Giriş
Toplum, lügat manası itibarıyla “ortak yasalara uyarak bir arada yaşayan insan topluluğu, cemiyet” şeklinde tanımlanır. Bu tarif, toplumun dış yapısını, yani düzenleyici ve kurumsal boyutunu gösterir. Ancak sıradan bir kalabalık yahut tesadüfi birliktelik, toplum kavramının hakiki karşılığını vermez. Onu toplum kılan esas bağ, fertlerin maddi ihtiyaçlarının ötesinde, bütün bir anlam etrafında birleşebilmesidir. İnsan, bu bütünün içinde yer aldığında yalnızlığını aşar, kimliğini bulur ve varlığını sürekliliğe kavuşturur. Böylece toplum, fizikî bir birlik olmakla birlikte manevî bir organizma olarak da varlık kazanır.
Bu noktada toplumun yalnızca biyolojik yahut beşerî bir düzen olmadığını, kültür ve inanç katmanlarıyla şekillenen daha yüksek bir gerçeklik olduğunu hatırlatmak gerekir. Toplum, yalın bir “topluluk”tan farklı olarak, bir “kültür bütünü”dür; maddî yanıyla birlikte manevi cephesini de içine alır. Kültürün ve inançların ördüğü bu bütünlük, toplumun “zihniyet”ini oluşturur; bu zihniyet, gelenek, görenek, âdet ve itikatlardan süzülerek nesiller boyu aktarılır. İnsan bu hazır kültür ortamına doğar, orada yoğrulur ve ancak o ortam sayesinde kendisini inşa edebilir.
Toplum bu yönüyle, ferdin varlığını güvenlik ve çıkar, kültür mirası ve manevi bağlamda anlamlı hale getirir. Bir insanın şahsiyetini geliştirmesi, mensubu olduğu toplumun kimliğine katkıda bulunmasıyla mümkündür. Bu kimlik ise âdet, âdap, sanat, dil, itikat, mücadele gücü, adalet ve mülkiyet anlayışı, eğitim, zevk, üretim-tüketim alışkanlıkları gibi hayatın en küçük ayrıntılarında kendini gösterir.
Tarih Boyunca Toplum Tasavvuru
Batı’nın tarih idrakine göre ilkçağlardan itibaren insan toplulukları, varlıklarını güvenlik ve ihtiyaç paylaşımıyla birlikte düzenli bir hayat arayışı üzerinden şekillendirmiştir. Aile ve kabile en küçük toplumsal birimler olarak ortaya çıkmış, bunların birleşmesiyle aşiret, kavim ve nihayet millet düzeyine ulaşılmıştır. Tarih boyunca toplum, bu farklı ölçeklerde hem maddî ihtiyaçları hem de manevî arayışları karşılayan bir çatı olmuştur.
Antik Yunan düşüncesinde toplum, “polis” yani şehir-devlet etrafında tanımlanmış ve ferdin erdem kazanmasının yegâne zemini sayılmıştır. Ortaçağ’da ise toplum, ilahi nizama bağlı bir bütün olarak kavranmış, toplumsal düzenin temeli dini otoritede görülmüştür. Modern çağda farklı teoriler ortaya çıkmıştır: kimisi toplumu karşılıklı rızaya dayalı bir sözleşme olarak yorumlamış, kimisi üretim ve sınıf ilişkileri üzerinden açıklamıştır.
Bu tarihî seyrin gösterdiği ortak gerçek, toplumun yalnız bir araya gelişten ibaret olmadığıdır. Her dönemde ona yön veren bir anlam ve düzen fikri bulunmuş, ferdin tek başına varlık gösteremeyeceği, ancak toplumsal bağlar içinde kemale erebileceği kabul edilmiştir.
Toplumu Ayakta Tutan Unsurlar
Toplumun sürekliliğini sağlayan en temel dinamik, onun ahlâkî ve manevî omurgasıdır. Hukukî düzenler yahut iktisadî çıkar dengeleri, tek başına kalıcı bir birliktelik meydana getiremez. Asıl kalıcılık, ortak değerler, müşterek idealler, dil ve kültürün ördüğü bir iç bütünlükle mümkündür. Bunlar kaybolursa, toplum da erir.
Ahlâk, toplumsal düzenin görünmez mimarisini teşkil eder. Fertlerin davranışlarını yalnız dıştan gelen zorlamalarla değil, içten gelen ölçülerle denetlemesi, toplumu anarşiden, kargaşadan, başıbozukluktan, başıboşluktan korur. Müşterek ideal, fertleri günlük çıkarların ötesine taşıyarak daha büyük bir fikir etrafında kenetler. Dil, yalnızca iletişim vasıtası değildir, aynı zamanda hafıza ve düşünce dünyasının taşıyıcısıdır, bir ruhtur; fikirler, dünya görüşleri, atasözleri, deyimler, edebiyat ve sanat eserleri vasıtasıyla ortak bir şuur meydana getirir. Kültür, âdet ve töre halinde gündelik hayatın en küçük ayrıntılarına kadar sirayet ederek toplumun ruhunu somutlaştırır. İnanç ise bütün bu unsurlara aşkın bir istikamet verir; hesap verme şuuru, Allah korkusu, merhamet, iyilik ve adalet ölçüsü, aslî nizama yani İslam’a bağlanır.
