“Çağrı” ya da orijinal ismiyle “The Message/Er-Risale” (1976) filmi, İslâmiyet'in doğuşunu Batı’ya anlatan en önemli yapıtlardan biri. Üzerinden 40 yıldan fazla bir süre geçmesine rağmen İslâm âleminin gündemindeki yerini koruyan bir şaheser. İşte yaptığı işlerle Müslümanların kalbinde taht kuran dünyaca ünlü yönetmen Mustafa Akkad’ın ağzından, ömrü bin bir zorluk ve meşakkatle geçen Peygamberimizin nice güçlüklerle çekilen filminin, Çağrı’nın hikâyesi…

“Aslında böyle bir film ortaya koyma fikri, zihnimde yoktu. Amerika’ya gitmiş, yönetmenlik eğitimi almış ve bazı basit filmler çekmeye başlamıştım. Aynı sırada evlenmiş ve çocuk sahibi olmuştum. Çocuklarım büyüdükçe, bazı şeylerin eksikliğini hissetmeye başladım. Bunlardan en önemlisi, çocuklarıma dinimizi, İslam’ı iyi bir şekilde öğretmekti. Ancak dinimizi güzel bir şekilde anlatmam gerekenler sadece çocuklarım değildi. İçinde bulunduğum Batı toplumu İslam hakkında pek çok yanlış yargıya sahipti. Bu olumsuz algının değişmesi gerekiyordu.

Biz gurbetteki Araplar, Arap devletlerini ve kurumlarını bize çocuklarımız için öğretmen göndermediklerinden daima eleştirirdik. Ancak bir müddet sonra iğneyi devletlerden ve kurumlardan evvel kendime batırmam gerektiğini fark ettim. Sinema benim ihtisas alanımdı ve ben kendi alanımda bir şey ortaya koymadan diğerlerini eleştiriyordum. Kendi alanımda bir şeyler yapmalıydım. Çağrı filmi işte böyle bir arayışın sonunda doğdu.

Hayatımda geçirdiğim en çetin zamanlardan biriydi. Evet, Peygamberimizin hayatını konu alan bir film çekmek istiyordum. Ancak konu oldukça hassas ve kritikti. Ayrıca film için sponsor bulmak da başlı başına bir dertti. Çünkü Yahudilerin Hollywood’da ciddi bir ağırlığı vardı ve Arapları dünyaya iyi sunacak her türlü projeye son derece karşıydılar. Ben de geçmişte çok büyük işlere imza atmadığımdan ismim fazlaca bilinmiyordu. Bu yüzden beş sene boyunca başkentten başkente bütün Arap dünyasında filmim için sponsorluk aradım. Nihayetinde Kuveyt, Libya ve Fas üçlüsünü proje için finansman olmaya ikna edebildim. Bu üç ülke, 10 milyon euro olan filmin maliyetini aralarında eşit bir şekilde paylaştı. Elde edilen meblağ, bir İsviçre bankasında duracaktı.

Hâlâ yeterince maddi kaynağımız yoktu. Beni finanse eden ilk kişi Adnan Kaşıkçı adlı Suudi bir milyarderdi. Amerika’dan gelip bu filmi çekebilmem için Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta bir ofis açtı. Bu, benim hayatımın dönüm noktasıydı.

Burada çalışmalara başladık. Daha sonra Mısır’ın başkenti Kahire’ye gittik. Sünnî İslam dünyasının en köklü kurumlarından biri olan El Ezher Üniversitesi ile birlikte filmin senaryosunu hazırlamak üzere yaklaşık bir yıl çalıştık. Sonunda Ezher üyeleri Tevfik el Hakîm, Abdurrahman eş-Şerkavi,Kahire Üniversitesi’ndeİslami İlimler hocası olan Doktor Ahmet Şelebi ve Lübnanlı bazı hocaların katkılarıyla senaryoyu tamamlamaya muvaffak olduk. Hocalardan oluşan bu ekibin farklı bölgelerden gelmesi önemliydi. Zira yapacağımız film tüm Müslümanlara hitap etmeliydi. Bu yüzden filmin senaryosunu hazırlarken Peygamberimizin hayatı hakkındaki tüm dinî görüşleri göz önünde aldık. Aksi hâlde bambaşka sorunlarla karşı karşıya gelebilirdik.

