Şeriatın zâhirinden hakikatin sırrına bir köprü

İslâm tefekkür tarihi; zâhir ile bâtın, şeriat ile hakikat, akıl ile aşk arasındaki ince çizgide yürüyen devasa şahsiyetlerin omuzlarında yükselmiştir. Bu şahsiyetlerin en 'çetin', en 'girift' ve üzerine asırlarca en çok konuşulanlarından biri, şüphesiz Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’dir. O, kimileri için anlaşılması imkânsız bir "sır denizi", kimileri içinse (yanlış anlamalar yüzünden) "tehlikeli" görülen bir sahil olmuştur. Ancak tarih, hakikatin üzerindeki tozu er ya da geç siler.

Bugün, Şeyh-i Ekber’i tarihî bir mutasavvıf olmanın ötesinde, modern çağın bunalımlarına karşı İslâm’ın 'yenilenen' ve 'yürüyen' diyalektiği içinde yeniden okumak bir zarurettir. Zira bu büyük velî, İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun tefekkür sisteminde kilit bir rol oynar. Mütefekkir Mirzabeyoğlu, İslâm tasavvufunun en "yakıcı" konularından olan “Vahdet-i Vücud’u, İmam-ı Rabbânî Hazretleri’nin “Vahdet-i Şühud” süzgecinden geçirmiş ve "Bu yüzdendir ki; O!" formülüyle çağın idrakine sunmuştur.

Bu çalışma; bir yanıyla Endülüs’ten Anadolu’ya uzanan o muazzam hayat hikayesini ve “tartışmalı” fikirlerin tarihî serüvenini ele alırken, diğer yanıyla bu mirasın İbda Külliyatı’nda nasıl bir "hikmet ve metod" inşasına dönüştüğünü inceleyecektir. Maksadımız, Şeyh-i Ekber’i sadece övmek değil; onun "mutlak fikre" nispetini, Mütefekkir’in aynasından seyredebilmektir.

Şeyh-i Ekber ve Mütefekkir Mirzabeyoğlu

Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu, İbda külliyatını inşa ederken İslâm tefekkür tarihinin zirve isimlerini (İmam Gazâlî, İmam Rabbânî ve Muhyiddin Arabî Hazretleri gibi) temel direkler olarak alır. Mirzabeyoğlu'nun, Muhyiddin Arabî hazretlerinin ortaya koyduğu ve İslâm tasavvufunun en çetrefilli meselelerinden olan Vahdet-i Vücud anlayışını nasıl ele aldığı ise son derece mühimdir.

İki irfan denizi: Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühud meselesi

Mirzabeyoğlu'nun yaklaşımını ve bu ilişkiyi anlamak için önce iki kavramı netleştirmek gerekir:

Vahdet-i Vücud (Şeyh-i Ekber): Kabaca "Her şey O'dur" (Varlık birdir, o da Allah'ın varlığıdır) şeklinde özetlenebilecek, Muhyiddin Arabî Hazretleri ile formüle edilen anlayıştır. Bu anlayış, dışarıdan bakanlar veya yanlış yorumlayanlar tarafından "panteizm" (âlemin Allah ile bir olması) ile karıştırılma riski taşımıştır.

Vahdet-i Şühud (İmam Rabbânî): Vahdet-i Vücud'daki bu "panteizm" riskine karşı İmam Rabbânî Hazretleri tarafından geliştirilen ve "Her şey O'ndandır" (Varlıklar O değildir, ama O'nun varlığının gölgeleridir, O'ndan sudur etmiştir) şeklinde özetlenen anlayıştır. Burada söz konusu olan şey "şuhudun birliğidir" (görünen her şeyin O'ndan olduğunu idrak etmektir).

Tarihî olarak bu iki görüş, özellikle Nakşibendî geleneğinde (İmam Rabbânî hazretlerinin etkisiyle) Vahdet-i Şühud lehine bir tartışma yürütmüştür.

Büyük Doğu’dan İbda’ya devredilen miras

Salih Mirzabeyoğlu, düşüncesini üzerine bina ettiği Büyük Doğu mimarı Necip Fazıl Kısakürek'ten "Şeyh-i Ekber'e sahip çıkma" mirasını devralır. Necip Fazıl, başta İbn Teymiyye olmak üzere Şeyh-i Ekber'i "tekfir" eden (küfürle suçlayan) zâhirî ulemaya karşı, onun bir "velî" olduğunu ve sözlerinin "te'vil" edilmesi (derin yorumunun yapılması) gerektiğini savunmuştur.

Mirzabeyoğlu, bu savunmayı alır ancak onu bir adım ileriye taşıyarak statik bir "savunma"dan çıkarıp kendi "diyalektik" sisteminin bir parçası haline getirir.