Aile, bu yapının çekirdeğidir. Burada sevgi, merhamet, ahlâk, saygı ve sorumluluk duyguları öğrenilir. Ailenin çözülmesi, toplumsal yapının köklerinden sarsılması anlamına gelir. Tarih şuuru, toplumun geçmişten gelen tecrübelerini bugüne taşır, nesiller arası köprüyü kurar. Değerler manzumesi ise toplumun anlam haritasıdır. Neyin doğru ve yanlış, hangi davranışların övülmeye veya kınanmaya değer olduğu bu haritada kodlanır.
Fert bu pusula sayesinde iç dünyasını dış dünyayla dengeye kavuşturur. Manevî disiplin, ferdin nefsi üzerinde ruhî bir kontrol sağlar. Bu kontrol yerleştiğinde toplumsal uyum bu ahenkle birlikte yeşerir ve hayat bulur.
Toplumu Bozan Unsurlar
Bir toplumun çözülüşü çoğu zaman dış darbelerle olmaz. İçeriden başlayan aşınmalarla ortaya çıkar. Değerlerin gevşemesi, toplumsal bünyede ilk çatlağı oluşturur. Ahlâkî ölçülerin körelmesi, fertlerin yalnızca kendi çıkarlarını gözetmeye başlaması, cemiyet ruhunun kaybolmasına yol açar. Yalnız fertlerin toplamı bir toplum etmez; toplumun ruhu ortadan kalktığında kalabalıklar bir arada bulunsa bile ortak bir kimlik inşa edemez. Tarih şuurunun kaybolması, bu çözülmenin en belirgin göstergesidir. Geçmişle bağları zayıflamış nesiller, kendilerini süreklilik içinde değil, anlık menfaatler zemininde tanımlar. Bu kopuş, gelecek tasavvurunu da daraltır. Bu bağlar yok olunca düşünme ufku da daralır, kültürel hafıza geriler ve toplumsal bağlar gevşer.
Ayrıca ahlâk normlarının kaybolması, ferdî davranışlarda iç denetimi ortadan kaldırır. Böylece dıştan gelen kanun ve kurallar tesirsiz hale gelir. Bu boşluğu dolduran şey, yabancılaşma ve ölçüsüz tek tip hayat tarzıdır. İnsan, hem kendine hem de çevresine yabancılaşarak toplumu yük gibi görmeye başlar. Böyle bir atmosferde çıkar çatışmaları dayanışmanın yerine geçer.
Türk toplumunun yakın döneminde bunun tezahürleri belirgindir. Batı’dan gelen her kültürel akıma ölçüsüzce sarılmak, kendi kök değerlerini küçümsemek, yabancı özentisini erdem gibi göstermek, iç bünyeyi aşındırmıştır. Dilin yozlaşması, ahlâkî değerlerin üstünün kapatılması, dini hassasiyetin yok edilmesi, kültür dünyamızın içinin boşaltılması özellikle genç kuşaklarda bu çözülmenin işaretidir. Aile kurumunun zayıflaması, boşanmaların artışı, evlilik ve çocuk sahibi olma bilincinin geri plana itilmesi, toplumsal sürekliliği tehdit etmektedir. Medyanın parlatıp durduğu tüketim tutkusu, kolay yoldan zenginleşme arzusu, gösteriş ve haz kültürü, kanaat ve sabır gibi hasletleri gölgelemekte, dayanışmayı zayıflatmaktadır.
Son kertede, toplumun çözülmesini asıl yıkıcı kılan ise dışarıdan gelen baskılara boyun eğmek, kendi kültürünü empoze edici gücü sağlayamamak, içerideki köksüzleşmeyi derinleştirmektedir. İşin bir diğer tarafı ise dış darbeler, sağlam bünyeli toplumlarda direnci artırabilir; fakat iç özünü kaybetmiş bir cemiyet, en küçük sarsıntıda dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalır.
