“İçime içime bir yağmur yağıyor. O kadar güzel bir yağmur ki, saatlerdir onu seyretmekten kendimi alamıyorum. Sonbaharın ilk günleri, yaz bir yıldız gibi kayıp giderken yerini bıraktığı soluk yüzlü bu havaların kendine has bir güzelliği var.”

Artık aklına ne gelirse büyük küçük, ehemmiyetli ehemmiyetsiz, her şeyi yazıyordu. Bu onda bir fetiş hâline gelmişti. Bir sığınak, dipsiz bir kuyuda zayıf bir ışıkla bir şeyler arıyordu sanki.

“Bu gün yağmur yağdı. Uzun süre sonra bir sokak satıcısı gördüm. Pamuk helva satıyordu. Evde bir karınca var, acaba diğerleri nerede. Dün Rıza  ve Tuğrul beni Belgrad’a koşuya götürdüler, ciğerlerim ağzımdan çıkıyordu neredeyse.”

Bu bir sıra bile takib etmeyen hadiselerin o defterlere kaydedilişi onu dünyaya, etrafına karşı biraz daha kapanık hâle getirmişti. Artık daha seyrek dışarı çıkıyordu. Öyle ki üst üste iki gün evden hiç dışarı çıkmadı. Evde yiyecek bir şey kalmamıştı, açlıktan midesi kıvranır hâle geldiğinde bile dışarı çıkmak mevzuunda müthiş bir kayıtsızlıkla gidip pencere kenarına oturmuş ve sokaktan geçen insanları seyretmeye koyulmuştu. Bu derin boşluk, onu bir girdab gibi kendine çekiyordu. Bir cam fanus içine hapsolmuş veya kendini hapsetmiş, dünyayı seyretmeye mahkûm olmuş gibi hissediyordu. Ona hayatta cazibeli gelen bir şey kalmamıştı. İnsanların yaşamak için gösterdikleri çaba, ona mânâsız gelmeye başlamıştı. Ama bunun dönüp geldiği baba eviyle, Sofularla bir alâkası yoktu. Okulu bitirdikten sonra dünyayı gezmek için birçok ülkeyi dolaşmaya çıkmıştı. Bu his, bu düşünce onu ilk defa Japonya’da Fuji Dağı’na çıkmadan evvel konakladığı Tokyo’daki bir otelde yakalamıştı. İnsanları otel penceresinden seyrederken onların bu müthiş koşuşturmacası ona korkunç gelmişti. Ne yapıyorlar, nereye gidiyorlar ve ne için yaşıyorlardı. Onları böyle yüksek bir noktadan seyrederken kendilerini hayat dedikleri şeyin içine hapsetmiş deliler olarak görmüştü. Müthiş sebatkâr insanlardı Japonlar. Yaşamak için göstermeleri gereken çabanın ne için olduğunu bir ân olsun duraksamadan, ne için yaşadıklarının idrakinde olmadan geçirdiklerini düşündüğünde bir korkuya tutulmuştu. Ve oradan sonra gittiği her yerde bu his onu bir ân olsun yalnız bırakmadı. Nereye giderse gitsin, insanlar ne kadar değişirse değişsin onun gördükleri değişmiyordu. Bunun tek istisnası olarak köylerde ve kırlarda sakin bir hayat süren insanların hâlâ hayata dair bir şeyler koruduklarını görmüştü. Şehirler Moğol istilasına uğramış gibi, modern zamanın ne olduğu belirsiz anlayışı tarafından işgal edilmişti. “Bir daha asla memleketime dönmem.” diye düşünüyor ve bunu her seferinde söylüyordu; fakat dünyayı dolaştıkça görmüştü ki, karşısında bitik bir dünya vardı.

 Nihayet bir gün, evde oturmaktan sıkıldığı için değil; fakat hiçbir şey yapmamaktan dolayı infilak etmek üzereyken kendini dışarı attı.

Geç bir saatti. İnsanlar sokaklardan ve caddelerden el ayak çekmeye başlamışlardı. Günlerden ne idi ve nereye gittiğini bilmiyordu. Rahat bir nefes almak istemişti sadece. En ıssız sokakları seçerek Zeyrek’e indi. Yürümek ona iyi gelmişti. Burada yeniden yapılan düzenlemelerle bir ziyaretgâh olduğunu gördü. Çocukluğunda da buralara gelirdi, ama hiç böyle bir yerin farkında olmamıştı. Bu saatte birkaç insan hâlâ orada olsa da, etraf tenhaydı. Karşısında uzanıp giden Altın Boynuz’un girişine doğru baktı. “Ne efsane bir şehir.” diye düşündü. “İnsanlar bunun kıymetini biliyorlar mı acaba?”, diye geçirdi içinden, kendisi biliyor muydu?

