Paris’te görülen mahkememin neticelenmesinin ardından tekrar Poissy Cezaevi’ne getirildim. Fresnes Cezaevi’ne nazaran bir cennet burası. Türk avukatlarım Av. Güven Yılmaz ve Av. Ahmet Arslan’ı da mahkememde yanımda görmekten dolayı çok mutlu oldum bilvesile. Uzun kalamadılar gerçi ama bu kadarı bile çok ama çok makbule geçti, çok teşekkür ediyorum kendilerine. Basının da bunu not ettiğini düşünüyorum. Cezaevinde de “Türk avukatlarınız” diye bana onlardan bahsettiler zaten. Herkes onların farkındaydı. Bu dayanışma çok kıymetliydi benim için.

Aynı şekilde ve en başta, malî bakımdan çok sıkıntılı durumuna rağmen mahkememde ilk günden son güne beni yalnız bırakmayan eşim Isabelle’e ve yine malî problemlerine rağmen çoğu duruşmalarıma katılan diğer avukatım Francis Vuillemin’e minnettarım.

Avukatlarımın ne kadar sıkıntı içerisinde olduğunu biliyorum ama burada o kadar zor bir durumdayız ki. Hele eşim Isabelle’nin bu şartlarda hep yanımda olabilmesi bir mucize. Zor değil, son derece zor bir durum içerisindeyiz zira.

Tekrar vurgulamam gerekirse, Türk avukatlarımdan ikisinin, mahkemem münasebetiyle birkaç günlüğüne geldikleri Paris’te, beni hem mahkemem için geçici süreyle getirildiğim Fresnes Cezaevi’nde ziyaret etmesi ve hem de mahkemem sırasında yanımda bulunmaları çok büyük bir incelik oldu. Sağolsunlar, var olsunlar.

Görülen davama gelince, mevzuyu biliyorsunuz, 1974’de Paris Saint Germaine Eczanesi’ne el bombalı bir saldırı yapıldığında onca şâhidin bana benzer birini teşhis etmemiş olmasına ve şimdi yargılandığım bu eylemin zaman aşımına uğramış olmasına rağmen, 1994’de Fransa’ya getirildiğimde bu davayı kanun dışı biçimde yeniden açtılar ve polisin kendilerine “o Carlos’tu!” dediği birkaç şâhidin güya teşhisiyle söz konusu eylemi üzerime yıktılar. Oysa bu hâdisede bizim aleyhimize, Filistin Direnişi’nin aleyhine olan hiçbir delil yoktu ortada ve bize isnad edilen hiçbir şey de doğru değildi asla.

Kaldı ki, davaya konu olan el bombalı saldırıyı bir homoseksüelin yahut çılgın birinin mi gerçekleştirdiği yahut bunun siyasî nitelikli bir saldırı mı olduğu bile belli değildir hâlâ. Herhangi bir üstlenme falan da olmamıştır aynı şekilde. Ama şimdi çıkmışlar, “evet, bir üstlenme açıklaması oldu!” diyorlar. Ben de diyorum ki: “O hâlde bu üstlenme açıklaması nerede; getirin bu üstlenme açıklamasını ve bu üstlenmenin benim sesimle yapıldığını isbatlayın herkese!” Ben ömrümde bir defa bile herhangi bir eylemi üstlenmedim çünkü, yâni bu söyledikleri de doğru değil kesinlikle.

Anlaşılacağı üzere, tüm bunlar bir manipülasyon, hem de muazzam bir manipülasyon yalnızca. Mesele şu ki, Amerikalılar benim burada hapiste kalmamı istiyor sadece. Sesimi geniş bir izleyici kitlesine ulaştıramayayım diye de, büyük mahkeme salonu yerine, küçük bir salonda gerçekleştirildi zaten mahkemem.
Mahkeme başkanı olan hâkime gelince; avukatlarımın da gördüğü üzere, zeki ve iyi karakterli bir adamdı aslında. Her şey önceden tezgâhlanmıştı gerçi ama prosedürler bakımından işini iyi ve doğru yapan bir adamdı kendisi. Savcı da elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışan biriydi aynı şekilde.