İbda diyalektiğinin çözümü: "O değil, O’ndan; bu yüzdendir ki O!"

Mirzabeyoğlu'nun bu iki görüşe nasıl yaklaştığı, onun Muhyiddin Arabî Hazretleri ile ilişkisinin temelidir. Mirzabeyoğlu, bu iki görüşü birbiriyle çatıştırıp birini diğerine tercih etmez; ikisini de "İbda diyalektiği" içinde sentezler.

Meseleyi, Salih Mirzabeyoğlu’nun kendi kaleminden takip edelim:

“Sır olan müessire nisbetle görünen esere bakıyoruz; eser sırdan! Mahiyeti yokluk olan «âlemde varlık», BİR olan varlık hakikatinden; O değil, O’ndan. İşin en girift hikmeti de şu: O değil O’ndan, bu yüzdendir ki O!” (1)

Görüldüğü gibi Mirzabeyoğlu'nun meşhur formülasyonu şöyledir: "O değil, O’ndan; bu yüzdendir ki O!"

Bu cümlenin tahlili, Mirzabeyoğlu'nun İbn Arabî'yi nasıl "tespit" ettiğini gösterir:

"O değil, O'ndan;..." Bu anlayış, İmam Rabbânî Hazretleri’nin (Vahdet-i Şühud) görüşüdür. Salih Mirzabeyoğlu, önce bu tespiti yaparak şeriatın temeli olan "tenzih" (Allah'ın yaratılmışlardan ayrı ve münezzeh olması) ilkesini öne alır. Böylece “panteizm” ve zâhirî eleştirileri kökünden bertaraf eder.

"Bu yüzdendir ki O!" Formül, Salih Mirzabeyoğlu'nun "İbda" damgasıdır ve İbn Arabî Hazretleri’nin (Vahdet-i Vücud) hakikatini yeniden kurduğu yerdir. Madem ki her şey "O'ndandır" ve O'ndan başka "gerçek varlık" (vücud) yoktur; o hâlde kâinatta gördüğümüz her şey, O'nun varlığının bir tecellisinden, bir "gölgesinden" başka bir şey değildir. Gölgenin, gölgenin sahibi olan "Asıl"dan ayrı bir varlığı olamaz. Dolayısıyla, "O'ndan olduğu için" ve "O'ndan başka varlık olmadığı için", gördüğümüz her şeyin hakikati aslında "O"dur.

Salih Mirzabeyoğlu, bu diyalektik hamleyle, İbn Arabî Hazretleri’nin Vahdet-i Vücud'unu, İmam Rabbânî Hazretleri’nin Vahdet-i Şühud süzgecinden geçirerek "yeniden" doğrulamış olur. İbda Mimarı, külliyat boyunca Muhyiddin Arabî' Hazretleri’nin "evliya kelâmını" yeni bir medeniyet inşası için "peşin fikir" kaynağı olarak görür.

Şeyh-i Ekber’in hayatı ve fikir atlası

İslâm düşünce ve tasavvuf tarihinde "Şeyh-i Ekber" (En Büyük Şeyh) unvanıyla bilinen Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri (k.s.), 1165 (H. 560) yılında Endülüs'ün Mürsiye (Murcia) şehrinde dünyaya gelmiştir. Hem zahirî ilimlerde hem de batınî ilimlerde "müctehid" seviyesinde kabul edilir.

Endülüs Yılları: Babası Ali İbn Arabî, mevki sahibi, kültürlü ve dönemin büyük filozofu İbn Rüşd ile dostluğu bulunan bir şahsiyetti. Ailesi, sekiz yaşındayken Mürsiye'den Endülüs'ün yeni başkenti İşbiliye'ye (Sevilla) göç etti. İbn Arabî Hazretleri, burada üst düzey bir eğitim aldı ve genç yaşta devlet hizmetine girerek "kâtiplik" (sekreterlik) görevinde bulundu. Kendi ifadelerine göre, yirmi yaşına (H. 580 / M. 1184) kadar dünyevi meşgalelerle vakit geçirirken, ani bir "Feth-i Rabbanî" (İlahi Açılış) ile manevi yola yöneldi. Bu yoldaki ilk manevi rehberlerinden birinin rüyetinde gördüğü İsa Aleyhisselam olduğunu belirtmiştir. Bu manevi dönüşümünden kısa bir süre sonra, babasının ricasıyla, filozof İbn Rüşd ile Kurtuba'da tarihi bir görüşme gerçekleştirdi.

