Yazmak, yaklaşmaktır. İnsanın eşsiz fırsatı yükünü sırtladığı yoldadır. Bir mesele etrafında yazabilmek beceri ve emek ister. Okumayı sevmeyen adama yazmak sevdirilse bile nihayetinde kısırlık meydana gelir. Yazmak insanda sezme ve mânâ atfetme kabiliyetini geliştirir. İnsan; anladığı, anlamlandırdığı ve kendi dünyasını inşa ettiği sürece vardır. Yazıdaki üslup, yazanın imzasıdır. Yazı büyük bir nimettir. Falanca asır önce yaşamış, bugünün çağdaşları tarafından "ilkel" denilen insanlar, taşa, ağaca ve sair yerlere kendince işaretler bırakmıştır. Bugünün insanları hafızasındaki eksik parçaları bunlarla tamamlamaya çalışmıştır.

Yazıvermek başka, yazmak başka. Kendimizden daha akıllı ve ahlâklı insanlarla münasebet kurabilmek için tekamül etmeli, anlamaya ve derdimizi anlatmaya çalışmalıyız. Dünyanın bizde sıkışık olmadığını, nice iyi ve güzel şeylerin çok uzakta, bazense burnumuzun ucunda olabileceğini kendimize dürüstlükle söyleyebilmeli, şahsiyet olabilmeliyiz. Okuyup-yazmak ruhumuza metanet verdiği gibi ufkumuzu açıcı bir rol oynar.

Garipseyip, merak edip alâkamızı çeken şeylerin üzerine düşünüp, derinleşmeye çalışmalıyız. "Görme biçimi"mizi geliştirmeli, kendimizi yenilemeliyiz. John Ruskin, "arzulanan yer" ve "en münasip yer"i kişinin sarayı olarak görür. Burası insanın hem mahremi, hem de hesaplaşma alanıdır. Bu sarayda geçer akçe emek ve fazilettir. Ruskin bu hususta, "Bu cennet kapılarının bekçileri ne rüşvet kabul edecektir, ne de korkuyla yıkılabilirler." der. Aslında kendimize karşı dürüst olduğumuzda birçok problem çözülmüş olacaktır. Hokkabazlık, şaklabanlık ve unutkanlık mazeret edilmeden yazmaya dair bir disiplin kazanmalıyız. Bahane, insanda derin yaralar bırakan bir hastalık gibidir. "Falanca adamın suratı o kadar silik ki, hatırlamamak için bir kez görmek yeter." sözündeki gibi biri olmamalıyız.

Bir zamanlar, meçhul bir diyarda üç komşu ülke varmış... Ortadaki ülkeyi bir kraliçe, sağ ve solundaki ülkeleri ise iki zalim kral yönetiyormuş... Kadın asil ruhlu olduğundan tebaasına iyi davranıyormuş, hâliyle insanlar da memnunmuş. İki kralın ülkesindeki insanlar ise adaletsizlik sebebiyle kan ağlıyormuş... İnsanlar yer yer isyan edip, başıbozukluk yapıyormuş... İki kral bir araya gelmiş, kraliçenin ülkesini gözüne kestirmişler, tehditler ve kuşatmalar... Kraliçenin ülkesindeki insanları katledip, bütün mal-mülkü de yağmalamaya karar vermişler... Bunu öğrenen hükümran kadın iki kralla baş edemeyeceğini anlayınca "Ne isterseniz yapacağım fakat sonrasında bizi rahat bırakın!" demiş. İki kurnaz kral kadının şerefini lekelemek maksadıyla bir plân kurmuş. Kadın anadan doğma, yalınayak kendi memleketinin her yanını karış karış gezecek, böylelikle toplumunun gözünde küçük düşüp, "yer yarılaydı da dibine gireydim." diyecek... Anlaşmışlar. Kadın memleketin bir yanından öteki yana yürümeye başlamış. Sokak ve caddelerde in cin top oynuyor, hanelerin perdeleri kapalı... Yalnız bir haneden adamın teki kraliçeyi dikizliyor... Allah'ın işi işte; bir yıldırım ve âniden küle dönen dikizci... Ruskin'in "saray" diye tarif ettiği yer belki de bu kraliçenin memleketi olabilir. İyi kitaplar insanın dünyasına renk katan yapılar olabileceği gibi, kötü kitaplar da okuyucusunun hayatını zindana çevirebilir. Demem o ki, klasikleşmiş, geçmişe ve geleceğe ışık tutan eserleri okursak müspet yazılar ortaya çıkarabilir, "arzulanan yer"e ulaşabiliriz. Montaigne, Denemeler isimli kitabı için: "Ben eserimi, eserim de beni yaptı!" demiştir. Bu bize güzel bir misal.

Söylemek ve yazmak hakikaten bir lütuftur. Kuru tebliğ ve lakırdıdan ziyade, ağzımızdan yahut kalemimizden çıkan şeyleri tartıp dışavurmalıyız. Üstad Necip Fazıl, "Kuru kuru tebliğden ziyade, için için nüfuz ve telkin vasıtası diye gösterebileceğimiz güzel sanatların başında söz sanatı, edebiyat gelir. Edebiyat çok şubeli ve ilmi de kucaklayan tarafları olmasından ötürü, kuru fikre muhtaç olmayan öbür sanatlardan farklı." diye işaret eder. Ediplik de gaye değil, gayeye giden yolda vasıta. Ayrıca derler ya hâni, "Bizde söz senettir." diye. Esasında o sanattır...

Mustafa Şekip Tunç ise yazmaya dair "Ruhun gelip geçici parıltılarına, dilek ve hülyalarına inzibat veren, bunları derleyip toplayan, seçip ayıran kendimize sahip eden de odur. Kendi hallerinde bulutlar gibi toplanıp dağılan fikir ve hisler ancak yazı sayesinde dağılmaktan kurtularak yere bağlanarak ağırlık kazanırlar. Ruh âlemi madde âlemine ancak bu suretle bağlanır. İnsanların yazıyı ekseriya bir tılsım gibi görmeleri, uçarı sözleri, uçan fikir ve hisleri istendiği zaman yeniden canlanabilecek surette eşya gibi kalan birtakım işaretlerde hapsedilmesindendir. Hakikaten de bu tılsımda, madde vasıtasıyla, mânâ ve ruhu vermek gibi emsalsiz bir mucize vardır." demiştir. Asırlardır insanı yoğurup şekillendiren büyük mütefekkir, şair ve romancıları Mustafa Şekip Tunç'un söyledikleriyle beraber düşünürsek, yazmanın ehemmiyetini bir kez daha anlarız.

Baran Dergisi 722.Sayı