1 - Beşeri insan kılan ana etken: Ahlâk

Felsefenin gövdesi, birbirini tamamlayan üç parçadan müteşekkildir: ‘Varlık’ ile ‘kavram’ araştırmalarının yapıldığı ‘metafizik’, ‘bilgi’nin kendisinin incelendiği ‘bilgi öğretisi’ ile hak – bâtıl, iyi – kötü, güzel – çirkin zıtlıklarını tesbît ile temyîz etme düşünme çabalarını kendine konu alan ‘ahlâk’. Son zikrolunan, bu niteliğiyle insanın belirlenmesinde en üst mevkii işğâl eder.

2- Âlem

Anlam verici varlık olarak insan, değerlerin inşâacısıdır. Anlamlandırılabilir bütünlüğeyse, ‘âlem’ diyoruz. Âlem dendiğinde, bununla kasdolunan, yalınkat ‘malûmat’ seviyesindeki bilinenler yığını değil, anlamlandırma sûretiyle kurulmuş bir değerler bütünüdür. O hâlde âlem, insanın, anlamlandırma ile değerlendirme işlemlerine koştuğu varlığın tümü tamamıdır. ‘Âlem’i topyekûn ve içten bilen ‘alîm’ olan Allahtır. Fakat, mantıkca, Onun anlamlandırma, değerlendirme, sonuçta bilme gücü ile yetisi hakkında anlamlı belirlemelerde bulunamayacağımızdan, geriye sâdece ‘âlim’ olan insan kalmaktadır. İşte bu âlim olan insan, maddî ile manevî cümle sahalardaki esâslı ve tutarlı bilgilere anlamlandırma ile değerlendirmeler sonucunda erişir. Söz konusu olan daire biçimindeki gidiştir. Bilgi öğretisinin belirlediği ve bilimlerin malı sayılan bilginin kaçınılmaz şartı ahlâk bünyesinde işlenip tayîn olunan anlamlandırma ile değerlendirme zorunlu bir işlemdir. Buna karşılık, anlamlandırma ile değerlendirmede bulunabilmek içinse, bilgiye ihtiyâç vardır. Her iki kesitin birbiriyle bütünleşmesinde, sözünü ettiğimiz daire ortaya çıkar.

3- Ahlâkın Kurucu Unsurları

Bir ‘dirim’ (Y bios) verisi olan ‘beşer’e karşılık, ‘insan’, ‘ahlâk varlığı’ olmasından ötürü, Aristoteles’ten Kant’a değin bütün kalburüstü felsefe-bilim sistemlerinin odağını ahlâk sorunsalı oluşturmuştur.‘Beşer’in genetik–morfolojik –fizyolojik belirlenimleri baştan verilmişken insanın ahlâklılığı önceden belirlenmemiştir. Ahlâklılık, doğada hüküm sürdüğünü düşündüğümüz Gerekirciliğin (Fr Déterminisme) dışında kalan bir olaydır. Gerekirciliği kendisine dayandırdığımız neden – etki bağıntısı, ahlâkta geçmez.

Neden – etki bağıntısını, karşı karşıya kaldığımız olaylar arasında kuruyoruz. Ahlâk ise, karşılaştığımız olayların algısından doğmaz. Doğuştan berâberimizde getirdiğimiz bir fikir de, yânî bilimsel bir anlatımla, genetik imkânlardan değildir.

Beşerin, meydana gelmesinde iki unsurun biraraya gelmesi şarttır: Erkeğin tohumu ile kadının yumurtası. İki unsur, Allahın Rahmet vasfının, insanın dişi tarafı olan kadındaki tecelligâhı rahimde buluşur. Bu buluşup birleşmeden döllenmiş yumurta (zigot) meydana gelir. İşte, erkeğin tohumu (spermatozoon) ile kadının yumurtasının birleşmesinden döllenmiş yumurtanın meydana geldiği safhaya doğum denir. Doğumla birlikte beşerin, birey biçimindeki yaşaması başlar. Bu safhada o belirli bireyin yaşaması, dirim zemininde cereyân eder. Anne rahmindeki, biyolojik terimle söylersek, embriyonal dönemin sonunda bireyimiz dünyaya gelir. Buradan itibâren, salt dirimsel özellikteki ‘yaşama’, ‘hayat’a tedrîcen dönüşür. Dirim esâsında sürüp gelmiş ‘yaşama’dan ‘hayat’ın yaşanmasına geçilir. Birincisi genetik–morfolojik–fizyolojik süreçlerden ibâretken, ikincisinde git gide toplum–kültür etkenleri, dirimsel olanlara eklenir; zamanla birincileri belirler hâle dahî gelirler.

Zaman ile mekân boyutlarında doğrudan doğruya, demekki duyu organlarıyla, yahut dolaylıca, yânî âletle, gösterilip tesbît olunabilen tüm olaylar, maddîdirler. Maddî etkileşimler, algılanıp neden – etki bağıntısı bağlamında bilim tarafından çözümleyici tarzda irdelenip birleştirim yoluyla yeniden oluşturulurlar. Algılama ile akılyürütmenin —logiko–empirik tavrın— yer aldığı bilim işlemleriyle doğanın teori bağlamı ile laboratuvar ortamında yeni baştan inşâa olunduğunu görüyoruz. Doğanın, bu arada onun doğrudan uzantısı sayılan beşer yanıyla insanın topyekûn inşâasını üstlenen, ‘fen’dir (Fr technologie). O, bilimin uslup ve usuluyla çalışan bir çeşit ‘zanaat’tır (Fr technique). İşte, çağdaş İngiliz-Yahudî medeniyetinin biçim verici ve yürütücü kadroları, yânî Farmason Sermâyeci sınıf, fen aracılığıyla dünyayı, doğayı ve nihâyet beşeri değiştirip dönüştürerek, sonuçta da yeniden yapılandırmak sûretiyle topyekûn denetimi ile hâkimiyetini tesîs edip perçinlemenin peşindedir. Bahsi geçen medeniyetin ve onun ana ideolojisinin temel görüşüne göre ‘insan’, ‘beşerlilik’ten ibârettir. Başkaca dendikte, insan yerine beşer diyerek merâmınızı yetesiye ifâde etmiş sayılırsınız. Bu temel görüş, beşerin durmadan depreş/tiril/en fizyolojik ihtiyâçlarının süreklice giderilmesi doğrultusunda dönüp duran bir fâsit daireye şartlanmıştır. Fâsit dairenin bir yakasında ‘üretim’ yer alırken, öbürüsünde de ‘tüketim’ bulunur. Aslında, birincisinin hikmetisebebi ikincisidir. Dairenin tamamınaysa, iktisât diyoruz.

İnsanlar, oldum olası, beşerliliklerini ayakta tutabilmek amacıyla tüketmişlerdir. Bunun için de ya doğada hazır bulduklarını toplamışlar ya da hammaddeleri ihtiyâçları doğrultusunda değiştirip dönüştürerek üretmişlerdir. Ancak, onların bu etkinlikleri, hayatlarının yegâne meşğâlesini teşkîl etmemiştir. Beşerliliğimizi ayakta tutmağa dönük üretim – tüketim denklemi dışında aynı zemînden bitmekle birlikte, bizi insan–olmağa taşıyan bir üçüncü etken daha vardır. Kadın – erkek arasındaki cinsiyet fizyolojisine dayalı gerilim ilişkisi. Felsefenin ana yöntemi dialektiğin de fikir menbaı, kadın – erkek – çocuk üçlüsüdür. Bu, hem beşerin, öteki canlılarla en önemli ortak paydasıdır; hem beşer ile insan arasındaki aykırılık uçurumunu aşdıran köprüdür; hem de salt insanın üç farklı vechesinin varlıkca (Fr ontique bakımdan) ülkü (Fr idéal) bütünlüğüdür. Saydıklarımızdan birincisi, canlılık–hayvanlık seviyesine; ikincisi, nefsîlik merhâlesine; nihâyet üçüncüsü de ruhîlik-manevîlik285 safhasına işâret etmektedir. İlk iki kat, ‘hakîkat’ın ‘gerçeklik’ kesitinde yer alırken, üçüncüsü gerçeklikötesi âleminin sâkinidir. Yine ilki, acıkmak, susamak, yorulmak çeşidinden fizyolojik faaliyetlerden birinin verisidir. Sonuncusu dirim özelliklerinden tümüyle âzâttır. İkinci katta bulunduğunu söylediğimizse, yalınkat dirim ile manevî varlık dairesindekinin arasında geçiş mevkiinde olup ‘nefs’ dediğimiz bir özelliği sergilemektedir.