Dün gece güzel bir yürüyüş yaptım. Bunu her zaman yapmalıyım galiba. Kendime gelir gibi oldum. Evde olmaktan ne kadar memnun olsam da insanlardan arınmış bir şekilde bu şehri görmek farklı bir hisse sebeb oluyor. Sanki sokaklar günahlardan arınmış kadar huzurlu, caddeler zamanın korkunç  kahkahalarından temizlenmiş kadar güzel duruyor.”

Fakat Birey erken davranmıştı bunları yazmakla. Zira o geceden sonra belli bir mühlet daha eve kapandı. Zira bir sığınaktan ziyade, bir fanustu burası onun için. Kimseler görmeden herkesi görmenin bir yolu. Fakat mesele şuydu ki, herkesi göremiyordu. Şehrin güzelliklerini görmek mevzuundaki “vakit” fikri için de erken davranmıştı. Uyuyamadığı bir gecenin ileri bir vaktinde, gece sabaha kavuşmak üzereyken dışarı çıktı. Karnı fena halde açtı. Günlerdir doğru düzgün bir şey yemiyordu. Yediği gıdalar da onu besleyecek türden değil, sadece karnını dolduracak cinsten şeylerdi.

“Sabah… Sabahın kendine has bir sesi var. Sükûnetin sesi bu, hayır sükûnetin çığlığı. Duymak isterseniz duyabileceğiniz ve sizi tuhaf bir şekilde mutlu eden bir şey bu. Babam vazifeli olmasa da erken kalkardı. Bana ve anneme karışmazdı; ama kendisi hep erken kalkardı. Bir gün kendisine tatlı sert çıkışan, sabahın köründe ne yaptığını soran anneme ‘Rızık sabahladır.’ demişti. Şimdi anlıyorum ki, o rızık karınları dolduran rızık değil, düşünceleri, belki ruhları doyuran rızık…”

İşte o sabah her şeyi değiştirdi. Birey artık her gün düzenli olarak dışarı çıkmaya ve insanların arasına karışmaya başladı. Hatta hiç yapacağını zannetmediği bir şey yaptı ve kirasını her ay düzenli olarak bankadan aldığı kiracılarıyla tanıştı, sohbet etti. Kendini etrafa “Abdullah” diye tanıtıyordu. İşte insanların bu memlekette yadırgamayacakları bir isim. Buna o kadar alışmıştı ki, bir gün havale yapmak üzere gittiği bankada adını soran memura “Abdullah” deyiverdi. Fakat sonrasında uzattığı kimlikle söylediği tutmayınca, “Abdullah göbek adım.”, diyerek izah etmek zorunda kaldı. Fakat memur bunu da garib karşıladı, anlamaya çalışarak kaşlarını çattı kendi kendine söylenir gibi:

“Adı Birey olan birinin göbek adı Abdullah, ilginç.” dedi.

Aylar önce şahid olduğu bir konuşma aklından hiç çıkmıyordu. Fatih Camii’ni gidip görmek istiyordu. O adamın dediği gibi, buranın manevî havasından ne kadar uzak bir durumda olduğunu kendi görmek istiyordu. Fakat Birey ne anlardı manevî havadan, atmosferden? Zaten onun öğrenmek istediği tam da buydu. Bir ikindi vakti bunu öğrenmek için hiç yolunun düşmediği camiye gitti. Arkadaşlarıyla Pertevniyal Lisesi’nden kaçıp Balat taraflarına gezmeye gittikleri zamanlarda Fatih Camii’nin avlusundan geçerlerdi. O zamanlar da hareketliydi burası. Ağır başlı bir kalabalığı vardı o zamanlar. Şimdi de aynı derece hareketlilik vardı caminin avlusunda, fakat aynen adamın dediği gibi, o ağırbaşlılıktan çok uzaklaşmıştı. Çocukların oyun bahçesi gibiydi daha çok. “Ne zararı var? Bir yerin çocuk sesleri ile dolması kadar güzel bir şey olamaz.”, diye düşündü. Fakat oradaki banklardan birine oturup etrafı seyretmeye başladığında insanların burayı bir nevi herhangi bir şehir meydanı gibi kullandıklarını gördü. İçine doğan bir fikir ile bunun gerçekten yakışık almayan bir durum olduğunu sezdi.

Caminin arka tarafındaki şadırvanın olduğu kısma girdi. Niyeti caminin içini de görmekti. Oraya girdiğinde burada bulmayı umduğu bir şeyi aradı etrafına bakarak. Birden, aklına böyle yerlere abdestsiz girilemeyeceği geldi. Tam o esnada camiden çıkan, genç; ama aralarında yaş farkı olan iki erkek ayakkabılarını giyiyorlardı. Büyük olan diğerine:

“Düşünsene; zamanın en kudretli sultanısın, yine zamanın en meşhur mimarına, şanına yakışır, eşsiz bir eser inşa ettiriyorsun, herkesin hürmet gösterdiği, inşa edilişindeki maksada uygun şekilde hak ettiği saygıyı gösterdiği bir yer burası ve asırlar sonra beş para etmez ayakların sahibleri onun üzerinde geziniyor ve kıymet bilmeyen bön bakışların zulmüne katlanmak zorunda kalıyor bu muhteşem eser.”

