Akıl herşeyi kuşatmak, kendi şuur çerçevesine mahkûm etmek ister. Bunun için de idrak kuvvetlerinden gelen verilere sımsıkı sarılır, aldığı verileri kategorize eder ve nihayetinde de her şeyi kavradığı saikiyle mutmain olur. Buna mukabil, insanın kendi varlığından başlayarak dışarıda doğru bütün bir kâinat ve bu mekân sahnesinde zamanın eşliğinde cereyan eden hadiselerin toplamı, insan aklının ve müşahhas idrak kuvvetlerinden elde edilen verilerin fersah fersah ötesinde, kendi içinde parça parça ve bu parçaların toplamında kuşatılması mümkün olmayan bir bütün teşkil eder. Kuşatılamayanın üzerinde hâkimiyet tesis etmenin yolu ise akl-ı selimden geçer. Yâni iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini birbirinden tefrik etmeye yarayan, ölçüleri olan, tâbi ve teslim olmuş akıl, her şeyi kuşatamasa da önüne çıkan her şeyi belli bir insicam içinde kavrar, çözer ve teshir eder. Bu akıl nereye tâbi olursa, hadiselere bakışındaki doğruluk da ona nisbetle olur ve ancak böylelikle eşya ve hadiseler karşısında etkileyici bir tavır ve tutum sergileyebilir. 

Buradan nereye geleceğiz… Bugün dünya çapında cereyan eden hadiselere ve bu hadiseler karşısında siyasetçisinden entelektüeline kadar geniş bir muhatab kadrosunun tavır ve tutumlarına baktığımızda görüyoruz ki, yaşananların kaba akıl tarafından tasnif edilebilir ve kuşatılabilir olmaktan çıkması ve kaba anlatımlarla izah edilemez, ele geçirilemez vaziyeti dolayısıyla bugün insanlığa hâkim olan esas motif kaos, belirsizliktir.

Büyük Ortadoğu Projesi diye başlayan, sonrasında yaşanan Arab Baharı ile beraber başka bir merhaleye evrilen, 15 Temmuz gecesi Müslüman Anadolu İnsanı’nın imanlı göğsünde kırılarak başarısızlıkla neticelenen Anglosakson-Yahudi ittifakının başrolde olduğu hadiseler dizisine hep beraber şahitlik ettik. Bunun yanında İngilizlerin Brexit’le beraber ayaklarındaki prangaları çıkartıp, dünya siyaset sahnesine bir kez daha bizzat çıkışlarını da gördük. S.S.C.B.’nin yıkılışıyla beraber artık Batı için bir tehdit unsuru olmaktan çıktığı düşünülen Rusya’nın, Suriye’deki iç savaşa müdahil olmak suretiyle yeniden “masa”ya dönüşü de bu zaman zarfında gerçekleşti. Yine Amerika’nın Irak’ta düzen kuramaması, Afganistan’dan apar topar kaçması ve en basit bir tahliye operasyonunu bile eline yüzüne bulaştırması da bu esnada yaşandı. Tüm bu hadiselere eşlik eder mahiyette Çin’in iktisadî büyümesinin artık kendi coğrafyasının ötesindeki etkileri ortaya çıkmaya başladı. Avrupa Birliği’nin hakiki bir ittihad olmadığı ve olamayacağı da yine bu dönemde iyiden iyiye aşikâr oldu. Global salgın hastalık sürecinde yaşananlar. Ve son olarak Rusya’nın uzun uğraşlar sonucunda Ukrayna’yı işgâli…

Tüm bu yaşananlar karşısında, dünya çapında genel olarak iki kesimin öne çıktığını ifâde edebiliriz. Şöyle ki, bu taraflardan her ikisi de yaşanan bütün hadiselerin Anglosakson-Yahudi ittifakı tarafından sevk, idare ve kontrol edildiği konusunda hemfikirler. Yâni bütün bu yaşananların onların bir planının tezahürü olduğuna iman etmiş kimseler. Birbirinden ayrı düştükleri nokta ise, taraflardan birinin hadiselerin mutlak hâkimi gördüğü Anglosakson-Yahudi ittifakına imanı, diğerinin ise Anglosakson Yahudi ittifakına karşıtlığı. Anlayışlarındaki mutabakat dolayısıyla biri tersinden, diğeri ise düzünden statükoya iman etmiş kesimler bunlar; fakat yukarıda ana hatlarını çerçevelemeye çalıştığımız hadiseler bütününden ortaya çıkan bir hususiyet var ki, birbirinin simetriği olan bu kesimleri yaşananları izah etmek noktasında büyük bir sıkıntıya gark etmiş durumda. Bu hususiyet şu ki, tüm bu yaşanan hadiseler arasında kuru akıl dairesi içinde tutarlı bir alâka kurulamıyor, izahat yapılamıyor. Onun onu, bunun bunu ve şunun şunu niçin yaptığı sorularına aynı ânda bir bütün hâlinde kimse cevab veremiyor.

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun “Adalet Mutlak’a” başlıklı konferansında dikkat çektiği bir hususu hatırlayalım: “Silâhlar sustuğu zaman, gazetecinin konuşacak bir lafı kalmıyor… Veyahut da silâh yerine başka bir şey olarak “o yedi, bu bunu itti” falan filan… Şimdi mevzuu şundan ibaret; sen şuraya geldin, senin hiçbir düşmanın da yok, sen buraya nasıl bir şey teklif ediyorsun? Hangi düşünceyi teklif ediyorsun? Şimdi böyle bir durumda kalır kalmaz herkes kendine düşman aramaya başlıyor, çünkü düşman yoksa, kendi de yok gibi bir vaziyette…” 

Şimdi, bugün biz, Kumandan’ın ifâde ettiğinin ötesinde, silahlar konuşurken bile kimsenin konuşacak bir şey bulamadığı bir zamana çıkmış bulunuyoruz. Yaşanan hadiseler karşısında neredeyse bütün kesimler büyük bir çaresizlik içinde kıvranıyor ve Anglosakson-Yahudi ittifakı ile Rusya arasında yaşanan çatışma karşısında yapılan yayınlar bile, spor yorumcularının maç sonundaki ofsayt tartışmaları seviyesine mahkûm edilmiş bulunuyor.

Gelelim esas konuşulmayan ve anlaşılmayan şeye. Bugün, dünya çapında birbiriyle direkt yahut dolaylı olarak alâkalı bir şekilde cereyan eden hadiseler hiçbir devlet, ittifak, zümre yahut şebekenin kontrolünde gerçekleşmiyor. Kuru akıl ile cereyan eden hadiseler karşısında yaşanan apışmanın, bırakın yönlendirmeye talib olmayı, adam akıllı analiz bile edilememesinin sebebi de bize kalırsa budur. Bir “dünya iniyor tepemizden” ve hasbel kader etkileyici pozisyonuna kurulmuş kimseler yaşanan gelişmeleri bön bön seyrediyor.

Sanıyoruz ki, bugün muhatabı olduğumuz hadiseleri tarif etmek noktasında kullanılacak en iyi benzetme sel olsa gerektir. Son bir asırdır Anglosakson-Yahudi ittifakı eliyle dünya çapında hem maddî ve hem de zihinlerde biriktirilmiş olan mücerret ifrazatı tutan baraj yıkılmış bulunuyor ve oluk oluk, istikameti belli olmaksızın akıyor. Evet, tüm bu yaşananlar en kaba mânâsıyla bir ifrazat taşkınıdır! Ve bu şekildeki ifrazat taşkınlarının şuurlarda meydana getirdiği bozuluş dolayısıyla hizmet ettiği tek mânâ ise ihtilâldir! 

Siyasî Konjonktür

Birleşmiş Milletler başta olmak üzere bugün dünya çapında faal olan müesseselerin neredeyse tamamı işlevini ya yitirmiş yahut varlık sebebinin dışında faaliyet göstermektedir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ni ele alalım meselâ. Son 20 senede cereyan eden bütün sıcak ve soğuk savaşlar, bu konseyin üyeleri tarafından ya direkt yahut dolaylı olarak çıkartılmıştır. Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Türkiye’yi yöneten diye tarif ettiği 3000 aile bahsini artık herkes herhalde biliyordur. Tıpkı bu 3000 aile gibi dünya çapında da belli başlı sayıda devlet, şirket ve aileden pekâlâ söz edebiliriz. Tıpkı Türkiye’deki 3000 aile bahsinde olduğu gibi, dünya çapındaki hukuk da bunların çıkarına göredir, ordular da, müesseseler de... Kendi aralarındaki dalaşmalar bir yana, bunlar hukuk üstü imtiyazlı bir zümredir! Nizâm, hukuk demektir ve bu hukukun adaletinin tesis edilmediği yerde nizâm değil, anarşi/çete düzeni hâkimdir. Adalet, hukuku kendi menfaatine göre eğip bükmekten değil, en tepeden en aşağıya kadar, bilhassa en tepedekilere şiddetle tatbik etmekten geçer. Dünya düzeni, bu nizâm içinde yaşayan bütün müesseselerin, toplumların ve fertlerin emniyet duygusunu sağlamakla mükelleftir. Bu mükellefiyetini yerine getirmediği takdirde meşruiyetini kaybeder.