Bu ekibin misyonu, filmin senaristi olan İrlanda asıllı Amerika vatandaşı H.A.L Craig ile beraber çalışmaktı. Senaryo Craig tarafından İngilizce olarak yazılıyor, daha sonra Arapçaya çevrilip oluşturulan komisyona sunuluyor, komisyonun tashihinden sonra İngilizceye tercüme edilerek yeniden senariste geliyordu. Böylece senaryomuz en az dört beş kere tercüme edilerek son şeklini aldı. El Ezher, metnin her bir sayfasına ayrı ayrı mühür vurdu. Ezher’in muvafakatını aldıktan sonra Lübnan’a, Yüksek Şiî İslam Konseyi’ne gitmemiz gerekiyordu. Bu konseyin de onayını aldıktan sonra geriye sadece Suudi Arabistan’da bulunan, İslam dünyasının etkili kurumlarından biri olan İslam Birliği, daha meşhur ismiyle “Rabıta” kalıyordu.

Merkezi Mekke’de bulunan Rabıta’ya gittiğimizde daha okumadan senaryoyu yüzümüze fırlattılar. Kafalarında bunun “Hollywood yapımı, Antony Quinn’in başrolde oynadığı bir Hz. Muhammed” filmi olduğu ön yargısı bulunduğundan, zaten başından itibaren filme karşıydılar. Bu algı ise Mısır’daki Ehram Gazetesi’nin yaptığı bir habere dayanıyordu. Gazete, filmin adının “Muhammed Rasulullah, başrolde Antony Quin” olduğunu yazmış, bu da zihinlerde Hz. Muhammed’in filmde temsil edileceği fikrini uyandırmıştı.

Üyelerden biri “İslâm’ı anlamak isteyen Kur’an’a baksın” dedi. Hz. Peygamber’in yüzünü göstermenin caiz olmadığını biliyordum. Ancak cennetle müjdelenen on sahabi olan Aşere-i Mübeşşere’nin görüntülerinin haram olduğu bana öğretilmemişti. Daha sonra filmde müzik kullanıp kullanmayacağımı sordular. Olumlu cevap verince “Müziğin girdiği evden bile melekler kaçar, bu yüzden caiz olmaz” dediler.

O sıralar Neil Armstrong aya yeni çıkmıştı. Onlara biz burada görüntünün haram olup olmadığını tartışırken insanların aya çıktığını, burada abesle iştigal ettiğimizi söyledim. Ayrıca onlara “Madem görüntü haram, neden o zaman Kral Faysal’ın Ukaz Gazetesi’nde fotoğrafı var?” diye sorduğumda içlerinden biri, bunun “gölgenin dondurulması olduğundan haram sayılamayacağı” cevabını verdi. Toplantının amacı film senaryosu için onay almaktan bütünüyle çıkmış, dinde görüntünün haram olup olmamasına evrilmişti. Gördüğüm bu sahne karşısında dehşete düşmüştüm. Oysa bana Kaliforniya Üniversitesi’nde öğrenciyken görüntü nazariyyesini Müslüman bir Arap olan Hasan İbn Heysem’ın icat ettiğini öğretmişlerdi.

Rabıta üyelerinin neredeyse tamamı Suudi olmayan üyelerden oluşuyordu. Onlar benim için kraldan çok kralcılardı. Sadece tek bir üye film için onay vermişti. O da bir Suudi idi. Sâir üyelerin karşıt oy vermesiyle o günkü toplantıdan filmin tüm ülkelerde yasaklanması kararı çıktı. Sebebi ise filmin İslam’a zararının dokunabileceğiydi. Bu kararla birlikte üç ana sponsordan biri olan Kuveyt filmi finanse etmekten çekildi. Adnan Kaşıkçı da bana verdiği desteği kesti. Ancak aramızdaki anlaşma gereği Kuveyt’in film için verdiği para bizde kalacaktı.