Genç olan ayaklarına bakmış ve gülmüştü. Birey şahid olduğu bu konuşmadan sonra içeri girmekten vazgeçti.  Bir daha böyle bir mekâna girerken asla aklından çıkmayacağını düşündüğü bu sözleri günlüğüne de yazdı ve hemen peşine ekledi:

“Ya şairler ne yapsın? En kıskanç sevgililerden daha kıskanç ve sakınarak dizdikleri mısraları, boş ve kokuşmuş ağızların, basit fikirli insanların sığ sözlerinin mezesi oluyor. Ne tezat! Onlara verilmiş ilâhî mükâfatın laneti gibi!”

Birey etrafındaki insanların sadece konuşmalarına değil, artık her şeylerine dikkat etmeye başlamıştı. Ve onları da günlüğüne almaya başladı. Şimdi günlüğü sadece kendinden ibaret değildi. Fatih Camii’nde bulamadığı şeyi başka bir yerde buldu. Havaların soğumaya başlamasıyla uzun zaman önce her daim yaptığı ve dünyanın başka bir yerinde yapmak için çok hususi şartların gerektiği bir âdeti yerine getirmek için Vefa’ya gitmişti. Niyeti sadece bir boza içmekti. Ne güzel adetleri vardı memleketinin. Geçmişte akşamları sokak sokak dolaşan satıcıları hatırladı. Hava ne kadar soğuksa o kadar gür sesle bağırırdı sanki bozacılar: “Bir daha bulamazsınız ha! İçemezseniz hasta olursunuz ha!” der gibi, “Booozaaa!” diye bağırırlardı. Kapıların önüne çıkan pijamalı çocuklar, koca koca adamlar ellerinde küçük bir tencere ile hemen boza alıp içeri kaçarlardı.

Bozasını içtikten sonra gözünde eski hatıralar canlandı. Tuğrul ve Rıza ile bu sokakları en büyük divaneler kendileriymiş gibi dolaştıkları zamanlar süzülen bir kuş gibi geçti gözlerinin önünden. Ve bir de “o” vardı. Tuğrul ve Rıza’yı atlatıp onunla Vefa’ya gelir, ileride okumayı hayal ettikleri İstanbul Üniversitesi’nin etrafında dolaşır, üniversiteli gençlere imrenirlerdi. Neredeydi şimdi? Kendisini hatırlıyor muydu acaba? Bu hayallerle bir sarhoş gibi sokakları dolaşırken kendini Kirazlı Mescid yolunda buldu. Yanından bir kız geçti. Ona benzetti. Arkasından baktı bir süre. Kız uzaklaşıp giderken Birey’in içinden solmuş bir yaprak kayıp düşüyordu. Toprağından hiç ayrılmamış olmayı diledi o ân. Neler kaybetmişti acaba gitmekle. Dünyayı dolaşmış, ama ona sığmamıştı. Şimdi şu Sofularda evin birkaç odası ona yetiyordu. Aşağı doğru yürüdü. Ellerinde fotoğraf makineleriyle insanlar çoğalmaya başlayınca turistlerin arasında kaldığını anladı. Onlardan uzaklaşmak isterken iradesi dışında kendini caminin avlusunda buldu. Birdenbire cami ve kendisi... Başka hiç kimse yokmuş gibi bir hisle dağ gibi yükselen bu şahesere uzun uzun baktı. Kulağını tırmalayan insan sesleri çoğalınca kendine geldi ve mahzun bir şekilde orada yalnız olmadığını anladı. Camiinin etrafında bir tur attı ve gidip uzak bir köşede bir çınar ağacının altına oturup hem insanları hem de hafızasından bir daha çıkmasını istemiyormuş gibi camiyi seyretmeye başladı. İlk aklına gelen, ihtişam kelimesinin surete bürünmüş, vücuda gelmiş hâli, oldu. Bu, kelimelerle anlatmak yerine hislerle anlaşılabilecek bir eserdi. Ve muhakkak mimarı da bunu inşa ederken bunu düşünmüş olmalıydı. Öyle ya, insanlar buraya ibadet etmeye geldiklerinde onlardaki yüce duyguları uyandırmak gerekirdi. Hiç hissetmeden ibadet olabilir mi?