Ne var ki, mahkemenin resmî bitiş tarihinden üç-dört gün önce mahkeme heyeti âniden çıkageldi ve sadece yarım saat içerisinde mahkûmiyetime karar verdi. “Ömür boyu hapis cezası” kararını okurken ellerinde bir kâğıt vardı ki, henüz elime geçmemiş olan ve beni “suçlu” bulan bu karar metni, büyük dil yanlışlarının yapıldığı berbat bir Fransızcayla kaleme alınmıştı. Besbelli ki, beni yargılayan mahkemenin başkanı olan hâkim tarafından yazılmamıştı bu metin; aksine, eline tutuşturulmuş, o da sadece imzalamıştı. Böyle berbat bir metnin onun elinden çıkamayacağı o kadar açıktı ki.
İlâve bir not olarak belirtmek gerekirse, bundan birkaç ay önce alınan bir başka karar gereğince, böylesi özel güvenlik mahkemelerinin toplam beş kişilik bir mahkeme heyeti tarafından görülmesine karar verilmişti. Bu vesileyle, beni yargılayan mahkeme heyetinin hepsi de genç insanlardı, 40’lı yaşlarındaydılar en fazla.

Her ne olursa olsun, sonuçta tam bir “komedi” idi bu mahkeme.
Neyse…
Bugün Venezüella hakkında konuşmayacağım ama orada büyük, hem de çok büyük problemler söz konusu. Yakında başka bir zaman konuşuruz Venezüella hakkında ama oradan bana ulaşan tek bir destek bile olmadı son birkaç yıldır. Buna rağmen bugüne kadar ayakta kalmayı başardık şükür.
Fransa’daki avukatlarım da Venezüella’dan bana hiçbir destek gelmemesinden etkileniyorlar hâliyle ve benim kendilerine hiçbir şekilde destek olamadığım avukatlarım müthiş malî sıkıntılarla boğuşuyorlar bu yüzden.

Hatırıma gelmişken, mahkemede bana savunmam için 2,5 saate yakın bir süre konuşma şansı tanınmış olmasına rağmen, ben sadece 20 dakika konuştum ve daha önce kaleme aldığım, bana isnad edilen suçlar çerçevesinde ilginç bazı noktalara temas eden bir metinden yararlandım. Nedense, başka zamanlarda her gün her vakit duruşmaları takib eden gazetecilerin hiçbirisi yoktu o sırada salonda. Bu da çok ilginç, çok tuhaf bir şeydi elbette.
Kararı temyiz edeceğiz kuşkusuz ve inşallah temyizden çıkacak karar müsbet yönde olur da daha bir kolaylaşır işimiz. Temyizden karar çıktığında Türk avukatlarımı da bilgilendireceğim zaten. Bu arada, Türk avukatlarımın da bir dahaki gelişlerinde yanlarında ayrıca bir tercüman bulunması bir başka dileğim.
Her neyse, sanıyorum yeterince konuştum mahkemem hakkında. Av. Ahmed Arslan ve Av. Güven Yılmaz’ın mahkememle ilgili bir yazı kaleme alma ve yayınlama fırsatı bulabilmelerini diliyorum yine; ilginç olurdu doğrusu…
Bugün, son olarak, ABD’de olup bitenlerle ilgili olarak da konuşmak isterim kısaca.

Trump’ı ilk günden beri destekledim ben. Bu bir tezat olarak görülebilir gerçi ancak kendisinin diğer tüm ABD başkanlarına nazaran “en az kötü” olacağını düşündüm hep.

“Sistem”in adamı değildir Trump, zengin olmak için “sistem”i kullanmış ve çok az bir vergi ödemiştir sadece. Bunun dışında, kadınları ve iyi hayatı seven bir adamdır kendisi. Öte yandan, nüfusun çok çalışkan ama ABD’deki hayat standartlarına nazaran çok az para alan küçük insanlarının haklarını savunmaktadır yine Trump.