4- Nefs ile Ruh

Nefs, Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına değin birtakım varolanların ana özelliklerini doğuran güce alem olmuş tabîrdir. Bu cümleden olmak üzre, önem sırasınca, bellibaşlı dört faaliyet çeşidinden bahsedebiliriz: Üremek, beslenmek, büyümek, korunmak. Sözünü ettiğimiz faaliyet gücünü gösteren varolanlara ‘canlı’ dendiğini burada tekrarlıyoruz.

‘Nefs’ ile ‘can’ın Yunancası, psühedir. Psüheli olan empsühostur. Yaşamanın Yunancasıysa, zōēdir. Yaşayan, zōondur. Yaşayanın canı bulunduğu varsayılır. Esâsında ‘yaşayan’ ile ‘canlı’ anlamdaştır; yânî zōon, empsühosdur.

Nefs, iki ayrı kalkış noktasından hareketle farklı tarzda mütâlea olunur. Birincisi, alışılagelinmiş (Fr conventionel) ilahiyâtcı (théologique); ikincisiyse, çağımızın Positivci bakış açılarıdır. İkisinde de nefsin, beden yapısı ve işleyişiyle içten bağlantısı vardır. Nefs, beden bünyesinin her zerresine nufuz etmiş güçtür. İlahiyâtcı görüş uyarınca, ‘insan benimi’nin hükümrân kudreti olan ‘ruh’287, ‘nefs’in üstünde vargörülmektedir. Ruhun görevi, nefsi denetlemek, dizginleyip zapturapt altında tutmaktır. Beden yapısı ve işleyişleriyle sıkı sıkıya irtibâtlı hâlde onları yönlendirip yöneten güc olarak çalışan nefs, evrendeki bütün öteki varolanlar, süreçler ile olaylar gibi, Allahın yaratma fiiline bağlı bulunmasına karşılık, ruh, Onun zâtından neşet etmektedir. Nitekim bu hususları içeren 32. Sûre, Secdenin 7., 8., 9., 10. ile 11. Âyetlerini Abdullah Yusuf Ali şöyle tefsîr etmiştir: “Allahın yaratması kendi başına iyidir... Bunda kötü, hatâlı yahut bozuk unsur asla bulunamaz. İnsanlar söz konusu olduğu bağlamda, yaratılışa kötü yahut bozuk unsurlar karıştıkca, bunları, insan irâdesine bağlamak zorundayız. İşte Allah Tebliğinin esâs gâyesi, bahsi geçen irâdenin terbiyesi ile tedâvisi olup onu evren düzeni ile tasarısına dahî uygun kılmaktır... Beşer olarak mütevâzî aslımızı esâsımızı düşünmeğe sevkolunuyoruz. Enilk (İng primæval) madde makûlesinden bir nebze toprak yahut balçık, beşerin, hayat hâriç, maddî bünyesine vucut vermiştir. Şu durumda madde, ilk merhâledir. Ne var ki o da, kendiliğinden oluşmayıp Allah tarafından yaratılmışdır” (7. Âyet). “Bunun arkasından hayat ve onun üremesi gelir. Hâlâ tamamıyla maddî sahada yaşıyoruz. Bununla birlikte daha yüksek safhada duruyoruz artık: Beşer bedeninin her parçasının hülâsası (Fr&İng quintessence) demek olan tohum yahut döl yoluyla üreme aşamasındayız. Önünde sonunda, idrârın mahrecini paylaşması, dölün itibârını insanın nezdinde düşürmüştür. O, bir canlı hücre yahut hücreler öbeği olup atalarımızın canlılık geçmişini bağrında taşır.288 Üçüncü evrede beşer uygun oranlarda şekillendirildi. Yumurta, döl tarafından ilkâh edilmesi sûretiyle birey hayatı vucut bulur. Meydana gelen birey hayatı zamanla belirli bir biçime sokulur. Uzuvlar şekillenir. Onun hayvanî yahut beşerî hayatı işlemeğe başlar. O hayranlık uyandıran ayak uydurma (Fr&İng adaptation) işlemleri kendilerini göstermeğe koyulurlar. Âyette bahsolunan dördüncü aşamada Allahın Kendi Ruhundan içerisine üfürdüğü beşerin ayrıcalıklı konumudur. İşte bu evreden itibâren beşer, hayvana fâıkdır. Kâmil beşer olarak onda daha üstün istidâtlar tebârüz ederler. Anladığım kadar, beş hayvanî duyu, üçüncü safhada görülür. Dördüncü aşamada beşer, daha yüksek bir oruna oturtulur. Burada artık ondan Allah, üçüncü tekil şahısta, ‘o’ şeklinde bahsetmeyip ona ikinci tekil şahıs, ‘sen’ diye hitâb etmektedir. Şimdi, Allah Tebliğinin, gönül gözüyle görüldüğü iç (OsmT derûnî) hayatı anlayıp sevmeği mümkün kılan yüce duygular, ortaya ancak insanla çıkarlar... (9. Âyet). Kısacık hayatlarının dar ufuklarını kapatmakla kalmayarak, Maddeciler ile Şüpheciler, ayrıca, çağlar boyu, müstakbel hayatın imkânını dahî yobazca inkâr ededurmuşlardır... Ümid ederek ve gelecekteki hayata kavuşmağı bekleyerek Allahın eserine inanmamız, imânımızın özüdür (10. Âyet). Ölüm katîyse, ki, bu, böyledir; hayat tek başına beklentilerimiz ile derin duyuşlarımızın gerektirdiklerini karşılamakta kesinlikle yetersiz kalacaktır. O hâlde, ruhumuzu bedenimizden ayıran etkenin (Ar melek el-mevt) bizi yeni bir dünyaya, yeni bir hayata sevkedeceğine inanmalıyız. Dinin aslı esâsı olan ruhun varlığına inanmıyorsak, istikbâle, geleceğe de güvenmiyoruz demektir. Geleceğe inanılmıyorsa zâten, ruhun manâsı da kalmaz (11. Âyet). ”

Ruhun varlığına inanmak istikbâlın teminâtıdır. Ruhun varolduğuna inanılmadığı, dolayısıyla da geleceğe güven duyulmadığı yerde hayat yoktur. Hayatın bulunmadığı ortamda ahlâktan da bahsolunamaz: “Ölümü Zafer yutmuştur” (Ölüme karşı kazanılmış Zafer katîdir) diyen Ahdicedîtte, ahlâka şaşmaz kıstasın, ‘ölüm’ olduğu hususuna dikkatimiz çekiliyor: “Ey Ölüm! dikenin nerede kaldı? Ey mezâr! hani zaferin? Ölümün dikeni günâhtır. Günâhın gücü kuvvetiyse, kanundur... ...(Hz İsâ:) Sevgili kardeşlerim! sebât ediniz, Rabbın gösterdiği doğru yoldan ilerileyip çalışınız. Allah rızâsı için çalışanların gördükleri işler, Onun indinde asla boşuna değildir.”289

İki konunun zıddını düşünmek bizi saçmalamağa götürür: Bunlardan biri ‘varlığ’a karşı ‘yokluğ’u, ötekisi de yaşamaya zıdd olarak ‘ölüm’ü almamızdır. Gerçi felsefece düşünmenin yöntemi olan dialektik, bizi buna sevkediyor, zorluyor. Ne var ki gerek ‘yokluğ’un —daha doğrusu, ‘hiçliğ’in— gerekse ‘ölüm’ün içerisini mantıkca da deneyce de dolduramayız. Bunlar, içerisiksiz kavramlardır. Birincisi ‘varlığ’ın, ötekisi de ‘yaşama’nın yokumsanmasından elde edilir. Demekki olumsuzdurlar. Varlıkca olumlunun inkârından, ancak içeriksiz biçimsel boş kavram elde edilebilinir. Üstünde konuştuğumuz yahut konuşabildiğimiz her şey nitekim, varlık tarafından taşındığına göre, kesinlikle konuşamadıklarımız, yokluktan sayılacak. Sonuçta, üstünde konuşamadığımızın anlamı bulunmaz. ‘Anlam’ı bulunmayana da ‘değer’ atfedilemez. İnsanın ‘yaşama’sı, ‘anlamlandırma’ ve ‘değer atfı’yla birlikte ‘hayat’a dönüşmektedir.