İktisadî Konjoktür

Hukukun işletilmediği yerde siyasî nizâm olmayacağına göre, iktisadî bir nizâm da beklemek beyhudedir. Tıpkı devletin varlık sebebi gibi, devletin global anlamda fonksiyonlarını üstlenen milletlerüstü dünya düzeni müesseselerinin de varlık sebebi, birlikler, devletler, toplumlar ve fertler arasında muvazene kurmaktır. Yalnız belli başlı çıkar odaklarının menfaatinin öncelendiği, bunun neticesi olarak da gelir dağılımındaki adaletsizliğin zirveye çıktığı bir düzende iktisadî nizâmdan değil, ancak ve ancak ekonomik tecavüzden, yâni daha doğru bir ifâdeyle bir düzen ve bir de düzülenden bahsedilebilir. Bugün, rezerv para hâline getirilmiş olan Amerikan doları üzerinden Amerika Birleşik Devletleri’nin bütün finansmanı ve kendi sebeb olduğu krizlerin maliyeti bütün bir insanlığın sırtına yükleniyorsa, bu vaziyetten bile birilerinin daha fazla kâr elde etmesi sağlanıyorsa, bunu başka türlü nasıl ifâde edebiliriz ki. 

Müşahhaslaştıracak olursak… Bugün meselâ bizim memleketimizde en konuşulan hususların başında üzerinden geçilmeyen köprü, otoyol ve uçulmayan havalimanlarına verilen garanti nedeniyle herkesin cebinden çıkan para geliyor ya, tıpkı bunun gibi, Amerika’nın devlet bütçesi, askerî donanmasının gideri, yatırım kredileri, ödenmeyen borçları ve saire bugün bütün dünya insanlığı tarafından kullanılmak zorunda bırakılan para olan Amerikan Doları üzerinden ödetilmektedir. Hadi yol, köprü, tünel, otoyol ve havalimanı burada duruyor, onu bir nebze anladık diyelim; peki hele bizim gibi memleketlerin yarın tepesinde patlaması muhtemel silahların finansmanına ortak olmak zorunda bırakılmamız, bu vaziyetin normalleşmesi ve seyirci kalan siyasetçilere ne demeli?
Amerikan dolarının rezerv para olmasının yanında, bu rezerv para merkeze alınarak kurgulanmış olan bütün bir ekonomik ve finansal sistem hayatta kaldığı sürece bunun sürekli olarak Anglosakson-Yahudi ittifakının gelir hanesine kâr yazdığının anlaşılması şart. Rusya’nın Ukrayna’yı işgâl hadisesinde görüyoruz. Ambargo, şu, bu derken sistemin başında oturanların yasaklamasıyla koca memleket yurtdışına para transfer edemez, para alamaz hâle getirildi. Bu stratejik önemi haiz bir hususiyet değil mi? Hangi devlet kendi ödeme sistemlerinin başka devletlerin kontrolü ve iznine tâbi olmasını kabul edebilir. Bu, iktisadî mânâda bir hükümranlık meselesidir ve sisteme entegre kalındığı sürece hâkim olan yalnız sistemin sahipleridir. Bir diğer taraftan artık gitgide kumara benzeyen bu ekonomik düzenden tek kazananın kumarhaneyi işleten olduğunun hem kabulü ve hem de alternatif modellerin geliştirilmesi şarttır.

Diğer Hususlar

Dünya kamu düzenini korumakla vazifeli olan müesseseler, yalnız siyasî ve iktisadî bakımdan mı kötü? Birleşmiş Milletlerin yardım kuruluşları var meselâ. İnsanî yardım için bir yere gidiyorlar, sonra haberlere bakıyoruz ki yardım etmek için gittikleri insanlara tecavüz etmekten tutun da envai çeşit rezilliğe kadar her şey orada. Yine şu son salgın hastalık dönemini ele alalım. Dünya Sağlık Örgütü, her gün bir öncekisini tekzib eden açıklamalar dışında kendisinden beklenen hangi fonksiyonu yerine getirebildi? Bütün bu müesseseler dengeyi sağlamak yahut dengede tutmak için varlar güya. Oysaki bunun yerine tecavüzden tutun da diplomatik dokunulmazlıklara dayanarak yapılan silah ve uyuşturucu kaçakçılığına dek her türlü rezalet... Misâller sonsuza kadar uzar gider. 

Peşinen Doğru Anlaşılması Gereken Yanlış 

Şimdi, burada bir duralım ve üzerinde ısrar edilen yanlış bir idraki düzeltelim. Genel kabul gören bir anlayışa göre, dünya düzeninde yaşanan sıkıntılar bu düzenin banilerinin kötü yöneticiliğinden kaynaklanıyor. Oysaki, bize kalırsa bu düzen kemâl devresini yaşıyor ve görülen bütün yanlış, kötü ve çirkinlikler de bu küfür düzeninin ta kendisinden kaynaklanıyor. Bu yanlış anlaşılma düzeltilmeden, yâni doğru teşhis yerine yanlışı konularak bu sistem içinde kalmak suretiyle yanlışı doğrultmak, kötüyü iyileştirmek ve çirkini güzelleştirmek adına yapılan çalışmalar ise bütün bu rezilliğin ömrünü uzatmaktan başka bir anlama gelmiyor. 

Güç Dengesinin Altüst Oluşu

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra global siyaset sahnesinde tek süper güç olarak bir başına kalan Anglosakson Yahudi ittifakı, diyalektik münasebetini kaybederek kendisi için zamanı dondurdu. Soğuk Savaş dönemi sona ermesine rağmen, o dönem için geliştirilmiş olan müessese, münasebet ve enstrümanlara dayanarak bu sefer İslâm âlemini kendi düzenine entegre edebilmek üzere harekete geçti. Afganistan ve Irak’ın işgâlleri, Büyük Ortadoğu Projesi ve Arab Baharı hep bu istikamette, Anglosakson Yahudi İttifakı’nın bir arada yahut kendi aralarındaki çekişmelerin İslâm âlemine olan yansımalarıydı. Bu esnada iki kutuplu dünya düzeninin ortadan kalkmasından sonra aidiyet ve teslimiyet duyguları körelmeye başlayan dünyada ise farklı farklı mahalli güçlerin yükselişi yaşandı. Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Türkiye gibi ülkeler git gide askerî, siyasî ve iktisadî mânâda güçlenirken, Müslümanlara diş geçiremeyen Anglosakson Yahudi ittifakı her geçen gün güç kaybetti. 
Çin bu süreçte dünya ekonomisinde kendisine son derece stratejik bir konum elde etti. Rusya, SSCB’nin yıkılmasından sonra içine kapandığı dönemi sona erdirerek Suriye iç savaşına müdahil olup oyuna geri döndü. Ve Türkiye, 15 Temmuz gecesi yaşananların her ne kadar ucuzlatılmaya çalışılsa da, Amerika’nın üzerine oynadığı tek at olan FETÖ’yü kırmak suretiyle İslâm âlemi üzerine kurulan planların hepsini bir kalemde bertaraf etti ve aynı zamanda siyasî bağımsızlığını da elde etmiş oldu. Bir asra yakındır benimsenen uyuz köpek siyaseti “Yurtta sulh, cihanda sulh” politikasını terk ederek yeniden Anadolu’nun tabiî uzantılarına doğru dal vermeye başladı.

Avrupa ise bu süreçte ne idealize edilen birliği tesis edebildi, ne de Anglosakson Yahudi ittifakının kendisinden beklentisini karşılayabildi. Demografik yapısı çözülen, konformist, sorumsuz bir acuzeye dönüştü.

