildiği günlerde, bazı bahisleri, o yıllarda İstanbul müftüsü olan merhum Ömer Nasuhi Bilmen’e sorduğuna kaç defa şahid olmuşumdur. Üstad’ın tabiriyle “lüpçüler”, “Çile” sahibinin haysiyet ve şahsiyetini çekemeyip “Çile”nin haysiyetini korumasını bilen Necip Fazıl Bey’e enaniyet, kendini beğenmişlik isnat etmişlerdir. Bu, serapa bühtandır! Üstad’ın ifadesiyle: Galata kulesine bostan kuyusu demek kadar abestir.

Hasan Karakaya Mustafa Müftüoğlu Röportaj

— Üstad’ın meşhur esprilerinden şu anda hatırlayabildikleriniz var mı?.. 

— Üstad’ın esprileri toplansa kocaman bir cilt kitap olur! Büyük Doğu’daki “Ağlatan Mizah” ve “Gülebilsek” sütunlarını Üstad yazardı. Hususi hayatında da bol espri yapardı. Meşhurdur bunlar. Mesela: Büyük Doğu’ya gelip giden üniversiteli bir genç vardı. Sık sık gelir, Üstad’a hürmet eder, hatta bazı işlerimize de yardımcı olurdu. Günün birinde bu genç görünmez oldu. Nice zaman sonra Üstad’la Babıâli’den çıkarken bu gence rastladık. Kucağındaki paketler hızla aşağı iniyordu. Bizi görünce durdu. Paketler arasından zorlukla iki gazete çıkarıp bize birer tane verdi ve Üstad: “Efendim, bu gazeteyi ben çıkarıyorum” dedi. Ayrıldık, iki yaprak amatör bir gazete idi. Üstad peki deyip evirip çevirdi, gazeteyi bana verdi ve:

"Mustafa, bu çocuğun böyle gazete çıkarması, Kanuni Sultan Süleyman’ın şamdancı başıcısını Kanuni namına Viyana Seferine çıkarmasına benzer” dedi.

Bir espri daha: “Kumandan” diye andığımız askeriyeden emekli bir arkadaşımızın hayli eski model ve biraz fazlaca yıpranmış bir arabası vardı. Üstad bu arabayı görünce sağına soluna hayretle baktı ve sonra arkadaşımıza:

"Kumandan, dedi, sen bu arabayı Amerika’ya götür, emin ol, Marşal Yardımından çok para alırsın!"

— Üstadın mahkemelerdeki müdafaaları da birer hâdise olarak söyleniyor, ne buyurursunuz? 

— Doğrudur. Üstad: “Ben her devrin mazlumu, makhuru, mahrumu ve mahkûmuyum” derdi. Çok dâvâsı oldu.

Bir zamanlar Sirkeci'deki Büyük Postahane'nin üstü adliye idi. Basın davalarına çarşamba günleri bakılırdı. Bazı günler Üstad’ın Ağır Ceza'da da davası olur, bazen de basın davaları için ifadeye çağrılır, böylece Üstad haftanın birkaç gününü de adliye koridorlarında geçirirdi. Abdurrahman Şeref Laç, Üstad’ın avukatı idi. Duruşmaya beraber girerlerdi ama, Üstad, avukatına pek iş bırakmazdı.

Necip Fazıl Bey'in davası olduğu günler mahkeme salonu önceden dolardı. Üstad, bazen karşı taraf avukatına, bazen savcıya cevap vermek üzere yer yer, bazen de dinleyicilere cevap verir, bazen de müdafaa yaparken tezahürat olurdu ki, dinleyiciler tezahürat için kendilerini zor tutar, ara sıra salondan dışarı çıkarılanlar da olurdu!

Meşhur Abdülhamid davasına Ağır Ceza'da bakılıyordu. O günlerin ünlü savcısı Hicabi Dinç bir celsede Üstad’a "şaşkın sanık" etmiş ve ondan şu cevabı almıştı:

“… Ana rahminden şaşkın doğan ve mezara kadar bu hüviyetini muhafaza edecek olan bu bayın, kendi üzerinden alıp bizim üzerimize bir toz zerresi gibi kondurmak istediği sıfatı bir fiskeyle asıl sahibine iade ederiz.”

Yine hatırlarım, Üstad, bir müesseseden "milletin başına bela olan" diye bahsetmiş ve o müessese tarafından hakaret davası açılmıştı. Üstad, mahkemede bela sözünün hakaret olmayacağını, insanın sevdiğine icabında "ne bela şeysin" diyebileceğini iddia ile divan edebiyatında bela üzerine söylenmiş mısra ve beyitleri duruşmasında uzun uzun okumuş ve bunları dinletmesini de bilmiştir.