Anlamlandırmayla birlikte ilk değerlendirilen ‘ben-varlığım’dır. Ona dair ‘fikrim’,‘bendışı-bütün-öteki- varolanlara-ilişkin-fikrim’in öndayanağıdır. ‘Ben–varlığıma–ilişkin-fikrim’e ‘özbilincim’ diyoruz. Bendışı–bütün–öteki–varlonlara ilişkin geliştirdiğim fikirler, onların duyulur gerçeklikleriyle ilgili kaldıkca, ‘bilgilenirim’; ‘kendim’e eğilerek özüme inebildiğim ölçüdeyse, ‘bilinçlenirim’. Kesinkes ‘yokluk’la sonlanacak hayatta ne kendi ‘varoluşum’un ne de ‘bendışı’ olanların ‘varlık dehliz’lerine nufuz etmek zahmeti ile cehdügayretini göstermek lüzumu ve imkânı ortaya çıkar. Bu da ‘ahlâklı kişi’ olmam zorunluluğunu ortadan kaldırır. Ahlâklılık, şartsız buyruğun benimsenmesini icâb ettirir. ‘Şartsız Buyruğ’un tek ‘şart’ı, bu dünyadaki ‘hayat’ın özge bir düzlemde devâm edeceği imânıdır: “Her nefs, ölümü tadacak: (Hayat boyu) kötülükleriniz ile iyilikleriniz üzre sizleri sınarız. Bize dahî döneceksiniz” —Enbiyâ/ 21 (35). “Ruh, ölmez” diye Âyeti yorumlamağa başlayan Abdullah Yusûf Ali, sözlerini şöyle sürdürür: “Fakat bedenin ölümüyle birlikte ondan ayrılınca, ölümün lezzeti tadılır. Başta fazîletimiz ile imânımız itibârıyla sınandığımız dünya hayatımızda bir taraftan iyi şeyler, öte yanda da felâketler karşısındaki hâl ile hareketlerimiz cihetinden deneniriz.” İnsan, üstüne düşen ödevleri yerine getirdiği ölçüde, bahse konu “sınavlar ile denemelerden yüzünün akıyla çıkar” (tefsîr sayısı: 2697).

“...Bu dünyanın zevkusefâsı kısa sürer. Hayırda yaşayanlara Âhıret en iyisidir. Hiçbir vakit zerrece dahî olsa haksızlığa uğramayacaksınız” —Nisâ/4 (77). Yine Abdullah Yusuf Ali tefsîri uyarınca: “Madem insanların hayat süresi bunca kısa, öyleyse çıkarlarımıza hizmet etmeyecek işlerle niye uğraşalım; mücâdelenin ne manâsı mantığı var sanki?!’ diye düşünülebilinir. İşte bu soruların cevabını bu ve bundan sonraki iki Âyette buluyoruz: (1) “Bu hayat, göz açıp kapamacasına ânlık olup zevkusefâ da buna göre kalıcı olmayan”, bir türlü tam manâsıyla tatmin edilemeyen, böylelikle de durmadan dinlenmeden tâzelenmeği bekleyen fâsit daire benzeri bir ihtiyâçtır. “Bundan dolayı da, adîl kişinin yapacağı ilk iş, bahsi geçen tutkudan kendini kurtarmaktır. (2) Ödevini yerine getirmek, işin hakkını vermek demektir. Bundan ötürü dikkatini öncelikle ödeve teksîf et!... (3) Ödev, kendini fedâ etmeği gerektiriyorsa, bil ki, Allah, hiçbir vakit haksız çağırı çıkarıp sana taşıyamayacağın ağırlıkta yükü sırtına vurmaz. (4) Ölümden korkmanın manâsı mantığı yoktur. Zirâ ondan kaçamazsın. Nerede bulunursan bulun, o, seni behemahal yakalar. Öyleyse ödevin, seni ölmeğe çağırıyorsa, onu niye cesâretle ve şereflice karşılamayayasın?” (tefsîr sayısı: 596).

Nitekim: “Nerede bulunursanız bulunun, tahkîm edilmiş yüksek kulelere de sığınsanız, ölüm sizlere yine erişir...” —Nisâ/ 4(78).

“(Ey insan!) iyilikler sana Allahtan, başına gelen kötülüklerse (kendi) nefsindendir...”(Nisâ/79) — Abdullah Yusûf Ali: “...Nihâî nedene baktığımızda, her şeyin Allahtan geldiğini göreceğiz. Buna karşılık, şeylerin en yakın nedenine dikkatimizi çevirdiğimizde, bunların olup bitişindeki hissemiz öylesine küçüktür ki, özümüze yönelik iyiliklerden kendimize başarı payı çıkarmamız haksızlık olur. Bütün iyilikler Allahtandırlar. Öte yanda, şerrin birinci derecedeki nedenine gelince; o da sonuçta, kendi yanlışlarımızın verisidir. Zirâ Allah bize asla ve kat’a haksızlık etmez” (597).

5- Ahlâkın Menbaı: Akıl

(1) Ruhun her kişideki en bâriz temâyüzü, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayırdetme gücü ile yetisi demek olan ‘temyîz’dir. Nihâyet aklı, temyîzin fizik anlamda gösterilemez ‘ikâmetgâh’ı yahut ‘imâl yeri’ şeklinde niteleyebiliriz. Akılla ve onun denetiminde çalışan zihinle algıladıklarımızı değerlendiririz. Nitekim: “İşte, Allah, akıl erdirebilesiniz (Ar ta’akılûne) diye sizlere işâretler (âyetler) beyân buyurmuştur” — Nur/ 24(61).

İşâretlerin kimisini fizik âlemden duyu organlarımızla alıyor ve bunlarla dünya bilgilerimizi, giderek fizik-kimya bilimlerini inşâa ediyoruz. İnşâada yer alanlar, algılar, izlenimler, zihin ile akıl edimleridir. İlk öbekte yanılmalar, ikincidekilerdeyse hatâlar meydana gelebilir. Bu durumda oluşacak olan da, Eflâtun’nun zan diye adlandırdığı, geçersiz yahut yanlış bilgilerdir. Yanlış yahut geçersiz bilgiler, bizi dünya olayları yahut süreçleri hakkında yanıltırlar. Çünkü olaylarla uygunluk hâlinde bulunmazlar.