İktidarların İflâsı

Demokrasi, liberalizm, kapitalizm ve diğer paradigmalar üzerine inşa edilen ve insan hakları, hürriyet, kalkınma, refah, eşitlik, şeffaflık iddiasında olan idare sistemleri, internetin ortaya çıkması ve sır perdesinin ortadan kalkmasıyla iddialarının altında kalmıştır. Burada sözü uzatmanın bize kalırsa çok bir mânâsı yok, genel mânâsıyla dünya düzeni hakkında her ne demişsek, özelde iktidarlar ve devlet düzenleri için de aynı şeyler birebir geçerlidir.
Devletin varlık sebebi fert ile cemiyet arasında muvazene kurmaktır. Bu dengeyi tesis edemeyen iktidarlar meşruiyetlerini kaybederler ve bugünün dünyasında fert ile cemiyet arasında muvazeneyi tesis edebilmiş numunelik bir misâl dahi yoktur. 
Milletler ile iktidarlar arasındaki uyuşmazlık artık haddini çoktan aşmış bulunmaktadır ve alışkanlığın ötesinde iktidarların ve mevcut devlet idare şekillerinin milletler nezdindeki meşruiyeti ortadan kalkmıştır. Burada da yine tıpkı dünya düzeninde olduğu gibi alternatifsizlikten kaynaklanan bir rızadan bahsedebiliriz. Milletlerin devletlerin idare şekilleri ile idarecilerine göstermiş oldukları tâbiyet rızadan değil, önlerine başka bir alternatif konulamıyor olması dolayısıyladır.
Bir diğer husus ise hükümetlerin çağın nabzını kaçırmış olmalarıdır. Yaşanan değişimin sürati karşısında apışıp kalan, diyalektiği işletemeyen iktidarlar dolayısıyla cemiyetlerin dokusu anlayış değişmeden düzelmesi mümkün olmayacak bir şekilde tahrib edilmiş bulunmaktadır. Düşünsenize, toplumun temel yapı taşı aile müessesesini bile muhafaza edemeyen iktidarlar, hatta bırakın muhafaza etmeyi tahrib etmekte yarışan hükümetlerin devlet müessesesinin gerekleriyle bağdaşmaları mümkün olabilir mi?

İklim Değişiyor

Hasılı kelâm, bu süreçte kim nereye varmak üzere yola çıktıysa, ne kadar çabalarsa çabalasın başka bir menzilde buluverdi kendisini. Bu vaziyeti izah etmek üzere bir sürü maddi gerekçe sunulabilir, sunuluyor da; fakat bize kalırsa yaşanan tüm bu hadiselerin temelinde yatan esas saik ise Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun şehadetinden evvel dikkat çektiği üzere, rüzgârın artık kıbleden esmeye başlamış olmasıdır. Hani olur ya, bazen ne yapılırsa yapılsın, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın debelendikçe daha çok batılır ya, Batı’nın bugünkü vaziyeti de o hesap. Toprağa ifrazatı boca ettiler, şimdi de sebeb oldukları bataklıkta debeleniyorlar. Anlaşılan o ki, tamamen batıp boğulana kadar onlar durmayacaklar; fakat bu bataklığın kurumasına da mâni olamayacaklar.  

“Onlar”ın Yeni Dünya Düzeni

Herkes “dünya düzeni değişiyor”, “yeni dünya düzeni kuruluyor” gibi teraneleri son zamanda sıkça tekrarlar oldu. Buna karşılık hakikaten de “yeni” bir dünya düzeninden bahseden kimseyi ise görmüş yahut duymuş değiliz. Şimdi, onların bahsettiği yeni dünya düzeninin ne olduğu bahsine gelelim. 

Satıhta herkesin gözüne sokularak bunlar yaşanırken ya derinlerde pişirilen, bütün hükümranlıkları iptal etmek ve sınırsız “hürriyet” iddiasıyla lansmanı yapılan, çoklarının gözden kaçırdığı esas plana gelelim.
Sanayi Devrimi’nden sonra yaşanan sorun, neredeyse sınırsız hale gelmiş üretimin sınırlı kaynaklarla nasıl tüketileceğini formüle etmekti. Bunu finansal ekonomik sistemi yaygınlaştırarak, para faaliyetlerine yoğunlaşarak aşmaya kalktılar; fakat bu seferde kaynakların artışı dolayısıyla dünya nüfusunda meydana gelen çoğalmanın tüketim noktasında meydana gelen artışı ne kaynak ne de üretim ile karşılayamaz hâle geldiler. Maddî açıdan refah seviyesindeki global artışın dünya çapında bir seviye belirtir olması, aynı zamanda mahallî güç odaklarının doğuşuna ve yükselmesine vesile teşkil etmesi dolayısıyla dünya üzerindeki hâkimiyet meselesi de hem siyasî ve hem de ekonomik bakımdan çok büyük bir maliyet doğurdu. Yazının başında Büyük Ortadoğu, Arab Baharı falan diye bahsettiğimiz konvansiyonel hâkimiyet projelerinin başarısızlıkla neticelenmesi ve mevcut sisteme topyekûn Müslümanların adapte edilememesi de hâkim pozisyonda olanları alternatif arayışına iten sebeplerden sayılabilir. 

Şimdi, gelelim şu derinlerde pişirilen esas planın ne olduğu meselesine. 

Çokları gözünü dikmiş, tıpkı tarihte olduğu gibi bir devlet yahut ittifakın dünya sathında hâkimiyet kavgasını bekler dururken, bize kalırsa yeni dünya düzeni diye Batı tarafından bahsedilen şey bundan çok daha başka bir sahada tezahür ettirilmeye çalışılıyor.
Son yıllarda hayatlarımıza giren kavramları şöyle bir tablolaştıralım: 

Endüstri 4.0, Metaverse, Twitter’ın 44 milyar dolara el değiştirmesi, Starlink Projesi, iklim değişikliği, kıtlık, suni et, cinsiyetsiz insan, telegram (beyin bilgisayar – beyin arayüzleri), yüksek enflasyon, salgın hastalık gerekçe gösterilerek evlerine tıkılmış insanlar, blockchain, kripto para, arttırılmış gerçeklik, simülasyonlar, hologram teknolojisindeki gelişmeler…
Anlaşılıyor ki, onların “Yeni Dünya Düzeni”nden kastettikleri hakikaten de yeni, gerçek ile sanal olanın birbiriyle sentezlendiği, “şey”lerin internet üzerinden birbirine entegre olmasının üzerine bu yeni ve sanal âleme insanın entegre edilmeye çalışıldığı yepyeni bir dünya.

Şöyle kısaca hikâyeleştirerek bu yeni dünya düzeninin ne olduğunu anlamaya çalışalım:
Bu sanal dünyaya geçtikten sonra diyelim ki kendinize bir kıyafet alacaksınız, kıyafeti siz değil avatarınız giyecek ama bugün meşhur olan yahut o gün meşhur olacak markanın malını, bugün ne için o markayı tercih ediyorsanız yine aynı saiklerle yine tercih edeceksiniz; fakat bir mal yerine yalnızca kod alacaksınız.
Bu sanal âlemde gezmek için bir araba alacaksınız, yine bugün olduğu gibi belli başlı markaların, yazılımı diğerlerinden daha iyi 
yapılmış olan modellerini tercih edeceksiniz. 

Tatile gideceksiniz, yine tercihiniz paranız el verdiği ölçüde tıpkı bugün olduğu gibi lüks otellerden başlayıp aşağı doğru inecek. 
Yemek yemek yahut bir şeyler içmek istediğinizde, hakeza. Muhtemelen evde önüne aldığınız baz bir kimyevî bulamacı kaşıklar yahut yudumlarken ondan aldığınız lezzet ve hazzı beyin bilgisayar ara yüzünden size satıcının yazdığı kodlardan gelen sinyaller belirleyecek.

Hayat tarzının baştan aşağıya değiştiği, yalan dünyanın içinde, yalanın yalanı yeni bir dünya kurulmak isteniyor ve insanlar da bilhassa sınırsız “hürriyet” iddiasıyla bu yeni düzene entegre edilmek üzere hazırlanıyor.
Bu yeni düzende üretim ve tüketimin merkezi olduğu ön plana çıkan şehirler önemini yitirecek, dünyanın neresinde olursanız gökyüzünde dönüp duran uydular vasıtasıyla herkesle eşit bir şekilde anında tüketimin bir parçası olabileceksiniz.
Konserler ve gösteriler yine bu sanal âlemde gerçekleşecek, oralara giderken ne ödüyorsanız, yine aynısını ödeyeceksiniz. 
Blockchain ve bulut teknolojisi üzerinden bütün bunları gerçekleştirmek için devasa maliyetteki donanımlara sahib olmanız da gerekmeyecek, muhtemeldir ki çok cüzi abonelik ücretleri karşılığında sisteme dâhil olmanız bu kaynaklara erişmeniz için yeterli olacak.

Bu yeni dünyadaki ödemeler kripto paralar üzerinden yapılacak. 

