İnançsızlığı aşikâr bir kişinin mezarında Kur’an okunmaz diye bütün kitaplarda yazıyor. Aynı şekilde Mustafa Kemal’in de inançsızlığı hem kendi dilinden ve yaptıklarından hem de tarihçiler tarafından biliniyor. Bunca bilinen şeylere rağmen Anıtkabir’de Kur’an okunmasını istemek hangi kefeye konulur?

Bir insana dünyada da dünyadan sonraki hatırası etrafında da gösterilecek muamele, Müslümanlar için o kimsenin dini inancıyla yakından ilişkilidir. Yani eğer bir kimse dünyada yaşarken Müslüman olarak biliniyor, Müslümanlığın rükünlerine ittiba ettiği görülüyorsa, o vakit o kimseye Müslümanca, İslâm hukukunun icap ettiği şekilde muamele edilir. Yok eğer bir kimse bu dünyada Müslüman değilse, bunu bizzat kendisi ikrar ediyor yahud söz ve fiilleri ile inkârını aşikâr kılıyorsa, o vakit o kimseye Müslümanların kendi arasında câri olan ahkâma göre değil, gayr-i Müslim ahkâmına göre muamele edilir. Müslümanlar kendi dinlerinden birisi öldüğünde onun defin işlemlerini İslâm hukukunu göre tatbik eder, ondan sonraki vazifelerini de aynı hükümlere bağlı kalarak ifa ederler. Müslümanların bulunduğu kabristanlara gitmek, onlar için af ve mağfiret dilemek, ecrinden hissedâr olup felah bulmaları için niyetlenerek Kur’ân okumak gibi hâller ancak Müslüman mevtalar için uygulanan işlerdir. Bir Müslümanın gayr-i Müslim bir kimsenin kabrine gidip onun için af ve mağfiret dilemesi dinen caiz olmadığı gibi, kabrin başında yahud başka bir yerde ecrinden hissedâr olup felah bulması niyetiyle Kur’ân okunması da caiz değildir. Nitekim yaşarken bu dinin müntesibi olmamış yahud din-i İslâm’ı tekzip etmiş birinin amel defteri topyekûn kapanmıştır. O kimse, amel defteri belli hususlarda açık kalan müminler gibi değildir ki ardından o kimseye hayır getirecek bu gibi icraatlara girişilsin.

Mustafa Kemal Paşa’nın -hayatının erken dönemlerinde Müslüman olsa dahi- ahir ömründe bu dini tekzip ettiğini gösterir sayısız delil mevcuttur. Elbette Allah Teâlâ kullarını iman etmek ve inkâr etmek noktasında muhayyer bırakmıştır. Bir kısım insanların Allah’ın, peygamberin, Kur’ân’ın, dinlerin yahud ahiretin vs. varlığını inkâr etmesi pek tabiî mümkündür. Bu tercih onun kendi uhdesindedir. Mustafa Kemal’in âyetleri “safsata” olarak gördüğü, dini “Arap uşağının yaveleri” yani saçmalıkları olarak nitelediği bizzat kendi el yazısı ile sabittir, mahfuzdur. Daha bunun gibi nice vesika, onun din-i İslâm’ın müntesibi olmadığını göstermektedir. Dolayısıyla Müslüman olmadığını söz ve fiilleri ile bizzat kendisi ikrar etmiş birini “hayır o Müslümandı” diye anmak, evvela o kimsenin şahsî fikir ve kabullerine aykırı bir diktedir. Dolayısıyla bence bu konuda onun son sözlerini, son uygulamalarını esas alarak nihai kabulü üzerinden Müslüman olmadığını teslim etmek, hakikati çarpıtmaktan kurtulmak gerekmektedir. Hâl böyle olunca yani Mustafa Kemal’in gayr-i Müslim olduğu kabulü üzere konuşulduğunda, o vakit onun kabrinde af ve mağfiret dilemek de Kur’ân okumak da dinimize göre asla caiz olmaz. Bunu bile isteye, ısrarla yapan kimse İslâm’ın hükümlerini iradî olarak ihlal ve inkâr etmiş olur. Eğer böyle bir talep varsa ve bu talep bir cehaletin ürünüyse, o cahilin bu konuda bilgi sahibi olması için gereken izahat ve doküman kendisine sunulabilir. Fakat bir inat ve ısrarla, popülist ya da pragmatist duygularla yapılacak bir talebin, talepkârını dinden çıkartacak denli büyük bir sapkınlık olduğu bilinmelidir.