(2) Dışarı açılan duyu imkânlarımızın yanında, kendi içimizden bilgi edinme istidâmız dahî vardır. Dıştan alınanın tersine, içimizde cereyân edenlere ilişkin bilgilerin temelinde bölük pörçük, tâne tâne unsurlar bulunmaz. İçimizde cereyân edenlere duygu diyoruz. Duygularımızın iletip bildirdiklerinin doğrudan fizik menşei bulunmadığı gibi, kendilerini doğuran gösterilebilinir cinsten fizyolojik faaliyetlerden de bahsolunamaz. Ne var ki, nasıl ‘insan-olma’mız, ilkin ‘beşer-olma’mızı gerektiriyorsa, yânî ‘beşer-olma’, fizik–fizyolojik varoluş esâsını oluşturuyorsa, duygular dahî, duyu verileri ile izlenimleri şart koşarlar. Doğa ile toplum bağlamında dünyayla temâsı olmamış beşerde —böylesi beşer, zâten, yaşayamaz ya— duygular da oluşamaz. Ancak, duyu verileri, izlenimler ile duygular arasında neden – etki bağıntısı anlamında doğrudan doğruya bir râbıta yoktur. Bundan dolayı da ikisinin sağladığı ayrı ayrı sonuçlar, birbirlerinden tamamıyla farklıdırlar. Duyuların tersine, duygular bize aracısız bütünlüklü veri sağlarlar. Bu aracısız bütünlüklü içeriden gelen verilere sezgi diyoruz. Sezgilerin gücü ile cinsine göre duygu menşelerini seziş, esin yahut ilhâm ile vahiy şeklinde sınıflandırıyoruz. Bunlara hulyâyı, ruyâyı, kuruntuyu, düş ile vecdi de ekleyebiliriz.

Seziş, gündelik hayatta sık sık yaşadığımız bir sezgi türüdür. Daha yüksek seviyede bir gâye doğrultusunda cereyân eden duyma–düşünme hâlinde doğuveren ilhâm, felsefe-bilim ve onun yöntemiyle iş gören fen sahalarında icâda, güzel sanatlardaysa yaratıcılığa yol açar. Sürece bağlı oluşan duyu verilerinin tersine, duygu kaynaklı sezgi, süreçliliği aşar. Ancak, felsefe-bilim bağlamında, duyu verileri ile sıkı sıkıya biçimselleştirilmiş düşünme işlemlerine eklemlemek sûretiyle, insan, süreci, zaman dizilerine tercüme ederek, sezginin bir türü olan ilhâmın/esinin ürünü icâdı işleme tâbî tutar. Benzeri bir durumla sanatın sâf örneğini bize sunan şiir ile musîkîde de karşılaşıyoruz. Yalnız, burada söz konusu olan ‘biçimleme’dir; felsefe-bilim ile fende gördüğümüz biçimselleştirme değil. İmdi her ‘biçimleme’, ille ‘biçimselleştirme’ anlamına gelmez.

Her anlamlandırma ile değerlendirme edimimiz, bir biçimleme, başka bir deyişle biçim verme durumuyla karşımızda belirir.

Şu hâlde ‘biçimsizlik’, ‘anlamsızlık’ demektir. ‘Anlamsız-olan’, ‘değer yoksunu’ olduğuna göre, ‘biçimsiz’in değeri yoktur. ‘Anlamlılık’, ‘güzel’e eş koşulur. Bu durumda ‘biçimlilik’, ‘güzel’le örtüşür. Bunun yanında, ‘biçimlilik’, ‘oranlılık’ ve ‘düzgünlük’le çakışır. Yunancada nitekim, ‘düzgünlük’ demek olan kosmos, aynı zamanda ‘dünya’ anlamına dahî gelir. Demekki ‘dünya’, ‘düzgünlük’, dolayısıyla da ‘güzel’lik manâsındadır. Latincede ‘biçim’ anlamına gelen formadan formosus yahut formosa, Yunancada da eumorfos, ‘güzel’ demektir. Buna karşılık, ‘biçimsiz’ yine Latincede informis, Yunancadaysa amorfistir. İşte, insan için, ‘anlam’, ‘güzellik’, ‘biçim’, ‘orantı’, ‘düzgünlük’ ve nihâyet ‘iyilik’ örtüşen kavramlardır. Bu saydığımız kavramların kaynak karşılıklarını, menşe mütekâbillerini dışımızda bulamayız. Tam tersine duygu – düşünce âlemimizden kaynaklanan bu kavramları dışımızdaki dünyaya uygularız. Bunları dışımıza yansıtarak dünyayı düzenleriz, tanzîm ederiz. Öyleyse ‘dünya düzeni’nin ‘asıl’ kaynağı290 ‘duygu âlemi’ndedir. İnsan, şu durumda, manevî kudretiyle bir yandan kendi maneviyâtına öbür tarafta da kendini çevreleyen madde dünyasına biçim vererek düzenler. Madde dünyasına çıkarken biçimselleştirilmiş akılyürütme işlemlerini ifâde eden mantığına başvurur; onun aracılığıyla doğaya, yeryüzü ile evrene açılır. Süreçler hâlinde algıladığı dış olayların akışını aklının mantık düzeni gereği zaman dizileri şeklinde idrâk eder.
(3) Dış etkiler üstüne girişilmiş mantık–deney işlemler bütününe bilim diyoruz. Malzeme kaynağı dışarısı olmakla birlikte, son işlem merkezi içimizdedir. Dışımızda becerebildiğimiz düzenlemeyi dış, içerimizdekiniyse iç düzgünlük (Y kosmos) tarzında niteliyoruz. Dış düzgünlüğü ‘bilim’ yoluyla, içimizdekiniyse ‘ahlâk’la sağlıyoruz. İkisinin arasındaki râbıtayı ise, ahlâk, varlık ile bilgi öğretileri ve mantık çalışmalarıyla ‘felsefe’ kurar.

Hem dış, yânî bilimin hem de iç, demekki ahlâkın hareket ettiricisi ve yürütücüsü ‘İlahî Ruh’un biz insandaki tecelligâhı olan ‘akıl’dır. Onun ‘ruh’a uzanan köklerini bize bildiren ‘din’, onu da farklı zaman ve şartlara göre yorumlayan ‘ilahiyât’dır. Nihâyet, aklın kendinden kalkıp kendi ‘ben’imizdeki tecellîsini ele alarak dışarımızdaki olup bitenlere uygulanışını düzenleyen ‘felsefe’dir. Şu durumda insanın ‘tümel ben’ine291 bakışı ile dışında olup bitenlere, demekki res extensaya yaklaşışı, mantıkca farklı yöntemlerle gerçekleştirilmesi gerekiyor. Ancak, mantıkca farklı yöntemlere başvurmak zorunda olmamız, içimiz ile dışarısı arasında ‘çelik’ten perde germemiz gerektiği zannını asla doğurmamalıdır. Zirâ dışarının, içimizi etkilediği bir vakıayken, içimizin, dışarısını biçimleyip düzenlemesi zorunluluktur. Sonuçta ‘ben’, madem dışarısını biçimleyip düzenliyor, öyleyse dış da, yine ‘ben’imin denetiminde ‘öz’ümü etkileyecektir. Bu durumda ahlâk, ‘ben’imin ‘tertîb’inde olduğu kadar, ‘dış’ın ‘tanzîm’inde de etkendir.

(4) ‘Ruh’un ‘ben’ime düşen hissesine ‘akıl’, onun da ‘ben’imi düzenleyişine, tertîpleyişine ‘ahlâk’ demiştik. O hâlde, ahlâklı olan, aklını kullanan kişidir. Böyle bir kişi de, nihâyet, tertîplidir. Tertîpli olan ise, güvenilir kişidir. Ne var ki akıl, kendini bir ânda toptan göstermez. O, bidâyette kuvvedir. Dışarıdan alınan etkilerin, içimizdeki ‘duyguları uyandırma’ evreleri, ‘tecrübe’leri oluşturur. Her ‘tecrübe evresi’, bir ‘kendimi– ve–dünyayı–değerlendirme–durumu’na işâret eder. Her bir ‘kendimi–ve–dünyayı–değerlendirme–durumu’, ‘ben’i ‘serpilip gelişen–akıl–aşaması’na erdirir. Her ‘ben’in değişik bir ‘akıl–kuvvesi’ ve bunu ‘tekâmül ettirme–gücü’ vardır. Bundan dolayı, herkesin ‘akıl–kuvvesi’ ve bunu ‘tekâmül ettirme–gücü’yle mütenâsib ‘ahlâklı olma–imkânı’ farklıdır. Tabiatı veya tecrübe haznesi —meselâ, yaşı— itibârıyla ‘akıl–kuvvesi’ zayıf yahut düşük olana ‘akılbâliğ değil’ denir. Böyle birinden ahlâklı davranmasını bekleyemeyiz. Bekleyemeyeceğimizden, ahlâk çerçevesinde mütâlea edilmesi gerekene aykırı davranışı onda gördüğümüzde, ona ‘ahlâksızlık’ sanını uygun görmeyiz. Demekki ‘ahlâklılık’, ‘akılbâliğ’ kişiden beklenen davranma çeşidinin ortaya koyulmasıdır. ‘Akılbâliğ kişiden beklenen’ dediğimizde, bunu, bahse konu kişiden başka birinin yahut birilerinin beklediği bellidir.