Üç aşağı beş yukarı, yukarıda bahsettiğimiz şekilde, kaynak tüketimi ve maliyetlerin en aza indiği, kârlılığın maksimize edildiği, kontrolün en yüksek seviyeye yükseldiği, tercihlerin denetlendiği, iradenin bypass edildiği, devlet müesseselerinin hükümranlıklarının ortadan kaldırıldığı yepyeni bir globalizmin, bu kez sanal bir globalizmin eşiğine gelmiş bulunuyoruz.
Böyle bir dünyada ön plana çıkan hususların başında tarım, enerji ve teknoloji geliyor. Bugünün dünyasına hâkim olan kesimlerin teknolojik üstünlükleri mâlum. Buna ilâveten büyük teknoloji şirketlerinin sermayedarlarının ellerindeki bütün servetlerini tarım sahalarına yatırdıkları ve dünya çapında toprak ağası hâline gelmiş olmaları da boşuna değil. Enerji altyapısının ise fosil yakıtlardan uzaklaşarak elektrik enerjisinin gitgide ön plana çıkması da bu sürecin bir parçası gibi duruyor. 

Tüm bunları okurken muhtemelen aklınıza takılan soru gelir dağılımının nasıl gerçekleşeceği. Sanal ile gerçek arasındaki bir sentezden bahsettik. Bunun elbette ki gerçekliğe bakan bir tarafı ve minimize edilmiş olsa da gerçek ihtiyaçların da karşılanması gerekecek. İnsanlığın bir kısmı bu gerçek ihtiyaçları, bir kısmı sanal dünyanın ihtiyaçlarını karşılarken, diğer bir kısmının da her ikisinden de gelir elde edebileceği bir dünya tasavvur ettiklerini zannediyoruz. 

İşin asıl esprisine geri dönelim. Globalizm dalgası ilk defa yükselirken, bundan beklenen nihai hedef neydi? Dili, dini, geleneği, adeti, hukuku, ekonomisi, yönetimi tektipleştirilmiş, tek dünya devletiydi. Bunun gerçek dünyada gerçekleşmesinin mümkün olmadığı görüldüğünden, bu kez yeniden fakat daha farklı bir planda, sanal planda yeni bir globalizm dalgası yükseliyor. Sanal olması çok önemli, çünkü insanların sanal âlemde kendilerinden uzaklaşmaları gerçektekinden çok daha kolay oluyor. Kendisi olmaktan çıkmış olan insanları yönetmek, zihinlerini gönüllü olarak sisteme entegre etmiş insanları biçimlendirmek ve sömürmek de bu nisbette kolaylaşıyor.

Şimdi, böyle anlatınca belki çoğunuza hikâye gibi gelebilir; fakat bundan çok değil 100 sene evvel bugün yaşanan hayat da birine anlatılsa, o da hikâye deyip geçerdi değil mi? Teknolojinin terakkisindeki sürati hesaba katacak olursak, bu sefer bir 100 seneye falan gerek kalmayacağı muhakkak.

Son büyük İslâm mütefekkiri Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun en büyük sınavını telegram teknolojisi karşısında vermesi ve bu şeytanî kurgunun sahiblerinin elinde bulundurdukları teknolojiye karşı “insan”lığın şeref ve haysiyetini müdafaa ederek bunun “nasıl”ını ortaya koyması rastgele değildi!

Ruhtan uzaklaşarak önce maddeye, şimdi ise maddenin de ötesinde sanal bir metafizik âleme mahkûm edilerek insanın, ruhî bakımdan hadım edilerek, insanî tüm değerlerinden arındırıldığı ve bunun üzerinden rahatlık ve şeytanca sevk ve idare edildiği bir düzen tesis edilmeye çalışılıyor.

“Biz”im Yeni Dünya Düzenimiz

İbda hikemiyâtına aşina olanların hemen hatırlayacağı veçhile, “âletler ihtiyaçları doğurur”. Ve bir dünya görüşü, insan ihtiyaçlarının hepsine cevab verebildiği ölçüde bütün bir hayat tarzı vazedebilir. Biz, yeni fikir ve de yeni âletler üzerinden doğan ihtiyaçlara bigâne kalamayız. Yalnız bir farkla. Bütün bu ihtiyaçların ne için karşılanacağı farkıyla. Bugün sanal, merkeziyetsiz ve hürriyet iddiasıyla ortaya atılan yeni dünya düzeninin insan iradesini tamamen teslim almak üzere tezgâhlandığı açık. Oysaki bir “kendinden zuhur diyalektiği” çerçevesinde her insanın fıtrî ve şahsî farklılıklarından müteşekkil toplumun hakikatine inanıyoruz. Bizim idealize ettiğimiz fert ve toplum hakikati olan Allah Resûlü ve Sahâbîleri de bunun bizim inandığımız gibi olması gerektiğini vazediyor.
Hasılı kelâm, satıhtan ve derinden devlet, toplum ve topyekûn insanlık büyük bir tehditle karşı karşıya gelmiş bulunuyor.

İnsanlığın Tutunabileceği Son ve Tek Dal

İşte, hayatının büyük bir bölümünde Telegram teknolojisi karşısında insan olmanın şeref ve haysiyetinin müdafaasını yapan ve bunu fikirleştiren Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’nun Büyük Doğu-İbdası, bu mücadelenin nasıl yapabileceğinin ölçütlerini aldığı Üstad Necib Fazıl ve 15. İslâm asrında İslâm’ın devlet, toplum ve fert planında örgütleştirerek ideoloji hâline getiren iki büyük fikir aksiyon adamını yetiştiren Abdülhakîm Arvasî Hazretleri… “İlâhî İBDAda rastgelelik yoktur.” ölçüsünü başa alıp, bütün bu dava kadrosuna ve telegram dâhil karşılarına çıkan sorunlara baktığımızda yakın bir gelecekte ne ile sınanacağımız ve bu sınavı nasıl aşacağımız da ortaya çıkmış oluyor. 

Satıhta ve derinlerde yaşananları dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştık ve daha en başta bunu akan bir sele benzettik hatırlarsanız. Evet, bugün kökü olmayan, tutunacak bir dalı olmayan herkesi önüne katıp sürükleyecek bir sel geliyor üzerimize. Hür iradeyi muhafaza etmek, fert ve toplum hakikatini yitirmemek, insan gibi yaşanmaya değer bir hayat sürmek için tutunabileceğimiz, kökü ezelde ve dalı ebedde Büyük Doğu-İbda’dan başka tek bir dal kalmamıştır. 

Akl-ı Selim Devlet Prensibleri

Yine yazımızın başından bir hatırlatma ile devam edelim. Ne demiştik, eşya ve hadiseler ve bunların birbiriyle kuşatılması mümkün olmayan sonsuz alâkası karşısında insanın varlık sebeblerinden birini teşkil eden teshir edici rolünü sürdürebilmesi, hâkim olabilmesi akl-ı selimden geçer demiştik. Gelelim, 15. İslâm asrında bir devletin yukarıda derinliğine-genişliğine insan ve topluma karşı kurulan bu şeytanî tezgâha karşı durabilmesi ve insan haysiyetini müdafaa ve muhafaza edebilecek düzeni kurabilmesi için muhtaç olduğu akl-ı selim sahibi olmak için benimsemesi gereken temel prensiplere.

9 Temel Prensib

Ruhçuluk, Keyfiyetçilik, Şahsiyetçilik, Ahlâkçılık, Milliyetçilik, Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik, Cemiyetçilik, Nizâmcılık ve Müdahalecilik.

Ruhçuluk: İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere; “ruh, muvazene âmilidir ve muvazene onun eseridir.” Demek ki, zıtlar arasında muvazene kurulması gereken her ân, biz şuurunda olsak da, olmasak da âmil olan ruhtur. İnsanın, “Halk Âlemi”nde, yani içinde yaşadığımız bu âlemde doğan zıtlıklar arasında muvazene kurabilmesini mümkün kılan, “Emr Âlemi”ne âit olan zaman ve mekân dışı ruhudur. “Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.”
İnsan aklı, idrak kuvvetlerinin tutsaklığında, kuşatabildiğinden ibaret bir çevreyi arzular. Kendisi olan “ben” başta, kendisinden hâriç kalan her “şey”i de idrak kuvvetlerinin tutsaklığında kuşatmak ister; “Halk Âlemi”nin sonsuz addedebileceğimiz kadar çok kombinasyonunu, birbirinden tecrit edilmiş parçalar hâlinde inceleyerek, bu kuşatmayı gerçekleştirmeye çalışır. Hâlbuki aklın bizzat kendisi, diğer akıllarla beraber bütünden bir parçadır ve bütün tarafından kuşatılmıştır.
“İmam-ı Gazali, akıl yolundan kemâli araya araya nihayet aklı iflas ettirmiştir; dünyanın en büyük kafa buhranını çekmiş, büyük idrak kahramanı… Öyle ki, bastığı yere bile inanamaz, içtiği bir damla suyu bile hazmedemez hâle gelir.