Endülüs’ten Doğu’ya hicret ve Anadolu

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, 1200 yılında gördüğü bir manevi işaret üzerine "Doğu'ya gitmesi" emrini alarak otuz altı yaşında Endülüs'ten ayrıldı. Bu, onun bir daha vatanına dönmeyeceği uzun bir seyahatin (Rihle) başlangıcıydı. 1202 yılında Hac farizasını yerine getirmek için Mekke'ye ulaştı. Mekke'nin manevi iklimi, onun üzerinde derin bir etki bıraktı. Burada, İsfahanlı bir âlimin kızı olan bilge Nizâm ile tanışması, ona en meşhur şiir divanı Tercümânü'l-Eşvâk’ı (Aşkların Tercümanı) ilham etti.

Yine Mekke'de iken, Endülüs'teki 55 mürşidinin hayatını ve öğretilerini anlattığı otobiyografik eseri Ruh el-Kuds'ü yazdı. En önemlisi, devasa başyapıtı olan el-Fütûhât-ı Mekkiyye'yi (Mekke Açılımları) yazmaya burada başladı.

İzzetin El Kassam kimdir?
İzzetin El Kassam kimdir?
İçeriği Görüntüle

Hac sonrası seyahatleri onu Musul, Bağdat ve Mısır'a götürdü. Özellikle Anadolu (Diyâr-ı Rûm), onun hayatında ve mirasında merkezi bir rol oynadı. Konya, Malatya, Sivas ve Kayseri gibi Selçuklu şehirlerini ziyaret etti. Mekke'de tanıştığı Malatyalı âlim Mecideddin İshak Hazretleri'nin vefatı üzerine onun dul kalan eşiyle evlendi ve böylece Mecideddin Hazretleri'nin oğlu olan Sadreddin Konevî Hazretleri'nin (ö. 1274) üvey babası ve hocası oldu. Sadreddin Konevî Hazretleri, İbn Arabî Hazretleri'nin mirasını sistemleştiren ve "Ekberî" mektebi Anadolu'ya yerleştiren en önemli vârisi olmuştur.

Şam günleri ve fırtınalar koparan eser: Fusûsu'l-Hikem

İbn Arabî Hazretleri, yaklaşık yirmi yıl süren seyahatlerinin ardından 1223 (H. 620) yılında Şam'a (Dımaşk) kalıcı olarak yerleşti. Hayatının son 17 yılını Eyyubî sultanlarının himayesinde ders vererek ve eserlerini tamamlayarak geçirdi. Mekke'de başladığı 560 bölümlük ansiklopedik eseri el-Fütûhât-ı Mekkiyye'yi Şam'da tamamladı.

İslâm düşünce tarihinin en önemli metinlerinden biri olan Fusûsu'l-Hikem (Hikmetlerin Özü) adlı eserini ise 1229-1230 (H. 627) yıllarında Şam'da kaleme aldı. İbn Arabî Hazretleri, bu eserin kendisine bir rüyada bizzat Allah Resulü tarafından verildiğini ve tebliğ edilmesinin emredildiğini belirtmiştir. Eser, 27 peygamberin her birinin temsil ettiği ilahi hikmetleri "Vahdet-i Vücud" (Varlığın Birliği) doktrini ekseninde açıklayan, son derece yoğun ve özlü bir metindir. İbn Arabî Hazretleri'ne yöneltilen Ehl-i Sünnet dışı iddiaların neredeyse tamamı bu Fusûs adlı eserden kaynaklanmaktadır. Başlıca eleştiri noktaları şunlardır:

Vahdet-i Vücud: Eleştirenler, bu doktrini "Hâlık ile mahlûk birdir" (Yaratan ile yaratılan aynıdır) şeklinde anlayarak panteizm (tüm-tanrıcılık) ve "küfür" olarak nitelendirmiştir.

Firavun'un imanı: Fusûs'taki bazı ifadeler, Firavun'un denizde boğulmadan hemen önceki son nefeste ettiği imanın geçerli olduğu şeklinde yorumlanmıştır.

Putperestliğin yorumu: Hazreti Nuh Aleyhisselam'ın kavmi hakkındaki bölümde yer alan ifadeler, "puta tapanların dahi Hakk'ın bir tecellisine taptığı" şeklinde yorumlanarak eleştirilmiştir.

Ehl-i Sünnet’in hakemliği

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri'nin bu “tartışmalı” görüşleri, asırlardır Ehl-i Sünnet âlimleri arasında derin bir ilmî müzakere konusu olmuştur.

Bir tarafta İbn Teymiyye gibi, Fusûs'taki bu ifadeleri zahirî anlamlarıyla alarak şiddetle reddeden ve tekfir edenler bulunmaktadır. Diğer tarafta ise, İbn Arabî Hazretleri'ni savunan veya onun durumunu tevil eden (yorumlayan) büyük Ehl-i Sünnet âlimleri yer almaktadır. Bu âlimlerin başında İmâm-ı Rabbânî Hazretleri (k.s.) gelir. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri'ne göre İbn Arabî Hazretleri, büyük bir velîdir; ancak Fusûs'taki bu Ehl-i Sünnet'e aykırı görünen sözleri, onun "keşf" (manevi ilham) yoluyla ulaştığı bilgilerdeki hatalardır. Tıpkı bir müçtehidin fıkıhta içtihat hatası yapabileceği gibi, bir velînin de keşfinde hata yapabileceğini belirtmiştir.