(5) Örflere, âdetlere, geleneklere, göreneklere, giderek bütün bunların biçimselleştirilmiş– yaptırımlaştırılmış düstûrlar ile kurallar dökümü olan hukuka ve nihâyet kültürün tümüne vucut veren ‘ben’ ile ‘ben–olmayan–kişi’ler arasındaki ilişkilerin düzenleyecisi ‘ahlâk’, böylece, toplum yaşamasının da belirleyicisidir. Ahlâk, buraya dek göregeldiğimiz başka görevleri ile özelliklerinin yanında, ‘ben’in ‘dışa– yansıtıcısı’, ‘dışavurumu’dur. Görüldüğü gibi, ahlâkın aslı ‘ben’dedir. O, ‘aklım’ın öncelikle ‘içim’deki yansısı yahut yankısıdır. Onun, ilkin, içimdeki tatbikatını görüp onu bilâhare dışarıya aktarırım. ‘İçim’de cılız, sönük, güçsüz kalıyorsa, ‘dışarı’ya yansısı daha da zayıflamış olacaktır.

Akıl kuvvesi ile bunun tekâmül gücü yerli yerinde bulunan kimseden beklenen, anlama yetisini göstermesidir. Neyi anlayacak? Ahlâkın feyizlendiği aklın esin kaynağı olan Allahın bize bildirdiklerine kulakları tıkamamağı bilecek. İki bin altı yüz yıl önce yaşamış yurtdaşımız Efesli Herakleitos’un tam da bu konuda söylediği şudur: “Akıl ilkesinin (Y logos) geçerliliği ebedî (Y aiei) olmakla birlikte, insanlar onu işitmeden önce de, bir defa, işittikten sonra da anlayamazlar. Her şey bu ilkeye uygun tarzda olagelmesine rağmen, her birinin bünyesine ve mahiyetine göre düzenleyerek ortaya koyduğum sözlerim ile eserlerimi sınarlarken insanlar tecrübesiz gibidirler. Ancak, öteki insanlar, uyurken başlarından geçenleri unuttukları gibi, uyanıkken de yapıp ettiklerinin yabancısıdırlar” (I). “Tanrının kehâneti (manteion) ne açıklar ne de müphem kılar; o, bir işârettir —başka bir ifâdeyle, ‘âyet’tir (T.D.)—” (XXXIII). İşte, Tanrı kehânetini, yânî tebliğini anlayıp bunu kişinin ‘ben’ine anlatmakla akıl yükümlüdür. “Sağlıklı düşünme (Y sofrosünē: Aklıselîm), en yüce fazîlet (Y aretē) ile bilgeliktir. Böyle olan, doğru davranıp konuşur, şeyleri tabiatlarına uygun algılar” (XXXII), demekki âdildir, adâletlidir.

Sağlıklı düşünme nasıl olur? Birinci şartı nedir? Cevabı Herakleitos’tan dinleyip onun bildirdiklerinin, Kur’ândaki Arâf (7) Sûresinin 100., 101. ve bu hususla ilgili nice başka Âyeti ne kadar da andırdığına bakalım: “İnsanın gözü ile kulağı ne işe yarar, mühürlenmişse gönül!” Aynı parçanın devâmı: “Ruhları körelmişse, insanlara gözleri ile kulakları kötü tanıktırlar” (XVI).292

Âlem, insanın anlam ile değer atfetme edim imkânının tümüdür, demiştik. Anlamlandırma ile değerlendirmelerden varlık oluşur. Kişi, kendini çevreleyen ‘ben-olmayanlar’la birlikte anlamlandırıp değerlendirmek sûretiyle ilkin ‘ben’ini ‘varlıklaştırmağ’a koyulur. ‘Ben’ime beşerliliğimden itibâren verilmiş olan ‘beşer–varoluşum’ üstüne ‘ben–varlığım’ı inşâa ederim. Bu inşâa süresince ‘beşer–varoluşum’u artan miktarda, git gide de ‘derinleşerek tanırım’. Böylelikle gittikce seçikleşen bir ‘ben–bilgisi’ ‘ben’de belirir. ‘Beşer–varoluşum’u tanıdıkca onu koruyup kollama çabasına koyulurum. ‘Derinleşerek tanırım’dan kasıt; ‘ben’ime dışarıdan, demekki yalınkat ‘beşer–varoluş’tan çenber çenber ‘içeri’ye, şu durumda, ‘ben–akl’a nufuz etme cehtügayretinde bulunurum. İlk merhâle ‘beşer–varoluş’tur. Bu düzlemde ‘beşer – insan–arası–geçidi’nde bulunan ‘kişi’, bedenini duyumlayıp onun hazzını yaşar. ‘İnsan-olma’nın ilk basamağında duran kişi, ilkin, içindeki sese kulak kabartır. İçindeki sesin temel ve ilkel buyruğuysa, ‘bedenini acılardan sakın!’dır.

Git gide bedenin ıztırâptan uzak tutulması ile vucut azâlarının dirliğinden başlayıp bunların düzenini ayârlayan nefsin ihtiyâçlarını karşılamağa doğru yükselen bir ödevler basamaklanmasıyla karşı karşıya kalırız. Hayatımızın bu ilk dönemleri, şu durumda, ‘bencil’ ve ‘benmerkezci’dir.

6- Din ile Eğitim “Ehil olmayana ilim öğretmek, ilmi yitirmektir”

İmam-ı (Muhammed İbn İdrîs) el Şafiî (767 – 820) Bedenin hemen ardısıra nefsin kendini duyurmasıyla, yeni bir evre başgösterir. ‘Benmerkezci’ yaşama çenberi tedricen aralanıp ‘topluma–katılma’nın eşiğine varılır. ‘Ben–beşer–varoluşum’a dönük ‘ilkel–ödev– dönemi’nden ‘beni–çevreyenlere–karşı–duyulan–ödev–evresi’ne geçilir. Burada öncekindeki ‘beden–nefs– bütünlüğü’nden doğmuş olanınkinden farklı, başta anne olmak üzre, ‘yakın–çevre-topluluğu’nun aşıladığı ‘yükümlülük – hak’ denklemine dayalı Din, dolayısıyla Tebliğ kaynaklı, asıl, ödev ahlâkı kendini göstermeğe başlar. Bundan böyle yalnızca dirimsel ‘ben–beşer’ doğrultusunda yaşanmaz. Dirim kökenli olmayan ve adına ülkü dediğimiz üstün değerler belirir. Burası, nefsî–ruhî, böylelikle de manevî hayata giriştir. Bu düzlemde ‘ben’in yanında, ‘ben’le birlikte varolan kimseler, hayvanlar, bitkiler, taş ile toprak yolunda varolunma isteği ‘içim’de kendini duyurur.