Ve der ki:

“ - Herşey ruhtan ibaret; ruh ise Allah ve Resûlü’nün ruhu… Ona teslim olmaktan başka çare yoktu, ben de teslim oldum ve kurtuldum!”

Mukaddes ölçü meâli:

- “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.”

Ruh hakkında kat’i bir malûmatımızın olmaması bile, ruhun keyfiyetlerinden biri olan aklın aczini isbat etmeye yeter de artar. Öyle ki, beş duyu ve maddî suretlerin tutsağı durumundaki akıl, ki bu aklın biraz evvel bahsettiğimiz şekilde bir de teknolojik istidracın tutsağı, bu suretlere ve idrak kuvvetlerine sığmayan ruhu idrak etmekten yana acizdir. İnsanın dış dünyayı idrak etmesine vesile olan beş hasse, “Halk Âlemi”nin ötesini idrak etmekten yana da acizdir. Aynı zamanda, “Allah, zuhurunun şiddetinden gaiptir.” ölçüsünü de hatırlatalım. Akıl, bir şeyi kuşatınca kavrar demiştik; aklın, içinde bulunduğu âlem itibariyle “Emr Âlemi”ni ve “Zat Âlemi”ni kuşatamayacak olduğunu, ancak kuşatılan olacağını hesaba katacak olursak, imânın ve dolayasıyla ruhçuluğun zaruret olduğu da böylelikle ortaya çıkar.

Akıl ve ruh bahsini ruhçuluk prensibine bağlamadan evvel, ruhun ve aklın kanatlarından müteşekkil olan şuur bahsine de değinmekte fayda var; İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere; “ruh bulur, akıl sorar; bulucu ruhun getirdiğine, sorucu akıl şahitlik eder.” Kısaca değinecek olursak: “Batı tefekkürü ile İslâm tasavvufu arasında kanatlarını açmış, birinciyi ikincinin önünde hesaba çeken ve aslına irca’ eden İbda”, bu bakımdan ümmetin kuşanmaya hazırlandığı yeni şuurdur da... Yani yukarıda bahsettiğimiz tezgâhı devirecek ve varlığını sürdürecek Yeni ve Büyük Türkiye’den bahsedilecekse, burada söz ettiğimiz Ruhçuluk prensibi aynı zamanda Türkiye’nin şuurudur.

Devam edelim, akıl ve ruh bahsini bizim ruhçuluk prensibimize bağlayacak olursak; ruhun akıl tarafından kuşatılamaması ve tek bir esasa bağlanamaması, bize, “Hâlk Âlemi”nin hakikatlerinin zorunlu kanunlarla kuşatılamayacağını ve “Hâlk Âlemi”nin ruha nisbetle mânâlandırılması gerektiğini açıkça ortaya koyar.
İnsanı iktisadî faaliyete iten sebeb, bir bakıma da, insanın canlı kalma isteğine, iradesine dayanışla, aynı zamanda ruhî bir zaruret belirtir. “‘Halk Âlemi’nde bedenle birleşen ruhun, bedendeki fenomeni, canlılıktır.” Bir bakıma hayvan olan bedenin canlılığını idame ettirmesinin asgârî seviyesinden başlayarak, ifrat hâlindeki kuvvetlerin nihai tatminsizliğine dek, son derece geniş bir perspektifte faaliyet gösteren ilim, iktisattır ki siyasetle ayrılmaz bir bütündür. 
Tekrar hatırlamamız gerekirse; “Ruhçuluk, eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışıdır.”
Bizim dünya görüşümüz de bu ölçülerden yola çıkarak, madde plânını, onun ötesinde bulunan ulvî bir anlayışla, yâni “Mutlak Fikir”e nisbetle örgüleştirilen “İslâm’a Muhatab Anlayış” ile mânâlandırır. Keyfiyetçilik de burada başlar ki; keyfiyet demek, her şeyin ruh adına anlamlandırılması demektir.

Ruhçuluk, aynı zamanda mihraksız aklın da reddedilişidir. Bu sayede ruhçu, aklın nefse tutsaklığından kurtularak gerçek hürriyete kavuşur; dolayısıyla ruhçu gerçek hürdür aynı zamanda.

Batı’nın bugün hürriyetten anladığı ve elindeki tüm imkânlarla dayattığı, insanın nefsine tutsaklığıdır. İnsan, nefsine tutsak olduğu ölçüde cemiyetten kopar, fânileşir ve yöneten “emperyalist tanrı”lar tarafından rahatça istismar edilir. Bugün ülkemizdeki 3000 aile ve ülkemiz dışındaki emperyalistlerin bizi istismar edişlerinin kaynağını da burada aramak icab ediyor. Tabiî yukarıda bahsettiğimiz sanal gerçeklik içinde ele geçirilmeye çalışılan insan için de aynı yol izleniyor.

Nefs kelimesini hangi mânâda kullandığımızı da izah edelim:

- “Nefs, ne ‘ben’dir, benliktir, ne zattır, şudur, budur; kalb hakikati içinde, ruhun mukabil kutbunu gösteren apayrı ve bambaşka bir mevcuttur. Her insanda bu mevcut daima gizli ve bazen aşikâr bir Allah düşmanıdır.”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın manifestosunda en çok kullandığı kelime hatırlarsanız erdemdi, yani fazilet. İmam-ı Gazâlî Hazretleri, “Meâricü’l Kuds” adlı eserinde, insanda faziletlerin kaynağını dört, rezîletlerin kaynağını ise üç ana başlık altında toplamıştır. Rezîletlerin kaynağı; tahayyül, şehvet ve gazab kuvvetidir. Faziletlerin kaynağı ise; insanda ifrat ve tefrit hâlde olduğunda rezilliğin kaynağı olan bu kuvvetleri itidâle kavuşturan, âdeta panzehir hükmündeki hikmet, şecaat, iffet ve adalettir.
İmam-ı Gazâlî Hazretleri devam ile der ki; “Hikmet, tahayyül kuvvetinin faziletidir. Şecaât gazabî kuvvetin, iffet şehevî kuvvetin faziletidir. Adalet ise bu kuvvetlerin tertib-i vâcib üzere vakî olmasıdır. Tüm işler adâletle tamamlanır ve yürür.”
Batı, bu muvazeneyi kuramayışından, ruhçuluğu mihraklandıramamış olmasından dolayı her şeyi hayvanî bir insiyaka bırakarak, içtimâî buhranı imâl etti. Peki, bir bakıma ruhçuluğun kemâli olarak insanî kuvvetlerini dizginleyip, tutsaklığa ve hürriyete yer gösteren hakikat nerede?

Hakikati aramanın bize göre ilk şartı, “Allah’a inanıyor muyuz?” suâline verilen cevabdır. Eğer ki Allah’a inanılmıyorsa, “ruh ilgilendiği her şeyi canlı kılar” ölçüsünce, bugün ele ne gelirse veya ele ne verilirse bir süre sonra onun hakikati o olur ve eldekilere bakarak aranan hakikat, atılan her adımda iki adım öteye kaçar; “mihraksız tümevarım zaafiyeti.” Yok, eğer Allah’a inanıyorsak, iman sahibiysek, artık bundan sonrasında aranması gereken bellidir ve zaten bilinen aranır.
Batı ruhunun, ilgilendiklerini canlı kılmasının uç misâli olarak “Samiri’nin öküzü” bahsini gösterebiliriz:

- “‘Samirî’nin öküzü’ bahsinde, o öküz heykelinin böğürmesiyle alâkalı, Muhiddin-i Arabî Hazretleri, bilmeden Cibril Aleyhisselâm’ın ayak bastığı toprağın da heykele karıştırılmasıyla ilgili olarak, “ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılar ve eşyaya yayılan bu ruha NASUT derler!” der.

Liberalizm, kapitalizm, demokrasi gibi son derece müphem ve keyfe keder kavramların bu denli canlı bir şekilde karşımızda durması bizi yanıltmasın. Ruhçuluğun ufkunda yer alan Allahçılık çizgisine çapraz bir istikâmette ilerleyen Batı’nın iç karartıcı manzarası bugün bütün çıplaklığıyla ortada. Yine yukarıda bahsettiğimiz sanal gerçekliğin nasıl canlı kılınacağının hakikatini de burada göstermiş oluyoruz. 