Hem Müslüman olup hem de Müslümanca bir hayatı yasaklayan bir kişiye rahmet dilemek itikadî olarak ne gibi sorunlar oluşturur?

Müslümanların kendi içinde yaşadıkları devletin kurucu kadrosundaki bir kimseyi, cumhurbaşkanlarını kendi dinlerinin müntesibi bir kimse olarak görmek istemeleri gayet tabiî ve normaldir. Fakat vakıa bunun hilafına cereyan etmişse, bunu görmezden gelip hilaf-ı hakikat olduğunu bile bile Müslüman olmayan bir kimseye Müslüman muamelesi yapmaya çalışmak gayr-i ahlâkî, gayr-i ilmî, gayr-i dinî bir iştir. Bir Müslüman olarak yaşadığımız devletin kurucu kadrosunun İslâmî hassasiyetleri haiz kimselerden oluşmasını temenni etmek ayrıdır, öyle olmadığı hâlde öyleymiş gibi davranmak ayrıdır. Evet, her Müslüman kabul eder ki öyle olsaydı güzel olurdu; fakat gel gör ki işler böyle cereyan etmemiş. Dolayısıyla öyleymiş gibi davranıp riyakârlık, sahtekârlık yapmaya lüzum yok. Bu itibarla dinimiz, Müslümanların ardından ne yapmamıza, ne söylememize cevaz veriyorsa onları öylece, gayr-i Müslimler için hangi sınırı çiziyorsa onlara da öylece tavır takınması gerekmektedir. Kur’ân’ın bir kısmına iman edip bir kısmını inkâr etmek, ahkâmın bir kısmını tasdik edip diğer kısmını hevamıza uydurmaya meyletmek bizi dinden çıkaracak bir iştir.

Muhafazakâr-Kemalist portresinin son zamanlarda yaygınlaştığını görüyoruz. İnanç bakımından ne olduğu belli olmayan bu kişilere karşı tavrımız nasıl olmalıdır?

Müslüman-Kemalist ifadesi eski tabirle cem-i nakîzeyn dediğimiz âdeta iki zıttı cem etmek türünden bir ifadedir. Bir şey nasıl ki hem diri hem ölü, hem yaş hem kuru, hem yok hem var olamaz. İşte böylesi bir sarahatle ve Aziz Nesin gibi karşı cenah diye nitelenen kimselerin dahi ikrar ettiği üzere bir kimse hem Müslüman hem Kemalist olamaz. Olamaz çünkü İslâm bizi bir kısım kabuller, mükellefiyetlere tabi kılıyor fakat Kemalizm ise dinimizin tabi kıldığı mükellefiyetleri Müslüman hayatından çıkartıyor, çıkartmayı hedefliyor. Dolayısıyla iki kabul aynı anda aynı kalp ve bedende cem olamıyor.  Bu itibarla Müslümanların dinlerini, itikâdlarını, bu itikâdın icaplarını bilmeleri bir zaruret hâlini alıyor. Tabiat boşluk kabul etmez kelâm-ı kibarının hakikatince, Müslümanın doldurmadığı boşlukları heva ve hevesler, ideolojiler dolduruyor ve onu kendi aslî aidiyetini inkâra sevk edecek bir kısım kabul ve söylemlere sevk ediyor. Müslümanlar İslâm’ın noksanı varmış da onu bir başka yerden ikmal ediyormuş gibi Müslüman-feminist, Müslüman-antikapitalist, Müslüman-Kemalist vs. olmak yerine sadece ve hakikaten Müslüman olmaya odaklansalar her doğru ve güzelin hakikatinin zaten orada mevcut olduğu idrak edeceklerdir.

Teşekkür ederiz.

Ben de teşekkür ederim.

Baran Dergisi 774. Sayı