‘Yükümlülük – hak’ denklemi ‘ben’i sorumluluk anlayışına sevkeder. Bunu her ne denli ‘içim’de duyuyorsam da, ‘içim’e ‘eken’ ‘dışarı’sıdır. ‘Beni–çevreleyen–toplum’un, bahsi geçen duygu kuvvesini uyandırma işlemine ‘eğitim’ denir. Söz konusu duyguyu yönlendirip yöneten ise, akıldır. Onun, ‘ben’i süreklice ‘ben–olmayan–yakınlar’, yânî ‘senler’ doğrultusunda yaşamağa sevkedici seslenişler ile uyarışlarına ‘vicdân’ adını veriyoruz. Madem aklım, Allah Ruhunun ‘ben’ime düşen payıdır, o hâlde aklımın, ‘ben’e seslenişi, ‘ben’i uyarışı şeklinde tarîf ettiğimiz ‘vicdân’, haddizâtında Rabbın dur durak bilmez seslenişinden gayrı bir şey değildir: “... sapmış sapıtmışsam, bu, nefsimin hatâsındandır ve kendi zararıma çalışıyorum demektir; doğru yoldaysam, bu da, Rabbimden aldığım ilhâmla Onun kılavuzluğunda yol aldığım anlamına gelir; muhakkak O, her şeyi işiten ve en yakındır” —Saba/34 (50).

Allahın sesine kulak vermek, Onu işitebilmek berâberimizde getirdiğimiz kâbiliyet olmakla birlikte, demekki kalbin mühürlü olmaması şartıyla, bahse konu kuvvenin, fiile dönüşmesi, eğitim sonucudur. Toplum içine doğmamış beşer, Allahın sedâsına kulak kabartmağı, dolayısıyla akla uymağı, böylelikle de ahlâk duygusunu işletmeği öğrenemez, sonuçta insanlaşamaz. Allahın sesini işitmeği tek tek bireylere, şu hâlde, mensûbu bulundukları toplumlar öğretir. Toplumlara da Allah, elçileri aracılığıyla ilettiği Tebliği doğrultusunda ―ahlâk manâsında— yol yordam gösterir. Allah Tebliğinden fazlaca şaşmamış insanların vucuda getirdiği toplum teşkilâtlanışınaysa, ‘medine’293 denir.

7- Öz Kaynak: Tebliğ

(1) İlahî tebliğler, tarihin belli dönemlerinde yaşayan insanların, genellikle, ortalama anlamagüçlerine

hitâbetmişlerdir. Kişinin bireysel gelişiminde olduğu üzre, insanlığın tarihî tekâmül seyrinde de, uzun sürmüş çocukluk çağıyla karşılaşıyoruz.

Ortaya çıkışı güney yahut orta doğu Afrikaya konumlandırılıp günümüzden aşağı yukarı iki yüz bin yıl öncesine tarihlenen beşer, yahut dirimbilimde/biyolojide anıldığı adla Homo sapiens sapiens, Hz Mûsâ’nın, Tebliğe mazhar kılındığı M.Ö. bin üç yüzlere değin çocukluk ile ilk gençlik dönemini idrâk etmiş olduğu söylenebilir. Demekki günümüzden yaklaşık üç bin beş yüz yıl öncesinden başlayan olgunlaşma devrini idrâk ediyoruz. Bireyinkinde gördüğümüz gibi, insanlığın çocukluk döneminde de tasavvurlara (Fr représentations) dayalı bir düşünme etkinliği bahis konusudur.

Tasavvurlarla, dolayısıyla da biçimselleştirilmemiş mantıkla düşünen insanlar, kan bağını, yânî dirimliliği esâs alan topluluklar hâlinde yaşamışlardır. Aşağı yukarı elli binlere değin yörelerinde topladıkları otlar ve yemişlerle, daha az miktarda da leşcilikle karınlarını doyuran toplulukların fertleri, hayatî tehditler karşısında ortamdan kaptıkları taş yahut sopalarla hayvan öldürür olmuşlardır. Hayvan öldürme işi, git gide yiyecek —et, süt ile bunun türevleri—, giyecek —post ile deri—, yakacak —yağ—, barınak —keçe ile kıl— ve çeşitli âlet, edevât, silâh, ilâç ―pösteki, kemik, ilik, sinir lifleri, kan, sidik...— v.s. temîni amacıyla âdet hâlini almıştır: Avlanma. Bir iş, bir uğraşı sahası olarak yer alıp yaygınlaştıkca, avlanmanın gerektirdiği âlet edevâtta da incelme ile gelişme görülmüştür. Artık ortamda taş, sopa nevinden rastgelinen doğal cisimler, yerlerini, çekiç, gürz, kargı yahut saban cinsinden mamûl maddelere bırakmışlardır. Nil çatalağzından (Fr&İng delta) Almanya ovalarına dek uzanan pek geniş bir sahaya yayılmış kırk bin yıllık geçmişi olduğu tahmin edilen kargı kalıntılarıyla karşılaşılmıştır. Bunların hepsi Homo sapiens sapienstenmi yoksa beşerimsi başka yaratıklardanmı kalmıştır, bunu bilmiyoruz. Avcılık, ille kan bağı bulunan fertleri biraraya getirmeyip değişik kökenli bireyleri de işbirliğine sevkeder olmuştur. Ortak sıkıntılar ile paylaşılan ihtiyâçlar, kan bağını aşan düzlemlerde, topluluklara vucut vermişlerdir. Maddî etkenlere koşut olarak manevî âlemin ifâdesi olan değerler, bireyler arasında râbıta teşkil etmiştir. Bireyleri birbirlerine bağlayan râbıtaların başında, ortak ihtiyâçlar ile paylaşılan sıkıntıların yanında, kadın – erkek cinsiyet geriliminden doğan etken gelir. Tek başına gerilimin giderilmesine yönelik ilişkinin, cinsî münâsebet zemininde bırakılması, beden faaliyetlerini ayârlayan nefsin tatmînidir. Nesillerin üremesi ve toplum–kültür hayatının sürdürülebilmesi, temelde bu ilişkiyle bağlantılıdır. Ama onun ve öteki temel ihtiyâçların giderilmesi doğrultusunda insanın doğuştan mücehhez bulunduğu işleyişler (Fr méchanismes), kısaca içgüdü deyimiyle dile getirilip kalıtımca belirlenmiş hâl ile hareket çeşitleri kişide ya pek cılız ve güdük kalmışlardır ya da hiç ortaya çıkmamışlardır. İşte bu gediği insan, akıl ile zihin bütünlüğünü ifâde eden dimâğının (Alm Gemüt)294 ürünü değerlerle kapatır. Nitekim değerlerin, gerek birey gerekse toplum düzleminde insanın maddî ile manevî bütün etkinliklerine çekidüzen vermek üzre ‘ete kemiğe bürünmüş’ şekilleri, sanatlar, örfler ile âdetlerdir. Sanatlar, örfler ile âdetler, gelenekler ile görenekleri tevlit etmişlerdir. Sanatlardan, örfler ile âdetlerden, gelenekler ile göreneklerden örülmüş doku, ‘kültür’dür.

(2) Beden faaliyetleri ile nefs hâllerini, öncelikle toplum çerçevesinde denetleyen, yönlendirip yöneten örfler ile âdetler, toplumdan topluma, çağdan çağa değişiklik göstermeleri, onların mahallî, mevziî ve izâfî olduklarının delîlidir.295

Birer budun adı olan Bantu ile Navajo (j = h), aslında ‘beşer’ demektir.296 Şu durumda dışarıdan geliyorsanız, o budunun yahut boyun mensubu değilseniz, ‘beşer’den sayılmazsınız. Nitekim, alınan, ‘tebellüğ olunan’ tebliğ de, tarihî ve coğrafî şartlar çerçevesinde yalnızca kendini insandan sayan o belirli boya, oymağa yahut buduna mahsûstur. Anlamagücünün seviyesinden dolayı da tebliğin tamamına yakını tahrîf olmuş, bozulmuş olmalıdır. Tebliğle tebellüğ edilmiş Tanrı buyrukları, topluluğun tasavvurlu (Fr imaginaire) düşünme itiyâdı yüzünden, hayatın, doğa ile dünyanın somut unsurlarına eş koşulmuşlardır. Başka türlü söylersek: Aşkın olan şimdi ve burada bulunana indirilmiştir. Tebliğle bildirilenler, şimdi ve burada bulunan şekillerle donatılıp süslenir. Efsâneler de böyle meydana gelmişlerdir. Demekki Tanrının Kendini ve Bildirdiklerini insan, bir yana bırakarak, beşerî tanrılarını (putlarını) kendi hevesi ile hayâlgücü doğrultusunda imâl edip onlara tapmıştır.