Ruhçuluğun ufku olan Allahçılık çizgisinin istikâmeti ise Hûd Sûresinde:

- “Hûd Sûresinde istikâmet emredilmiştir. İstikâmet, doğruluk, çetinlerin çetini bir iştir. Zira istikâmet, bütün fiiller, haller, sözler ve ahlâkta orta yeri tutmak ve onda sabit kalmaktır. O şekildeki, bütün fiillerde zaruret dışına taşılmasın ve ifrat tefritten korunulabilsin… Onun içindir ki, ‘keramet ve harikalarda iş yoktur, iş istikâmettedir.’ denilmiştir.” Başta demiştik ya, belirlenen hedeflere nasıl varılacağı, buyurun size istikâmet davası. 

Madde gözüyle görülemez, ölçülemez müessir “Mutlak Fikir”dir ve onun tatbik planındaki karşılığı da; insanî verim şubelerinin tümüne tabiî bir şekilde çözüm getiren “İslâm’a Muhatab Anlayış”tır. 

Keyfiyetçilik: Ruhçuluğun eşya ve hâdiseleri, kendi içlerinden çıkan kuru müşahede ve kuru tecrübe, kuru akıl ve kuru bilgi kanunları üstünde, madde göziyle görülemez ve ölçülemez müessirlere bağlamak anlayışından, keyfiyetçilik doğar.

Keyfiyetçilik, aynı zamanda ruhçulukla iç içedir ve ruhçuluğun olmadığı yerde keyfiyetçilikten söz edilemez. Yani aslına bakacak olursanız, prensiblerin tamamı bir bütün hâlinde var, tek başına ise hükümsüz.

Öncelikle keyfiyet, kemmiyet ve keyfiyetçilik mefhumlarını tanımlayalım:

- “Keyfiyet, bir “şey”i başka bir şeyden, bir hâdiseyi başka bir hâdiseden, bir durumu başka bir durumdan ayıran –ki bu ayrılık, farklılık da ifâde edebilir, zıtlık da- bütün esaslı unsurların bütünüdür; o “şey”i, o “hadise”yi diğerlerinden ayıran vasıfların bütünü.”

- “Kemmiyet, bir “şey”in, bir “hâdise”nin dışa dönük yönüdür; dış durum ifâdesi. Bu, bir “şey”in, bir “hâdise”nin değişimleri ve dengeden dengeye geçişi boyunca vukuu bulan form, kalıp ve şekil değişimi özelliklerinin vasıflandırılmasıdır.”

- “Keyfiyetçilik, bütün insanî verim şubelerinde “çok”tan ziyade “tek”in kanunları üzerinde derinleşmek ve her iş vahidini onu saran mücerred oluş cevherine göre değerlendirmek davasıdır.” 
Keyfiyetçilik için bu tarifi verdikten sonra, kendi dünya görüşümüz çerçevesinden şunu da söyleyebiliriz; her “şey”in ruh adına anlamlandırılması ve topyekûn insan faaliyetlerinin tek bir gayeye bağlı şekilde gerçekleştirilmesidir. Siyasette, tek bir gayeye bağlı kalınmak kaydıyla gerçekleşmesi gereken faaliyetlerden biridir.
Siyasî faaliyetlerin şekillenmesindeki âmillerden biri de, toplumun hangi ideal etrafında teşkilatlandırıldığı meselesidir. İslâm tarihine bakacak olursak, Müslüman devletler, ideâl olarak İttihad-ı İslâm davasını güttükleri ve bu davanın güdülmesinin vasıtası da gazâ olduğu için, toplumu buna göre teşkilâtlandırmışlardır. Bugün de belirlenecek ideale göre toplumumuzun yeniden teşkilâtlandırılması zarurettir.

Bir varlık-bir yokluk temposunda tecelli eden zamanın, içinde yaşadığımız ve aslı yokluk olan âlemin üzerindeki en mühim tesiri, her ân yeniden gerçekleşen yenilenmedir. Eşya ve hâdiseler her ân yenilenir ve insan, her ân yenilenmekte olan eşya ve hadislere teshir etmek üzere tekâmül etmek memuriyetiyle yaratılmıştır. Kutsî ölçü meâli; “Bir günü diğerine eş geçen aldanmıştır.” Peki, her dâim yenilenen bu dinamik âlem üzerinde, insan nasıl eşya ve hâdiselere teshir sahibi olabilir? Kâinattaki her şeyin bir varlık-bir yokluk temposuna tâbi olduğunu hesab edecek olursak, bu âlemin kendisine ait olanlardan daha ulvî kıymet hükümlerine muhtaç olduğumuz anlaşılır ve bütün insanî faaliyet şubelerinin bu ulvî kıymet hükümlerinin işaret ettiği ideali gözetmesi gerektiği ortaya çıkar. İnsan, ancak böyle bir fikre bağlanmak suretiyle değişim ve dönüşüm girdabından kendisini sıyırıp, eşya ve hâdiseler üzerinde tasarruf sahibi olabilir.

“İslâm’a Muhatab Anlayış” davası, “Mutlak Fikir”in, hayatın bütün şubelerine tatbik edilmesi olduğuna ve toplumu meydana getiren her ferd farklı mizaç hususiyetleri taşıdığına ve bütün hadiseler de “yeni” olduğuna göre; sonsuz adet varyasyonun bir bütün hâlinde anlam kazanabilmesi, çoklukta birliğin sağlanmasıyla mümkündür.

Keyfiyetçilikte usûle gelecek olursak:

- “Keyfiyetçiliğin baş usulü, her şeyde ana cevhere nüfuz etmek gayesi bakımından, nâmütenahî bir tecrittir; tecritlerin en soylusundan fışkırıp teşhislerin en ihtişamlısında billûrlaşan bir ruh; ve bu ruhun, en derin mücerretle en katı müşahhası evlendirdiği zemin üzerinde, bütün eşya ve hâdiseleriyle dünya…”
Üstad Necib Fazıl, keyfiyetçilikle kemmiyetçiliğin farkının anlaşılması adına diyor ki; “Bugün Amerika, bütün iş şubeleriyle, keyfiyeti ikinci plâna alan muazzam bir kemmiyet köpürüşü; Avrupa da, kemmiyete mağlûp hazin bir keyfiyet çöküşü…” Bu kemmiyet köpürüşünün Türkiye’de muasır medeniyet seviyesi olarak görülüyor ve gösteriliyor olması, Büyük Doğu-İbda İdeolocyasının, Başyücelik Devleti’nin keyfiyetçilik prensibinin ne denli anlamlı olduğunun anlaşılması bakımdan mühim. Üstad’ın işaret ettiği kemmiyet köpürüşünün bir de sanal köpürüşe dönüştüğünü düşünsenize. Daha muşamba dekorken bile gözleri kamaştıran, kuru akılları apıştıran…

Keyfiyetçilik bahsini bitirmeden şunu da ilâve etmekte yarar var:

- “Keyfiyetin kemmiyette tecellisini gözönünde tutarsak; bir şeyin mücerret “oluş”una nüfuz etme gayesi bakımından hakikat arayıcılığını gösteren “keyfiyetçilik”, bu ruhun iş ve verim sahasına intikâli gayesiyle de, “insan ve toplum için” mânâsına gelir. İnanılan ile buna bağlı “iş ve eser” manasına bu ruh ve madde kutupları arasındaki uygunluk ise, “ruhî muvazene”yi gösteren ahlâkın, dışa dönük (genişliğine) yönünün tecellisidir.”
Plastisite üzerindeki kemmî köpürüşlerin tıpkı bir sabun köpüğü gibi esen ilk yelde uçup gideceğinin şuurunda olarak; devleti meydana getiren tüm enstrümanları, tek bir idealin şefliğinde, değişen zaman ve mekânda her dâim tekâmül ve keyfiyet ölçüsü içinde çalan senfoni olmalıdır Türkiye’nin siyaseti… Bir bakıma Ebed Müddet senfonyamızın, devlet plânı...

Şahsiyetçilik: Yakından tanıdığımız bir misâl üzerinden, şahsiyet ile değil de tersinden şahsiyetsizlikle başlayalım; Türkiye Cumhuriyeti, inkılâblar adı altında Batının kendi şahsiyetini meydana getiren unsurları, bir dünya görüşüne bağlı olmaksızın, hesabsız, kitabsız, muhasebesiz ve çilesiz bir şekilde kopyalayarak Anadolu’ya yapıştırmıştır. Şahsiyet yahut şahsiyetçilik nedir bir yana, şahsiyetsizliğin insanlık tarihi çapındaki vesikası olabilecek bu hâdise, bugünkü manzara itibarıyla şahsiyetsizlikten doğan felâketi ayan beyan gözler önüne sermektedir.