Beraat ettiği davalar elbette vardı. Bazılarından da mahkûm oldu. Çeşitli hapishanelerde yattı. Hapishanenin çilesini "Zindandan Mehmed'e Mektup"da yazdı. "Cinnet Mustatili" de hapishane hatıralarıdır. Malatya davasında bir yıl mevkuf kaldıktan sonra beraat etmiş ve "Cinnet Mustatili"ni o sırada yazmıştır.

— Üstad’ın müsrif olduğu pek çok söylenir, doğru mudur?..

— Bu sualinizdeki "müsrif" kelimesini "mükrim" ile değiştirirseniz, evet, derim. Üstad, ikramı sever, hem de çok severdi. Evine bir defa olsun gitmiş olanlar, Üstad’ın ikramında ne kadar cömert olduğunu görmüşlerdir: “Müsrif” sözü, işte bu ikramdaki cömertliğinden galattır.

— Üstad, yazdığı yazıyı neşrinden evvel başkalarına okur muydu?

— Bazı yazılarını idarehanede okuduğu olurdu. Ben “Sakarya Destanı”nı bu şekilde pek çok dinledim. Bir de, “Nam-ı diğer Parmaksız Salih” filme alınmıştı. İlk gecesi bu eseri Beyoğlu'nda sinemada seyrettikten sonra Üstad’ı Kadıköy vapuruna bırakmak üzere Yüksekkaldırım'dan iniyorduk. Nasıl oldu bilmem, gecenin sessizliği, sokakların boşluğu, kaldırımların hali mi ne tesir etti bilemiyorum. Üstad, “Kaldırımlar”ı okumaya başladı, Ve tamamını okudu. Ki, bu, “Nam-ı diğer Parmaksız Salih”den daha makbule geçti.

— Üstadın vasiyeti hakkında ne dersiniz?

— Tamam, işte bütün mesele bu sualde. Mâlum, Üstad’ın vasiyeti “Esselâm”ın sonundadır. Vefatı dolayısıyla Milli Gazete’de de yayınlandı: Üstad, vasiyetinin sonunda: “Beni Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından bir takım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız” diyor. Bizim şu konuşmamız sizin de dediğiniz gibi, rahmete vesile olur ümidiyle yapılmıştır. Üstad daima hatırlanmalı, rahmetle anılmalı, affına mağfiretine duâ edilmelidir. Gönüldaşlarımdan ricam, vasiyetin dokuzuncu maddesinin dikkatle okunması ve Üstad’ın isteğinin yerine getirilmesidir.

Vasiyetin o maddesinde Üstad: “Şimdi sıra en büyük dileğimde” diyor ve ilâve ediyor:

“Müslümanlardan, eğer bu davada hizmetim geçtiğine inanan varsa, şunları istiyorum: Her ferdin herhangi bir kifayet hesabına yanaşmaksızın benim için ‘Necip Fazıl’ın kaza borcuna karşılık’ niyetiyle bir günlük (5 vakti) namaz kılması ve yine bir gün oruç tutması... Mevtanın ardından, onun için kaza namazı Şâfiî içtihadınca caizdir ve aynı içtihat Hanefilerce de rahmettir. Her ferdin, en aşağı 100 Tevhid kelimesi okuyup sevabının mislini bana hediye etmesi... Yetmiş bine dolması lazım. Bir de, üzerimde hakkı olanların bunu Allah rızası için helâl etmeleri.”

Üstad’ın vasiyetinin bir maddesi budur ve bu vasiyetin sahibi, mücadelesi, mücahedesiyle vazifesini yapmıştır. Şimdi vazife sırası bizdedir. Onun namazına duran o muazzam topluluk, bu vasiyeti şimdiye dek yerine getirmemişse, bundan böyle olsun getirmeli, Üstad’ı borçlu yatırmamalı, bilhassa üzerinde hakkı olanlar bunu Allah rızası için helâl etmelidirler. Dün ona alkış tutan eller bundan böyle onun huzûr-i âhireti için herhalde açılmalı, Üstad için birer sadaka-i cariye olduğuna inandığım eserleri vasiyetine uygun olarak tekrar tekrar basılıp genç kuşaklara tanıtılmalı, onun defter-i a'mâli kapanmamalıdır.

Benim, Üstad’ın vefatının hemen haftasında söyleyeceklerim şimdilik bu kadardır. Daha yazılıp söylenecek çok şey var: Her sayısı ayrı bir tetkik mevzuu olan Büyük Doğu’lar var. Üstad’ın, Anadolu’nun en ücra köşelerine kadar uzanan konferansları var, kitapları var. Ancak, bunların hepsinden evvel Üstad’ın vasiyeti var. Bu vasiyet yerine getirilmeli ve tekrar edeyim: Onun üzerinde hakkı olanlar Allah rızası için bunu helâl etmelidirler...

Mevlâ rahmet eylesin, af ve mağfiret etsin.

— Amin.

 

Röportaj: Hasan Karakaya

Milli Gazete, 6 Haziran 1983