(3) Her kişi, belli bir örf ile âdet, gelenek ile görenek ağının içerisine doğmuş bulunduğundan, o belirli ağın insanı olur. Her belli örf ile âdet, gelenek ile görenek ağı bir kültürdür. Fakat her örf ile âdet, gelenek ile görenek ağının ana hatları az yahut çok belirgin biçimde belirli bir Tebliğ tarafından çizilmiş bulunduğuna göre, kültürler, ya doğrudan doğruya dindirler ya da onun bir kesitidirler. Şu durumda din menşeli olmayan kültür, Yeniçağ dindışı Batı Avrupa medeniyetini fikirce başlatan İnsancılık–Aydınlanmacılık çağına değin tarihte yer almamıştır.

Bütün bu bildirilenlerden ahlâkın, Tebliğden kaynaklandığını görüyoruz. Ancak, Tebliğin kendisinin akılda seçiklik kazanmasına değin ahlâk da, örf ile âdet dediğimiz mevziî ve kısmî geçerliliği bulunan değerler şebekesi hâlinde müphem kalmıştır. Tektanrı fikrini bizlere açıkca bildiren Vahiy tebliğiyle ahlâk varlığı olduğumuz bilinci bizlerde seçikleşmiştir.

8- İlahî Hitâbın İki Çeşidi

(1) Allah hitâbının iki çeşidi var: Onun doğrudan doğruya ‘kişiye özel’ tarzında insanın ‘ben’ine ‘iç’inden seslenişi: ‘Vicdân’; ve Onun tayîn ettiği belirli kişiler olan yalvaçlar/peygamberler aracılığıyla dönem dönem ‘kamu–âleme–hitâbı’. Bu ikinci şık da, Kur’ânın gelişine değin evre evre, kısım kısım olmuştur. Tarihte kimi kişiler, Allahın kamu âleme hitâbının kendi devirlerine eksik ve çarpık nâil olmuş kısmını aşacak akıl–vicdân seviyesine erişmişlerdir. Herakleitos’un, Eflâtun’un, Farabî ile Nietzsche’nin “fevkalbeşer”, “üstüninsan” diye değerlendirdikleri işte bu kişilerdir. Onların, bilgelik, güzel sanat, zanaat, bilim, fen, siyâset ile askerlik gibi, değişik alanlarda çığır açan başarıları bulunabilir. Hiçbir sahada göz kamaştırıcı işler becermemiş de olabilirler. Kişiyi insan, öyleki “üstüninsan” kılan, asıl, onun ‘gönül gözü ile kulağı’nı, Herakleitos’un deyişini tekrarlarsak, Logosa, demekki ‘KelâmAllah’a alabildiğine açık tutmasıdır. Bu hâlin âşîkâr delîliyse, o kişinin ödevine gösterdiği sadâkattır: Ahdevefâ. Bunun da birinci şartı, şirk koşmamak; ikinciyse, kul hakkını yememektir. İkisini bîhakkın gerçekleştirenin özsaygısı ile özgüveni bulunur. Özgüveni ile özsaygısı taşıyan, iyi ve güzel insandır.

(2) Özgüven ile özsaygısı, insanın, dirim–beşer cephesinden tümüyle ayırdedilmesini sağlayan en önemli özelliklerdir. İnsanın, özgüveni ile özsaygısını yitirmesi, Allahla bağının kesilmesi demektir. Dirim–beşer cephesi ve onun yönlendirici yöneticisi olan nefs, özgüven ile özsaygısını sarsmağa ve ikisinin dengesini bozmağa teşnedir. Özgüven ile özsaygısı, nefsin ayartıcılığı ile tehdidine süreklice marûz kalır. İmân, özgüven ile özsaygısının ana pâyândâsıyken, dindışı yaşama, nefsin destekcisidir. Aralarındaki çetin mücâdeleye ‘büyük cihât’ denir. Dindışının arkaladığı dirim–beşer yaşaması, bedene kolay, acısız ve rahat şartlar, kısacası haz sunarak nefsi kandırır. İşte bu hakîkatın tam ifâdesi: “Dünya münkire cennettir...” (Hadîs).

‘Büyük cihât’ta olmak ‘sabretmek’ ile ‘direnmek’ demektir. Sabretme ile direnme, birbirlerini şart koşup tamamlarlar. Sabredip direnebilen ‘mücâhit’tir. Hayatın tekmil nefsânî çekiciliklerine makûl dereceler ile seviyelerde karşı koyup kimliğinin ‘ipliğini pazara çıkarmamış olan’, sonuçta da Büyük cihâttan zaferle çıkana mükâfat, özüne duyacağı güven ile saygıdır. İlahî Hitâbın iki çeşidine mazhar olan kimse, hayatının her safhasında Büyük cihâda hazırdır. Özüne güvenip saygı duyan, kimliğini bilen, yânî özbilinçli dik duran insandır. Böyle olanın, ruh güzelliği dış görünüşüne de yansır. Sözünü ettiğimiz, sâdece orantılılığa dayalı moda dergisine kapak resmi olabilecek içi boş ‘mannequinvârî’ ‘alımlılık’ olmayıp yine ruh duruluğuna sâhip birinin ancak idrâk ve takdîr edebileceği bir güzelliktir. Böylesi güzel bir insan, onunla karşılaşıp da ona bakana, kendini seyre dalana tanrısallığı çağrıştırır. Bu, orantılılığın değil de, iyiliğin çağrıştırdığı manâ dolu sahih güzelliktir. İyiliğin doğurduğu güzellik ise, gelip geçiciliğin panzehridir.

9- Ölüm: Sınavın Sonu; Dirimsiz Hayata Diriliş

(1) Dünyaya vedâ etme ânı gelip çattığında, neler olur? Bu, her sahici, sâlih seyyahın havsalasını durmadan meşğûl eden sorudur. Muazzam keşif, ölüm diyârıyla ilgilidir. Ölüm, dünya bilgisinin kesinlikle sonlandığı ufuk çizgisidir. O kapıyı bize açan tek anahtar, ‘imân’dır. Uzak yol gezgini, seyâhata çıkmadan önce, uzun süre zihince, bedence ve erzakca özenle hazırlanır. İşte dirimli–bedenli yaşama da, ölüm yolculuğuna hazırlık devresidir. Ancak, öteki yolculukların tersine, bu seyâhatin çıkış ânı baskın çoğunlukla bilinmez. Bu da, ‘Rahmet’ ile ‘Adâlet’in şâhikasıdır. Yalnız, adâlet, eşitlikci, eşitleyici değildir. Hazırlanmış olan ile olmayan, ölümü farklı karşılayacaklardır. “Yarın ölecekmişcesine ibâdet...” eden, “hiç ölmeyecekmişcesine...” (Hadîs) çalışandır. İkisi, birbirlerini tamamlayan ödevlerdir. ‘Yapıp ettiklerinin dünyevî karşılığını
beklemeden gördüğün iş, şartsız (catégorique) ödev gereğidir.’