Evet, O’ndan geldiği için hiç kuşku yok, “hikmet mü’minin yitik malıdır ve nerede bulursa onu alır.” fakat ne alırsan al, çilesine talib olup, hikmete nüfuz edip, kendi şahsiyetini o hikmette tüttürmedikçe, o hâlen senin değildir. Bunu bir ölçü olarak kabul edersek, benzer her şeyi aynı bakımdan değerlendirebiliriz. Şahsiyetini tüttürmediğin bir devlet, ekonomi, hukuk ve eğitim sistemi nasıl senin olabilir ve senin meselelerini çözüme kavuşturabilir? 

Keşf, icad ve fikredilmiş olan her şeyin hakikatini bulup çıkarma ıstırabına talib olup, bundan sonrasında da bugün Çin’in yaptığı gibi kopyala yapıştır yapıp onu taklid ederek değil, kendi şahsiyetimizden katıp millîleştirerek ve “yenileyerek” ortaya koymak, mâletmek, bizim dünya görüşümüzün şahsiyet prensibi gereğidir. Hikmet plânında, o günkü devlet politikamıza göre ihtiyaç duyduğumuz mevcuda, ruhçu ve keyfiyetçi bir yaklaşımla şahsiyet üfleyip millîleştirirken, dışa doğru olan bütün bağımlıkları bir bir kesip atarak, siyasî plânda bağımsızlaşmak.

Ekonomi planından misallendirecek olursak da; iktisat sadece üretimle değil, tüketimle de alâkalı bir mesele olduğundan, tüketicinin de şahsiyet sahibi olması ve bugün olduğu gibi kapitalizmin şahsiyet unsuru hâline getirdiği meta ile şahsiyet bulan değil, satın aldığı şeye kendi şahsiyetini katacak olan millet şuurunun meydana getirilmesi dâvâsıdır şahsiyetçilik. 

Ahlâkçılık: Ahlâk, bir bakıma insanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kurallarıdır. Davranışın tarzı, tutum ve tavır ahlâk olduğuna ve ruhî fakülteler hâlindeki insanî faaliyet şubelerini ahlâk şekillendirdiğine ve tüm bu davranışın kaynağında bir bütün olarak “insan” yer aldığına göre, parçaların teker teker incelenmesiyle sağlıklı bir netice elde edilemeyeceği muhakkaktır.

“Ruhî fakülteler hâlindeki siyasî, iktisadî, sosyal, psikolojik vesair davranış şubelerine, farklılıkları içinde onları birleştirici bütün bir şuurla bakmak… İşte ahlâk!”

Büyük Doğu-İbda, bugünün dünyasında “insan”ın bile kıymetini iktisadî değere göre ölçmeye kalkan hâkim anlayışın aksine eşref-i mahlûkatı bu rezil vaziyetten kurtararak, beşerî faaliyetlerin tümünü diğer tüm insanî faaliyet sahaları gibi ruha nisbet ederek, ahlâk şubesinin emrine tahsis etmiştir.

“İnsan” meselesi nerede başlar, nerede biter? Bugün hâkim olan zihniyet insan meselesini iktisadî olanda başlatıyor ve iktisadî olanda bitiriyor. Peki, insan bedeniyle beraber aynı zamanda ruhî bir varlık olarak, yalnızca insanî faaliyet şubelerinden biri olan iktisada göre izah edilebilir mi? İnsanî faaliyetlerden biri de ifrazatın boşaltılmasıdır; yarın öbür gün birileri de çıkıp, insanî faaliyet sahalarından başka biri olan ifrazatın boşaltılmasından ibaret bir anlayışla “insan”ı izah etmeye kalkarsa ne olacak? Misâlin çirkinliği bir yana, aynı mantık âleti elinde, iki farklı insanî faaliyet karşısında “insan” meselesi.

Demek ki insan meselesi, insanî faaliyet şubelerinden birine hasredilerek ele alınabilir, anlaşılabilir, izah edilebilir bir mesele olmaktan uzaktır. Öyleyse fert ve toplum meselelerine çözüm getirmek, ki devletin temel iddiasıdır, fert ile toplum arasında muvazene kurmak ne ile mümkün? İşte, bu prensibler bir bütün hâlinde bu gayeye matuf bir şekilde işleyen makinenin parçalarıdır; ve ahlâk, bütün bu parçaların içine işlemiş işletici kuvvettir. 

Başyücelik Devleti, ferd ile toplum arasında kurulan muvazenenin devlet planında, ahlâkî ölçütleri gözetir ve ruhçuluk bahsinde belirttiğimiz Allahçılık’tan anlaşılacağı üzere söz konusu olan İslâm ahlâkıdır. 
Milliyetçilik: İbda Hikemiyâtında geçen ölçü; “Bir imân merkezi etrafında toplananlara millet denir.” Esasında bu durum aynı zamanda toplumun iştirak ettiği ortak bir paydaya da işaret eder; devletinin küfür karşısında güçlü olmasını sağlamak adına, daha az tüketen ve buna mukabil şahsiyetçilik levhasında bahsettiğimiz keyfiyete sımsıkı bağlı kalmak kaydıyla çok üreten ve ruhçuluk davasında izah ettiğimiz üzere, sermayeye kölelik eden değil, İlây-ı Kelimetullah dâvâsına hizmet eden millet... Tarihteki son örneği, 
Türk milleti!

Bugün bilhassa Suriye ve Irak’ın kuzeyinde yaşadığımız sıkıntılı süreç karşısında elimizdeki tek çözüm olarak ön plana çıkan bu milliyetçilik anlayışı, İslâm âleminin geri kalan bölgelerindeki Müslümanlarla olan münasebetlerimiz üzerinde de belirleyici rol oynayacak, yapılan faaliyetleri bütünleyerek Büyük Türkiye hedefine doğru yol almamıza hizmet edecek son derece ehemmiyetli bir prensibdir. 

Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik: Milletlerüstü şirketlerin kurulmasından beri, insanlığın başındaki en büyük belâlardan birisi de urlaşmış sermayedir.

Emperyalizm; başta ekonomik ve ardından siyasî, askerî gücüne bakarak kendisini tanrı addeden bir grub sapkının, ellerindeki imkânları kullanarak, dünyanın geri kalan tamamını, hiçbir kural ve kaideye bağlı kalmamak kaydıyla, dilediği gibi yönetme ve sömürme arzusudur. Batı’da Rönesans ve Reform hareketleriyle başlamış, Hümanizm (Tanrı değil, insan merkezli anlayış) ile ruhunu bulmuş, materyalizm ve sekülerizm ile ete kemiğe bürünmüş, Darwinizm ile gerekçelerine kavuşmuş “yeryüzü tanrısı” olma temayülüdür.  Yâni, elde biriken sermayeye dayanarak, siyâsî karar mekanizmalarına, ordulara, milletlere tahakküm etmek ve bu tahakküm neticesinde daha fazla sermaye biriktirmek. Batı, hayat tarzını küfür inadından dolayı “Mutlak Fikir”e nisbetle şekillendirmediği için, istikbâli mazide aramak hatasına düşerek, Eski Yunan ve Eski Mısır’da hâkim olana benzer bir düzen inşâ etmiştir. Bugünkü rejimin eskilerinden tek farkı, geçmişte sermayenin yönetimde mutlak hâkimiyeti varken, bugünün sermaye sahibleri, idareyi, moda tabirle sermaye adına “CEO” diyebileceğimiz seçilenlere, lütfetmişlerdir.
Bugün kontrolünü tamamen ellerine geçirdikleri sanal bir dünyada, minimum maliyet ve maksimum kârlılıkla yeni bir sömürü düzeni kurmak üzere olduklarını unutmayalım.

Sermayede tedbircilik prensibi, milliyetçilik başlığı altında da işlemiş olduğumuz üzere, milletin sermayeye değil, can-ı gönülden benimsediği dâvâya hizmet etmesinin önündeki pürüzlerin kaldırılması ve ferd ile toplum arasında kurulacak muvazenede, cemiyetin fert tahakkümünden koruyarak adaleti sağlamaktadır.
Mülkiyette tedbir ise, bugün birçok sahada misâlini gördüğümüz üzere, verimli tarım arazilerinin ve stratejik önemi hâiz işletmelerin mülkiyetinde devletin tedbircilik prensibini işletmesidir. Bugün birçok ülke tarım arazilerindeki bütünlüğü ve ziraî üretimdeki devamlılığı sağlamak üzere, mülkiyette tedbirci olduğunu inkâr ederken, çıkardığı kanunlar vasıtasıyla mülkiyette tedbirci davranmaktadır. Şirket bakımından meseleyi ele alacak olursak da, bugün dünyaca meşhur birçok markanın üretimini gerçekleştiren şirketlerin, sahiblerinin yalnızca hissedar olduklarını ve bu işletmeler halka açık olduğu için, işler ters gittiğinde devlet tarafından derhâl müdahale edildiğini biliyoruz. Samsung, Toyota, Apple, Microsoft gibi meşhur şirketler bu şekilde idare edilmektedir… Samsung’da geçtiğimiz senelerde böyle bir sorun yaşanmış ve Güney Kore devleti müdahale ederek, yönetimde değişikliğe gidilmesini sağlamıştır. Stratejik kelimesini seçmemize bakılarak, yalnız askerî plânda faaliyet gösteren işletmelerden bahsettiğimiz zannedilmesin; meselâ, saydığımız şirketler bugün dünya ekonomisinde büyük pay sahibi olan şirketlerden olmaları hasebiyle, stratejiktirler.