Ayrıca, İmam-ı Süyuti Hazretleri gibi pek çok âlim de İbn Arabî Hazretleri'nin büyüklüğünü savunan eserler kaleme almıştır. Bazı âlimler, Fusûs'taki tartışmalı görüşlerin, Şeyh-i Ekber Hazretleri'nin son ve en büyük eseri olan Fütûhât-ı Mekkiyye'de düzeltildiğini savunmuştur. Örneğin, Fusûs'ta Firavun'un imanının kabul edilebileceğine dair muğlak bir ifade varken, Fütûhât'ta Firavun'un "ebedî cehennemlik" olduğunun açıkça belirtilmesi bu duruma delil gösterilmiştir.

Neticede Ehl-i Sünnet âlimlerinin çoğunluğunun vardığı ortak nokta; İbn Arabî Hazretleri'nin büyük bir velî olduğu, ancak Fusûs gibi anlaşılması zor eserlerindeki Ehl-i Sünnet akidesine aykırı görünen ve "keşif hatası" olarak değerlendirilen sözlerine itibar edilmemesi gerektiği yönündedir.

"Sin"in "Şın"a gelişi ve hakikatin tecellisi

Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, eserleri ve fikirleriyle yaşadığı dönemi aşarak kendisinden sonra gelen tüm asırları mayalamış bir 'hakikat dağı'dır. Onun Fusûs ve Fütûhât’ında sergilediği derinlik, zâhir uleması tarafından zaman zaman "küfür" ithamıyla karşılaşsa da, İmam-ı Rabbânî gibi "İkinci bin yılın yenileyicisi" olan büyük veliler tarafından asıl mecrasına oturtulmuştur. Tarih bize göstermiştir ki; büyük fikirler ve büyük şahsiyetler, ancak kendileriyle aynı dili konuşabilen 'büyük idrakler' tarafından lâyıkıyla anlaşılabilir. İşte bu noktada, Salih Mirzabeyoğlu’nun İbda Diyalektiği, asırlardır süren Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühud tartışmasını bir "zıtlık" olmaktan çıkarıp, "O değil, O’ndan; bu yüzdendir ki O!" formülüyle bir "tamamlayıcılık" ilişkisine kavuşturmuştur. Bu terkip, Şeyh-i Ekber’in mirasını, "panteizm" (tüm tanrıcılık) sapmasından koruyarak Ehl-i Sünnet’in "tenzih" kalesine perçinlemiş; aynı zamanda "Varlık birdir" diyen o büyük vecd halini de reddetmeyip baş tacı etmiştir.

Rivayet odur ki; İbn Arabî Hazretleri’nin "Sin, Şın'a girince Muhyiddin’in kabri (ve muradı) ortaya çıkar" sözü, zâhirde Yavuz Sultan Selim’in (Sin) Şam’ı (Şın) fethine işaret etse de, bâtın planında her devirde "hakkı teslim eden" bir iradenin zuhuruna işaret eder. Yavuz Sultan Selim Han, onun maddî kabrinin üzerindeki çöpleri temizleyip türbe yapmıştı; Büyük Doğu-İbda fikriyatı ise onun manevî mirasının üzerindeki "anlaşılmama" tozlarını silmiş ve onu irfan sütunlarından biri olarak yeniden meydan yerine dikmiştir.

Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri, 1240 (H. 638) yılında Şam'da vefat etmiş ve Kasiyun Dağı eteğindeki Salihiye'ye defnedilmiştir. Netice itibarıyla; Şeyh-i Ekber’i anlamak, bir tasavvuf tarihi okumasını aşarak, İslâm’ın 'eşya ve hadiseye' bakışındaki o derin 'Birlik' (Tevhid) şuurunu kuşanmaktır. Muhyiddin Arabî Hazretleri, Anadolu’nun manevî harcını karan, Büyük Doğu-İbda’nın köklerinde yaşayan ve kıyamete kadar da "sırrı" çözülmeye devam edecek olan ebedî bir "Kutup"tur.

Dipnot:

Salih Mirzabeyoğlu, İslama Muhatap Anlayış -Teorik Dil Alanı-, İbda Yayınları, İstanbul, 1987, s. 23-24

Ayrıca bkz: a.mlf., İbda Diyalektiği, 2018, s.151, 215 ve 221; a.mlf., Büyük Muztaribler I, 1998, s.174-196; a.mlf., Hikemiyat, 2016, s. 198; a.mlf., Sefine, 2003, s.232.