‘Beklenti’ler hep dünyevî konulara kilitlenmişlerdir. Zirâ bilgimiz, dünyevî olaylarla sınırlıdır. Âhirete ilişkin olanaysa ancak ‘umut’ besleriz. Âhiret, çözümlemeye kesinlikle koşulamayacağından, dünyevî karşılığı bulunmayan bir şey, mantıkca karşılık değeri taşımaz. Karşılık değeri taşıyan dünyevî bir olay, yalnızca tasvîr olunup açıklanabilir.
(2) Şart, dilek yahut buyruk ifâde eden her cümle, yalınkat bir dünyevî olay olma niteliğini aşar. Onun, artık ahlâk çerçevesinde mütâlea olunması icâb eder. Bu niteliğiyle ahlâk hükümleri, şart yahut dilek kiplerinde ifâdelerini bulurlar. Yine, bu yönleriyle ahlâk hükümleri, ya doğrudan ya da telmih yoluyla belirli bir ödev durumunu dile getirirler. Basit bir uyarıyı ele alalım: “Fırtına sırasında ağac altına sığınılmamalıdır!” dendiğinde, sakınılması gereken bir eylemden bahsolunuyor. Yapılması yahut yapılmaması gereken bir eylemin buyruk yahut da dilek tarzında bildirilmesi, ödeve ilişkin bir hükümdür. Hattâ, doğrudan doğruya yapılması yahut yapılmaması gereken bir işden değil de, sâdece bir durumun, bir hâlin bizde uyandırdığı duygu hâletinden bahsediyorsak dahî, dile getirdiğimiz yine ahlâka, dolayısıyla da ödeve ilişkin bir hükümdür: “Şu zirveden seyredildiğinde aşağılarda uzanıp giden ormanın yeşilliği ve onun ötesindeki denizin mâvîliği enfes bir uyum içerisinde görünüyor” denildiğinde, bildirilen, ilk elde, bir bedîî (esthétique) ifâde olmakla birlikte, aslında, derin bir saygı dile getirilmiş, böylelikle de ahlâka dair bir şey anlatılmış olunuyor. Şu hâlde, güzellik duygusunun ifâdesi demek olan bedia/estetik, esâsında, ahlâkın bir vechesi olmaktan özge bir değer taşımaz. Estetiğin temel değeri ‘güzellik’ ile ahlâkınkisi olan ‘iyilik’ bir bütünlüğün, bütüncül değerin iki cephesidir. Bu temel değeri sevip saymak ise, insana kutsal bir ödevdir. Ancak, ‘kutsallığ’ın varolmadığı bir ortamda ‘iyilik– güzellik’ten, sonuçta, ‘ahlâk’tan da tutarlıca bahsolunamaz artık.

(3) Din, kutsallığın, ona bağlı olarak da saygının, ve nihâyet, ahlâkın fışkırdığı pınardır. Din duygusundan yoksun kişinin, doğa ile insan karşısında temellenmiş saygısı ile sevgisi olamaz. Çünkü onun, duygulanmaları ile düşünmeleri, aslî pınardan beslenmiyorlar. Böyle birinin duyuları vardır; o, duyar; ama duygulanamaz. Duyarak ‘beşerî varoluşum’un farkına varırız; buna karşılık, ‘beşerî–varoluşumun–farkına–varmanın sırrı’na inemeyiz. ‘Beşerî–varoluşumun–farkına–varan–varolma–safhası’, ‘ben’i teşkîl eder. ‘Beşerî–varoluşumun– farkına–varmanın–sırrına–uzanabilme aşaması’, ‘ben’i ‘ben–aşkın–ben’ durumuna taşır. O, ‘ben’imin sâhibi, efendisi ‘ben’in aşamasıdır. ‘Dirim–beşer–beni’nin ‘ben–farkındalığı’, ‘ben–bilinci’ni, başka bir anlatışla, ‘benliğ’i oluşturur. Oysa, ‘dirim–beşer–insan–beni’nin ‘ben–bilinci’, yeni bir âlemin kapısını açar: ‘Özbilinç’, diğer bir ifâdeyle, ‘benimlik’. Burada artık ‘Ruhun beni’, alt basamaklarda duran ‘nefsin beni’nin efendisi olduğundan, birincisi, ikinciyi yönlendirip yönetir.

10- ‘Ben’ – ‘Benim’ Ayırımı

‘Ben’in, kendi ‘dirim–beşer–varoluş’unun üstüne katlanarak onu anlamlandırması sonucunda oluşan

‘benimlik’ bir ‘varolma–durumu’dur. Onun altında yer alan ‘benlik’ de şu hâlde, ‘beden–nefs–kendim’in ‘kendisinin–farkına varmışlığı’dır. ‘Beden–nefs–kendimin–kendisine–varmışlığı’, bilinçlenme basamaklanmasına eşiktir. ‘Önbilinç’tir. Asıl açık bilinç, ‘ben’den ‘benim’e geçişle ve nihâyet, ‘benim’in inşâasıyla belirir. İnşâa, ömür boyu sürdüğünden, bilinçlenme git gide keskinleşir. ‘Ben’, ‘ben’ini tanıdığı ölçüde, ‘benim’leşir. ‘Benim’leşildiği oranda da, ‘bilinç’ten ‘özbilinc’e geçilir. Aslında, ‘benim’in ‘inşâa’sı ile ‘özbilinçlenme’, iç içe yürüyen süreçlerdir.

Dış şartların basıncı ile ‘beden–nefs’ ikiliğinin, karşılık, yânî mükâfât beklemek doğrultusundaki ayartıcı etkilerine, akıl–vicdân cephesinin “yapmalıyım!” ‘özden–buyruğ’u yoluyla karşı çıkışı sonucunda, ‘ben– insanımsı’dan ‘benim–kâmil–insan’a geçiş gerçekleşir.

‘Akıl–vicdân–içten–içliliğ’i, kendini, sonuçta ‘benim’i inşâa ederek duyurur. ‘Benimlik’, ‘benliğ’in tersine, hiç, olmuş bitmişlik merhâlesine ulaşıp orada kaskatı kesilmez. Süreklice kemâle erme iştiyâkı ve irâdesiyle tekâmül hâlindedir. Tekâmül etmek de kudretlenmek demektir. ‘Kendi’ni ‘bilen’ ‘ben’ ‘bilinçli’dir. ‘Kendini–bilen–ben’, ‘kendi–dışında–kalanlar’ı da ‘tanıyabilir’: ‘Bilgili’dir. ‘Kendi–benini–bilmek’le ise, ‘benim’lik ortaya çıkar. ‘Özbilinçli–benim’, ‘bilinc’in de, ona imkân hazırlayan ‘bilgi’nin de mâlikidir. O, kudretli olandır.

11- Ahlâkın Temeli: Ödev; Ödevin Hülâsası: “Yapmalayım!” Özden–Buyruğu

‘Benim–kişisi’, ‘dirim–beşer–ben–varolanlığı’nı aşarak “yapmalıyım!” ödev düstûrunda —‘özden- buyruğ’unda— kendini ‘ahlâk–varlığı’ olarak bulur. ‘Ahlâk–varlığı–benim–kişisi’, öyle olmanın özsaygısı ve özgüveniyle perçinlenmiş ve çelikleşmiş kimliğin mâlikidir. “Yapmalıyım!” düstûru, hudutları açık seçikce çizilmiş bir anlam bağlamına sâhiptir. Bu anlam bağlamı dışında kalan ne varsa, ‘“yapmamalıyım!”– diyârı’ndandır. ‘“Yapmamalıyım!”– diyârı’, ‘yabaneller’dir. Öyleyse “yapmalıyım!” düstûru uyarınca duyan, düşünüp eyleyen ‘öz’ünü bilerek, ‘o’nun hakkını tanıyarak yaşayan ‘ben’, ‘benim’in ‘yurd’undadır. ‘Öz’ünü bilerek, onun hakkını tanıyarak yaşayamayan yurdunda bulunmayıp yabanellerde ömür tüketen ‘dirim–beşer– nefs–ben–varolaolanı’dır. Yabanellerde ömür tüketen, ‘öz’üne ‘yabancılaşmış’ ‘nefsî–ben–beşer’dir.

Teoman Duralı, Sorun Nedir?, syf:192

Devamı için TIKLAYINIZ