Birey orada uzun bir mühlet oturdu. İşte o adamın bahsettiği şey bu olmalıydı. Burası Fatih Camii’ne göre daha sakindi. İnsanlar gerçekten buranın ruhuna uygun hareket ediyor gibiydiler. Kalktı ve şadırvanlara doğru yürüdü. İçeriyi de merak etmişti. Orada artık her hareketi ağırlaşmaya başlamış bir ihtiyarın abdest aldığını gördü. Ona bakarak abdest aldı. İhtiyar abdesti bittikten sonra camiye yönelmek yerine kıble istikametindeki kabirlere doğru yöneldi ve o esnada cebinden küçük bir paket düşürdü. Birey hemen atıldı ve paketi yerden alarak “Beyefendi!” diye seslendi. Fakat ihtiyar bakmadı. Birey bu defa “Amca!” diye seslendi. İhtiyar adam yüzünde bir tebessümle döndü.

“Buyur evladım.” dedi

“Bunu düşürdünüz.” diyerek paketi ihtiyara uzattı.

“Ah, sağ ol evladım.” Sonra bir yerlerden tanımak ister gibi başını arkaya atarak Birey’e baktı. “Adın nedir, senin evladım?”

Birey o kadar alışmıştı ki, Abdullah diyecek ses boğazında takılı kaldı. “Birey.” dedi.

İhtiyar manidarca başını salladı.

“Bana ismin Abdullah’mış gibi gelmişti.”

Birey beklemediği bu cevap karşısında hayretle ihtiyarın yüzüne baktı. Sanki onu bir daha unutmak istemiyormuşçasına baktı. İstanbul’un hemen her yerinde Allah’ın insanları onları beslemeye memur kıldığı, keyiflerince her dalı ve çatıyı, her bahçeyi ve meydanı dolaşan güvercinlerden bir alayı hemen yanı başlarına ard arda konuverdiler. Birey hemen başının üstünden geçen bu kuşları hayran bir şekilde seyretti kısa bir ân. Tekrar ihtiyara döndüğünde karşısında kimse yoktu. Adam o kadar ağır hareket ediyordu ki, o kadar kısa bir sürede gözden kaybolacak kadar yürüyemezdi. Kabirlerin olduğu tarafa doğru gitti, içeri girdi, ama ihtiyara benzer kimse yoktu. Tekrar avluya döndüğünde etrafa uzun bir süre bakındı, yine de ihtiyarı göremedi.  

“Bu gün Süleymaniye Camisi’nin bahçesinde tuhaf bir hadise geldi başıma. Tuhaf bir ân, tuhaf bir ihtiyar… Nasıl yazacağımı bile bilmiyorum.”

“Bir aydır ihtiyarı belki görürüm ümidiyle Süleymaniye’ye gidiyorum. Günün farklı saatlerinde gidiyorum, ama yine de ihtiyardan hiçbir iz yok. Hoş tekrar karşılaşsak ona ne soracağımı da bilmiyorum. Benim için en iyi yanı ise kimsenin bana karışmadan insanları uzaktan takib edebilmem.”

Birey orası onun işyeriymiş gibi, her gün olmasa da Süleymaniye’ye gitmeye devam etti. İhtiyarı bir daha göremedi. Ama artık o da başka bir şeyin peşindeydi. Ne ara kendisinin içine doğduğu dünyadan bu kadar uzaklaşmış ve ona yabancılaşmıştı? İnsanları izlerken onlar hakkında bazı hükümlerde bulunuyordu.

“Ne için yaşıyor bu insanlar, ne için yaşıyoruz? Acaba insanlar hayatları hakkında durup düşünüyorlar mı? Nereden gelip nereye gidiyorlar? Bazen insanların gözleri önünde bütün insanları ilgilendiren bir hakikat çiğneniyor, ama kimse dönüp bakmıyor. Geçen gün Yazma Eserler Kütüphanesi’nin önünde bir dilenciyi iki genç hem ittiler hem aşağıladılar, ben de dâhil onlarca kişi buna şahid olduk, ama kimse sesini çıkartmadı. Aynı gün akşam saatlerinde oradaki lokantalardan birinin çalışanı bir kediyi tekmelemeye kalktı, emeline ulaşamasa da orada oturan iki kadın ortalığı ayağa kaldırdılar. Oysa çocuk belki vurur gibi yapacak ama vurmayacaktı. O kadınlara, o kediye acıdığınız kadar bir insana da acıdınız mı, demek istedim, ama bunu kendim de yapmadığımı hatırlayınca susmayı yeğledim. Doğru olan da bu: Kendi yapmadığını başkalarından da isteyemezsin. İnsanlar hakkında gerçekleri bilip de yüzlerine söyleyememek ne kadar acı.”

Birey daha seyrek de olsa oraya bir ziyaretgâhmış gibi, gitmeye devam etti. Artık ihtiyar işin bahanesiydi, fakat güvercinler hep oradaydı ve kendine aitmiş gibi her hallerini takib ettiği insanlar…

Aylık Dergisi 182. Sayı