Tüm bu kopan gürültülerden sonra filmin sponsorlarından olan Fas’a, Kral İkinci Hasan ile görüşmeye gittik. Kral Hasan, dünya görüşü açık, anlayışlı bir adamdı. Filmi burada çekebileceğimi, ancak bunun Fas’ta çekildiğine dair herhangi bir reklam yapılmaması şartıyla gerçekleşebileceğini söyledi. Bunun üzerine hiç vakit kaybetmeden işe koyulduk. Dekorları dizayn ettik, temsili Kâbe’yi inşa ettik ve Mekke şehrini tamamladık. Filmi Arapça ve İngilizce olarak aynı senaryo, ancak farklı oyuncu kadrolarıyla çekmeye başladık. Sahneleri önce İngilizce olarak çekiyor, daha sonra Arapçasına geçiyorduk. Bunun nedeni ise Araplardan oluşan ekibin, sahnede yapacakları hareketlere aşinalık kazanmasıydı. Mesela filmin İngilizce nüshasında Hz. Hamza’yı Antony Quinn canlandırırken, Arapça nüshasında aynı rolü Abdullah el Gays temsil ediyordu. Bunun nedeni ise İslâm’ı Batı’ya kendi dilleriyle, kendi oyuncularıyla ve en önemlisi kendi mantıklarıyla anlatmaktı. Bu amaca yönelik olarak örneğin filmde Habeşistan’a iltica eden Müslümanlarla bir Hristiyan olan Habeş Kralı Necaşi’ninHristiyanlık ve Hz. İsa ile ilgili diyaloglarına kasıtlı olarak uzun bir yer ayırdım.

Filme başlayalı altı ay olmuştu. Ufak tefek sorunlar çıksa da, ciddi bir engelle karşılaşmadan çekimleri sürdürüyorduk. Ancak gelen bir haber, her şeye sıfırdan başlamamıza neden olacaktı:

Bir gün filmin çekildiği sete Kral İkinci Hasan tarafından biri gönderildi. Gelen görevli, kralın beni beklediğini söyledi. Arabaya binip saraya gittik. Kralın huzuruna çıktığımda endişeli bir biçimde odanın içinde volta attığını gördüm. Sonra yüzünü bana çevirerek şöyle dedi: “15 gün içinde ülkeyi hemen terk etmeniz gerekiyor.” Bu söz başıma bir balyoz gibi inmişti. Kral’ın yanından ayrıldıktan sonra bu ani kararın nedenini öğrendim. O zamanın Suudi Arabistan Kralı Faysal, Fas Kralı’nı 1974’te başkent Rabat’ta toplanacak olan İslâm Zirvesi Konferansı’na katılmamakla tehdit etmişti. Kral Faysal gerçekten hürmet ettiğim bir liderdi. Özü sözü bir kişiydi. Ancak bu kararına hiçbir şekilde anlam verememiştim. Kral Hasan -samimi bir şekilde- yapacak bir şeyinin olmadığını, bu olayın sorumluluğunu ona yüklemememi söylemişti.

Filmi çekmeye başlamadan pek çok sorunla karşılaşmamıza rağmen bir şekilde hepsini aşmıştık. Ancak filmi çekmeye başladıktan altı ay sonra ülkeden kovulunca dekorlar, ekipmanlar, setler elimizde kalmıştı. Ayrıca nereye gideceğimizi de bilmiyorduk. Tam da bu yoğun ümitsizlik ortamında Libya’ya gitmeye karar verdik. Ülkeyi terk etmemiz için verilen müddetin bitmesine üç gün kala Libya lideri Muammer Kaddafi’den randevu istedik. Hemen ertesi gün teklifimiz kabul edildi ve çektiğimiz bazı sahnelerle birlikte Devrim Liderliği Konseyi ve Kaddafi ile görüşmek üzere başkent Trablus’a geldik. Toplantıda, elimizdeki kesitleri onlara gösteriyorduk ki bir ilginç bir gelişme hasıl oldu:

Müslümanların 'Allâhuekber' nidaları eşliğinde Peygamberimizi Mekkeli müşriklerin attıkları taşlardan koruyarak Kâbe’ye sağ salim götürmeye çalıştığı sahneyi izletirken, Kaddafi -filmin tesiriyle olacak- 'Allâhuekber' diyerek koltuğundan doğruldu. O zaman anladım ki film hakkında güvenleri oluştu. Bana dönerek, 'Suudi Arabistan neden bu filme karşı çıktı ki? Bu filmin tamamlanması gerekiyor, bunun için ne istiyorsunuz?' dedi. Ona üç sorunumuz olduğunu, halledildiği takdirde filme devam edebileceğimizi söyledim.