Bugün Türkiye’nin yaşadığı kurdaki dalgalanma ve piyasadaki para deveranında yaşanan tıkanıklığın giderilmesinin, sermaye odaklarının gözünün yaşına bakılmadan cemiyet yararına bu prensibin işletilmesine bağlı olduğu açıktır, sermaye kimin olursa olsun! 

Cemiyetçilik: Başyücelik Devleti’nin temel prensiblerinden bir diğeri de, cemiyetçiliktir. Fert ile toplum arasında kurulacak muvazenenin merkezinde, bize göre cemiyet yar alır. Ferd fâninin, cemiyet ise ebedînin temsilcisidir ve Türkiye’nin devlet ideali de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dediği gibi “Ebed Müddet”tir.

İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere; “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünyaya, hemen ölecekmiş gibi öbür dünyaya çalışınız!” ölçüsü, cemiyetimizin bütün ruhunu hikmetlendiren parola olmalıdır.
Bu dünya ile öbür dünya, birbirine tamamen zıt iki kutbu temsil ederken, burada mesele muvazeneyi kurmaktır ki; “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenesinin üstün nizâmıdır.”

Büyük Doğu-İbda’nın temel prensiblerinden olan Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik prensibi de, cemiyetin korunmasını gaye edinir.
Sosyal refahın sağlanmasının ruhî olduğu kadar maddî tarafları da vardır. Barınma, giyinme ve beslenme gibi temel ihtiyaçlar karşılandıktan sonra, âletlerin belirlediği ihtiyaçların son haddine kadar geniş bir üretim ve tüketim söz konusudur. İçtimâî refahın sağlanması için cemiyetin bu ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir gelire malik olması gerekir. Aksi hâlde cemiyet, ideal peşinde olamaz, sosyal refahtan da bahsedilemez. Devletin en önemli davalarından biri de ekonomiyi, sosyal refahı sağlayacak maddî şartlara göre tezgâhlamaktır.

Bir diğer taraftan içtimâî refahın sağlanmasının şartlarından biri de gelir dağılımında adaletin sağlanmasıdır. Sermaye ve Mülkiyette Tedbircilik prensibi, bunun için son derece şiddetle uygulanacak ve sermayenin, ferdin cemiyet üzerinde tahakküm kurmasına vesile olmasına katiyen imkân tanınmayacaktır. Ferdin cemiyet hakkına maddî manevî en küçük çaplı bir tasallutu bile en şiddetli müeyyidelere bağlı olmalı ve müeyyidelerin uygulanmasında bir lahza tereddüt edilmemelidir.

Nizamcılık: Kâinatta, gezegenlerde, dünyada, tabiatta ve bir karınca yuvasında bile üstün bir nizam varken, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve milletinin bir nizamı olmamasından bahsedilemez herhâlde... Nizam, bahsettiğimiz tüm prensiblerin, en küçükten en büyük ölçeğe dek, devlet mekanizmasında sistemli, ahenkli bir şekilde sürekli olarak işletilmesidir.
Müdahalecilik: Müdahalecilik prensibi de tıpkı nizamcılık gibi kendi başına bir prensib olmamakla beraber diğer prensiblerin kat’i suretle işletilmesini ve işletilemiyorsa da önünün açılmasını sağlamak üzere benimsenmiş usûldür. Bugün sıkça konuşulan OHAL kanunun yalnız devlet değil de aynı zamanda cemiyet yararına işletilmesi şekilde düşünülebilir. 

Yalanla Gerçeğin Mutlak Zıtlığında Görülen Hakikat

Bu satırları okurken muhakkak fark etmişsinizdir. Bir tarafta prensiblerimizle beraber biz ve diğer tarafta ise ruha katiyen yer bırakmayan, keyfiyetleri iptal eden, şahsiyetleri öğütmek isteyen, ahlâkı tedavülden kaldıran, insanları sanal bir potada eritmek ve tek bir kalıba dökmek suretiyle milliyetsizleştiren, sermaye ve mülkiyette sömürgeci, cemiyet ve nizâm düşmanı tam zıddı bir yapı. Yalanın gerçeğin zıddı olması gibi, yalnız bu tabloya bakarak bile hakikat ne kadar açık ve net bir şekilde karşımıza dikiliyor değil mi?

Türkiye’nin Süratle Alması Gereken Tedbirler

28 Şubat sürecinden beri bir yükselen bir alçalan tempoda da olsa Türkiye bir ihtilâl sürecinin içinde ilerlemektedir. Son 20 senede yaşananlar, 15 Temmuz da dâhil olmak üzere, hiçbir şeye olmasa bile Türkiye’yi değişim fikrinin kendisine hazırlamış bulunmaktadır. Bu ise bugün statükoya mahkûm vaziyette bulunan dünya çapından bakıldığında Türkiye için büyük bir avantaj sağlamaktadır. Bir diğer taraftan, yakamızdan bir türlü düşmeyen krizler, değişim sürecinin devamlılığının meşruiyeti adına Türkiye için bulunmaz bir fırsat şeklinde değerlendirilmelidir. 

Böylesi bir konjonktüre, Türkiye’nin tarihî misyonunu üstlenmek memuriyeti ve bunun için de Büyük Doğu-İbda’nın zaruret olduğunu hesaba katacak olursak, mevcut konjonktürde memleketin bekasını korumak ve Başyücelik Devleti modeline geçişe zemin hazırlamak üzere süratle atması gereken adımlar vardır. 

Bir kere hakikatin yerine yalanın irca edilmeye hazırlandığı bir zamanda, mümkün olan en hızlı şekilde bütün mübhem değerlerin yerine direkt olarak hakiki olan asıllarına irca edilmesi gerekir ki yalanın yalanı karşısında en azından ayakta kalınabilsin. Meselâ parayı ele alalım. Rusya’nın Ukrayna’yı işgalinden sonra para üzerinden başına gelenleri gördükten sonra, bugün Türkiye’nin enflasyon ve kur baskısından kurtulması ve bu dalgalı dönemde ayakta kalabilmesi için Türk lirasını altına endekslemesi artık bir seçenek değil zaruret hâlini almış bulunmaktadır.

Hakiki bir değere endekslenmiş para üzerinden daha evvel Baran Dergisi’nde üzerinde durduğumuz üzere Büyük Doğu Ticaret Birliği modeli geliştirilmeli ve bu çevremize de sirayet ettirilmelidir. 
Yine ayakların yere sağlam basabilmesi adına, senelerdir adına “Derin Devlet”, “Ak Sakallılar” yahut bilmem ne denen etkileyicilerden müteşekkil kadronun artık devlet hiyerarşisi içinde kendisine görünür/hesab verebilir bir yer bulması ve demokrasi saçmalığı bir kenara itilerek devlet siyasetinin devamlılığının alt yapısı tesis edilmelidir. 
Bunlar tabiî acil gördüğümüz hususlar, uzun yolculuğumuzda bunun dışında atılması gereken adımları da zamanla burada müşahhaslaştıracağız. 

***

Statükonun baştan sona iflâs ettiği zamanımızda, herkes kendisine göre yeni bir insan, yeni bir toplum, yeni bir yurt ve yeni bir düzenin kavgasına hazırlanıyor. Bizim yaşanmaya değer hayat sunan bir modelimiz zaten elimizde var. Öyle yahut böyle, 15. İslâm asrında bu modeli hayata geçireceğimize inancımız tam. 

Her zaman ifâde ettiğimiz gibi, biz bu süreci memleketimizden başlayarak, her kesimin mutabakatı ve katkısıyla işletmek taraftarıyız; fakat illâ ki ben bunun karşısında duracağım, intihar etmekte kararlıyım diyenlere de karışamayız. 

Biz, inancımızın kavgasını veriyoruz. Onlar ise çıkarlarının. Biz inanıyoruz, bu sebeble de her iki âlemde de mutlaka kazanacağız!

Aylık Baran 3. Sayı

Mayıs 2022