Fert ve Toplum Arasındaki Denge
İnsan, özü itibarıyla müstakil bir varlığa sahiptir; fakat olgunlaşması için topluma aidiyet şarttır. Toplum, ferdin karakterini yoğuran bir mekân, şahsiyetini şekillendiren bir atölye gibidir. İnsan aile, mahalle, okul ve millet çerçevesinde aldığı terbiye ile gerçek kişiliğine kavuşur. Bu sebeple ferdin tekâmülü, toplumsal düzenin sunduğu değerler manzumesiyle mümkündür. Bu ilişkinin tek taraflı olmadığı malum. Toplum ferde yön tayin eder; ama fert de topluma ruh katar. Yeni kuşaklar, kendilerine devredilen mirası ya yaşatır ya da zedeler. Bu tercih, cemiyetin geleceğini belirler. İnsan iç dünyasında disipline ulaştığında, toplumun düzenini besler. Toplum sağlam bir değerler sistemi kurduğunda ise fertlere istikamet kazandırır.
Tarihimizde bu denge, özellikle mahalle ve aile kültürünün güçlü olduğu dönemlerde kendini göstermiştir. Fert, hem ailesinden hem de çevresinden gördüğü destekle şahsiyet kazanmış; toplum da bu şahsiyetlerin toplamıyla muhkem bir yapı hâline gelmiştir. Bugün ise modern şehirleşmenin getirdiği yalnızlık, fertleri toplumsal bağlardan koparmakta, fertlerin yalnızca kendi çıkarlarını öncelediği bir zemine doğru kayış hızlanmaktadır.
Batı’dan ithal edilen bireycilik anlayışının ölçüsüz biçimde benimsenmesi de bu dengeyi bozmuştur. Tektip yaşam tarzı, özgürlük adı altında yüceltilmiş, topluma aidiyet ise bir yük gibi gösterilmiştir. Halbuki gerçek özgürlük, toplumsal değerlerle uyumlu şahsiyet geliştirmek olmalıydı. Fert, toplumun ruhundan pay aldıkça olgunlaşır. Toplum da fertlerin olgunluğu ölçüsünde sağlamlaşır. Aşırı bireycilik, toplumu çözer, ölçüsüz kolektivizm ise şahsiyeti silikleştirir. Ruh kökü Mutlak Fikir’e oturtulmuş toplum, fertlerini de sürekli yenileyerek, kokmadan, donuklaşmadan ileriye taşır.
Demografi ve Aile
Toplumun sürekliliği, kültür ve ahlâkla olduğu gibi demografik yapı ile de güvence altına alınmalıdır. Aile, bu yapının çekirdeği ve en küçük fakat en tesirli kurumu olarak hem biyolojik hem de kültürel devamlılığı sağlar. Burada sevgi, hürmet, merhamet, sadakat, ahlâk ve sorumluluk duyguları öğrenilir; dil, inanç ve gelenek nesilden nesle aktarılır.
Ailenin zayıflaması, toplumun kökünden sarsılması anlamına gelir. Bugün evliliğin ertelenmesi, boşanmaların artması, çocuk sahibi olma arzusunun zayıflaması toplumun geleceğine vurulan en büyük darbedir. Zira nüfusun azalması, aynı zamanda değerlerin ve kültürel mirasın taşıyıcısı olan canlı insan unsurunun azalması demektir.
Demografi, toplumun dinamizmini belirleyen unsurlardan biridir. Genç nüfusun güçlü olduğu dönemlerde toplum, üretkenlik ve hareket kabiliyeti açısından yükselişe geçer. Ancak yaşlanan, küçülen veya aidiyet şuuru zayıflayan nüfus yapısı, toplumsal direnci kırar. Bu sebeple nesli korumak, gençleri erken yaşta sorumluluk şuuruna yöneltmek ve aile kurumunu güçlendirmek, bir toplumun bekasının vazgeçilmez şartları arasındadır.
İnsanın Memuriyeti
İnsanın varlığı yalnızca kendi nefsi için değil, daha büyük bir vazife içindir. Bu vazife hem ilahî düzene karşı sorumluluk hem de topluma karşı görevdir. İnsan, şahsiyetini ancak bu emanet şuuruyla olgunlaştırır. Topluma hizmet etmek her ferdin görevidir. Özellikle Müslümanın her sahada iş ve eser sahibi olmak gibi bir memuriyeti olmalıdır. İlimden sanata, iktisattan politikaya, hukuktan diğer sahalara kadar söz sahibi olabilecek bir yatkınlık ve etkinlikte olmalı ve sürekli bunu geliştirmelidir. Toplum ancak bu şekilde ileri gidebilir, genişleyebilir ve bu sorumluluk doğrultusunda tam bir kemâl bulabilir.
Bugün yaşanan çözülmelerin temelinde, bu memuriyet şuurunun zayıflaması vardır. İnsan, kendisini sadece çıkar peşinde koşan, iştihası doymayan bir varlık olarak gördükçe toplum da ruhunu kaybeder. Hakiki memuriyet, topluma hizmet ederek hem kendi şahsiyetini hem de cemiyetin bekasını güçlendirmektir.
Aylık Baran Dergisi 44. Sayı Ekim 2025