Bu sorunlardan ilki Fas’ta kalan setlerin ve film ekipmanlarının akıbetinin ne olacağıydı. Çünkü bu ekipmanların Libya’ya taşınması ve aynı setin tekrardan kurulması için büyük bir paraya ihtiyaç vardı. Ayrıca Fas sponsorluktan çekildiğinden maddî gücümüz azalmıştı. Kaddafi adamlarından birine “Gerekeni yapın” diyerek bu sorunu halledeceğini gösterdi. İkinci sorun ise filmde oynayan, ancak oyuncu olmayan topluluklardı. Fas’ta bu insanları bulmak çok kolaydı. 1000 kişi istiyorduk,5000 kişi gönderiyorlardı. Ayrıca bizden talep ettikleri ücret de çok azdı. Kaddafi bu sorunun halli için silahlı kuvvetleri bize tahsis etmeyi önerdi. Ancak ona askerlerin çok genç ve saçlarının traşlı olduğunu, benim istediğiminse daha yaşlı yüzlere sahip insanlar olduğunu söyledim. Bunun üzerine ordu komutanına dönerek “Halk Direniş Örgütü’nü gönderin.” dedi.

Üçüncü sorunumuz ise, filmin İngilizce nüshasında oynayacak aktörlerin alkol tüketimiydi. Kaddafi bunu duyunca duraksadı ve yaklaşık iki dakika boyunca düşündü. Sonra bana dönerek bunu da kabul ettiğini, ancak oyuncuların sadece onlara mahsus bir bölgede içmeleri gerektiğini söyledi. Libya liderinin iş bitiriciliği sayesinde tüm sorunlarımız böylece çözülmüştü. Hiç hız kesmeden elimizdeki tonlarca ağırlıktaki kıyafetleri, ekipmanları, arabaları ve hatta eğittiğimiz atları dahi gemiye yükleyerek Trablus Limanı'na getirdik.

Şurası kesindi ki Trablus film yapmak için elverişli bir şehir değildi. Zira bir film için lazım olan alet edevattan neredeyse hiçbiri burada bulunmuyordu. Bu da her şeye sıfırdan başlayacağımız anlamına geliyordu…

Film için gerekli olan şehirleri yeniden inşa ettikten sonra filmi çekmeye devam ettik. Benim için en zor olan şey, aslında oyuncu olmayan grupları yönlendirmeye çalışmaktı. Bunlar çekimleri engelleyebilecek kadar hamasi kişilerdi.

Örneğin Uhud Savaşı’nı çekerken ilginç bir şey yaşandı. Hz. Hamza’nın müşriklerle savaştığı sahnede onun etrafına bu insanlardan birkaç kişiyi yerleştirmiştim. Yapılması gereken savaşan birliklerin boş bir alan açması, Ebu Sufyan’ın karısı olan Hint’in kölesi Vahşi’nin de bu birliklerin arasından sıyrılıp elindeki mızrağı fırlatarak Hz. Hamza’yı öldürmesiydi. Her şeyi hazırladıktan sonra sahneyi çekmeye başladık. Vahşi Hz. Hamza’nın etrafında savaşanların çevresinde tur atıyor ancak mızrağı fırlatmak için bir türlü açıyı yakalayamıyordu. Çünkü Hz. Hamza’nın etrafındakiler hiçbir şekilde bir boşluk açmıyordu.

Çekimi durdurup yanlarına gittim. “Neden komutlara uymuyorsunuz?” dedim. Aldığım cevap hepimizi güldürmüştü. “Biz arayı açarsak Vahşi Hz. Hamza’yı öldürür, buna müsaade edemeyiz!”

Filmden yıllar sonra tekrardan Vahşi’yi canlandıran aktör ile bir araya gelme fırsatı buldum. Bana çok kızgın olduğunu söyledi. Yıllar sonra ilk kez görüştüğüm birinden ilk olarak bunu duyunca biraz afallamıştım. Sebebini sorduğumda insanların filmde Hz. Hamza’yı öldürdüğü için sokakta ona saldırdığını, filmdeki olumsuz rolü yüzünden hiçbir film şirketinin onu işe almak istemediğini, bu yüzden bir süredir işsiz kaldığını öğrendim. Hemen tanıdıklarımdan bazı kişileri arayarak ona iş vermelerini söyledim. Onun için üzülmüştüm, ancak insanların filmi bu kadar benimsediğine şahit olmak hem hayret, hem de gurur vericiydi.

Yazının devamı için GZT