ABD’deki insanların çoğu çok zor şartlarda yaşamaktadır ve hiç de kolay değildir hayatları. Hollywood bize “Muhteşem Amerika Birleşik Devletleri”nde yaşayan kimi insanların gösterişli hayatlarını gösteriyor sürekli ama hiç de öyle değildir gerçek.

İşte şimdi bu adam, Şam’ın kuzeyindeki ve Humus şehri yakınlarındaki bir hava üssüne 50’den fazla füze atılması emrini vermiştir.
(Carlos, Suriye Hava Kuvvetleri tarafından rejim muhaliflerinin elindeki İdlib şehrine yönelik olarak gerçekleştirilen ve sivil 100 civarında insanın hayatını kaybettiği, yüzlercesinin de yaralandığı kimyevî silâh saldırısı sonrası, 7 Nisan 2017 sabahı Akdeniz'deki iki Amerikan savaş gemisinden Beşşar Esad hükümeti kontrolündeki Şayrat Hava Üssü'ne atılan 59 adet Tomahawk füzesine atıf yapıyor. Söz konusu füzeli saldırının, 4 Nisan 2017'de İdlib’e bağlı Han Şeyhun beldesine atılan kimyevî bombaya cevab olarak ABD Başkanı Donald Trump’ın emriyle gerçekleştirildiği açıklanmıştı.)

Bu füzeli Amerikan saldırısından dakikalar önce ABD ordusu Rusları bilgilendirdiği için, tüm Rus uçakları hava üssünden ayrılmıştı zaten. Suriye Hava Kuvvetleri’nden de pek asker kaybı olmadı aynı şekilde. Dört asker ve birkaç sivil öldü yalnızca. Suriye Hava Kuvvetleri’ne bağlı uçaklar da saldırıdan kurtuldu çoğunlukla.

Yaşanan bu saldırının sebebi Donald Trump’ın üzerindeki ağır baskıdır ve unutmayınız ki Trump’ın etrafı, bir kısmı emperyalist, saldırgan ve siyonizm taraftarı sağcı askerî kadrolarca kuşatılmıştır. Dolayısıyla, böyle bir saldırı emri vererek, söz konusu insanları tatmin etmiştir Trump. İşler de bu noktada durmuştur, evet, durmuştur bu noktada.

Suriye devlet başkanlığının ve Suriye hükümetinin “kanun dışı ve saldırganca” olduğunu vurguladığı bu bombardımanı resmen kınaması da çok akıllıcadır yine. Mevzu o cenahta da sonlandırılmıştır böylece.

Bana sorarsanız, bu meselenin Suriye’nin kendisiyle doğrudan bir alâkası olmayıp, tamamen ABD’deki iç siyasî meselelerle alâkası vardır. Trump herkesi mutlu edecek akıllıca bir karar almıştır bence bu şekilde. Suriyeliler de mutlu olmuştur yine. Çünkü Suriye’nin başka yerleri de bombalanabilir ve yüzlerce Suriye askerinin ölmesine yol açılabilirdi. Burada mevzu bu değildir elbette.

Gerçi tüm bunlar da, nasıl bir “Absürdlükler Krallığı”nda yaşadığımızı gösteren üzücü bir duruma işaret etmektedir. Tekrarlıyorum: Absürdlükler Krallığı…
Yeri gelmişken söylemek istediğim son bir şey de şu:

ABD başta olmak üzere NATO güçleriyle Suudî Arabistan gibi ajan hükümetlerin arkasında olduğu bu ve benzeri tüm saldırganlıklara rağmen, elbette mutlaka değişmesi gereken Suriye’deki yozlaşmış rejimin bu şekilde devrilmesi başarılamayacak; tüm mezheb ve azınlıklardan insanların desteğiyle gerçekleşen Suriye halkının yürüyüşü bu şekilde durdurulamayacaktır.
Bir “dünya savaşı” içerisindeyiz şu ân hepimiz.

Allahü Ekber.
 
8 Nisan 2017

Baran Dergisi 535. Sayı