"Sessizliğe terk edilmiş sabahların adamı olmuştum. Her günü birbirinin aynı bir hayatın mahpusuydum. Beni ziyadesiyle rahatsız eden şey, günlerimin birbirinin aynısı olması değildi, günlerimi kıymetlendirecek bir şey olmamasıydı."

Birey, Sofular’da baba evinde kalmaya karar verdikten sonra, neredeyse Fatih’ten; hatta Sofular’dan hiç dışarı çıkmadan yaşamaya başlamıştı. Bazı günler evinden bile çıkmıyordu. Burada kalmaya karar verdiğinde belli bir planı yoktu. Öğretim görevlisi olarak üniversitelerden birine başvurmak aklının bir köşesindeydi; fakat hayata karşı o kadar soğumuştu ki, buna henüz cesaret edemiyordu. Kendine bir meşgale ve sığınak olarak günlük tutmaya başlamıştı. Aleladeden kendince mühim gördüğü şeylere kadar her şeyi günlüğüne yazmaya başlamıştı. Bazen ülkenin siyasî hadiselerini de yazıyordu; fakat bunlar çok kısmî kalıyordu. Bu ülkede siyasetin nasıl bir şey olduğunu anlamakta zorluk çekiyordu. Ona göre bu ülkede siyaset yapabilmek için sağlam bir mide ile kızarmayan bir yüze sahib olmak gerekiyordu. Birbirine zıt iki cenahın yaptıkları ve söyledikleri arasında pek bir fark göremiyordu. Onun için bunlarla ilgilenmek kendisini sıkan bir şeydi.

“Sabah pencereden dışarı bakıyordum, sokakta çocuklar oynuyordu. Uzun süredir sokakta  oynayan çocuk görmemiştim. Serin bir rüzgâr esiyordu, hava güneşli olmasa çocuklar muhakkak üşürdü; ama oyun oynarken hiçbir şey çocukların umurunda olmaz. Çocuklar saklambaç oynuyorlardı. Ebe, saymayı bitirdikten sonra etrafına epey bir bakındı ama arkadaşlarını göremedi. Arabaların altına eğildi, bahçelerden içeri başını uzattı. Orada olamayacaklarını bildiği hâlde yukarı bakarken beni gördü. Dönüp başka bir tarafa gidecekken, “Abi, sen görmüşsündür. Nereye saklandılar?” dedi. “Kim?”, diye cevab verdim ona, çocukları gammazlamak istememiştim. Elbette nerede olduklarını görebiliyordum. Eğer söyleseydim, bu oyunbozanlık olurdu; oyunbozanlar hiçbir zaman sevilmezler. İşin zevki de kaçardı aynı zamanda. Arkadaşları ona gerçekten oyun oynamak isteselerdi bizim zamanımızdaki gibi yapabilirlerdi. Babamın ilk İstanbul dışındaki görev yeri Manisa olmuştu. Lojmanlarda kalıyorduk, duvarlarla çevrili büyük bir alan vardı. Oyun oynamak  için idealdi. Bazen çocuklar, ebe sevmedikleri biriyse ona arkasını duvara dönüp saymasını istediklerinde asla bulamayacağı bir yere saklanırlardı. Ebe ne kadar ararsa arasın bulamazdı. Zira lojmanların bahçesinden çıkar, bir yerde gazoz içmeye veya gezmeye giderlerdi. Ebe işi anladığında epey bir yorulmuş olurdu ve sinirinden kudurmaya başlardı. Bunu bir defa bana da yaptılar. Daha sonra beraber gitmek üzere anlaştığımız sahile bensiz gitmişlerdi. Onlarla bir daha oynamadım. Çocuk, genç veya yaşlı insanlar sizi bir yafta ile görmeye başladıklarında bundan kurtulmanız zordur, ben kimsenin alay nesnesi olmamaya o zaman karar vermiştim. Hiçbirinin yanıma gelip gönlümü almaya çalışması da onlar için kâr etmedi. İleride bunun faydasını da gördüm. İnsanları hiçbir zaman kendime çok yaklaştırmadım, uzaklaştıklarında da yokluklarını hissetmeyecek ve acısını çekmeyecektim.”

Birey birkaç gün etrafındaki hayatın kokusunu duyabilmek, hayatın akıp giden heyecanını hissedebilmek için alışverişin canlı olduğu yerlerde gezip dolaştı. Oturabileceği, bir şeyler yiyip içebileceği mekânlar bulmak istedi. Atpazarı civarındaki çay salonları ve kafeleri tecrübe etti. Bunlar Avrupa’da gördüğü yerlerin iptidaî ve şekilde kalmış örnekleriydi. Buraları biraz daha temiz mekânlar oldukları için tercih  etmişti. Fakat bu yerlerden birinde otururken kendini birden bire çok rahatsız hissetti. Buraya ait olamayacak kadar yabancıydı. Ortaköy taraflarına gitti bir gün; klişesi yerlerde sürünen mekânlardan ibaretti. Bir gün Asmalı Mescid’de ortaklarından biri Alman olan bir mekâna gitti. Burası Avrupa’da gördüğü yerlerden bile daha iyiydi. Fakat arada bir fark vardı; Sen Nehri kıyısındaki kafelere gerçekten entelektüel ve bir mevzunun meraklısı insanlar gelirdi. Buradaki insanlar o kadar kasıntı bir eda ile duruyorlardı ki, bahsettikleri mevzuların gerçekten sahibi olmadıkları, sadece birer özenti oldukları hemen anlaşılıyordu; ama bu, Birey’in hoşuna gitti. Eğlenceli gelmişti ona. Onlara bakıp söylediklerini dinledikçe için için gülüyordu.

Sol taraftaki masada saçlarını atkuyruğu yapmış ellilerinde bir adam vardı. Kahvesini yudumlarken onu seyrediyordu. Adamın bütün jestlerinin beraber oturduğu iki kadına tesir etmek için olduğu hemen belli oluyordu. Adam aktörlere has o abartılı tavırlarla sanki sahnedeymiş gibi konuşuyor ve sesinin tonlamaları ile karşısındakileri büyülemeye çalışıyordu. “Sarter”, dedi adam. “Sarter, kendisi bir varoluşçu olmasına rağmen romanlarında neredeyse bütünüyle hiççidir. Çünkü karakterleri mutlak bir yok oluşa savrulurlar.”

Birey ister istemez adamın söylediklerini dikkatle dinlemeye başladı. Hiç de yabana atılacak bir tez değildi bu. Niçin hiç Sarter’ın romanlarını okumadığına hayret etti. Hemen bir Sarter romanı edinmeliydi. Bir felsefeci olarak onun hakkında fikir sahibiydi; fakat hiçbir romanını okumamıştı. Kalkıp adamdan tavsiye almak istedi; ama yapamadı. Adamın şu komik tavırları da olmasa fena konuşmuyordu. Bir süre daha camdan dışarıyı seyrederek orada oturdu. Hesabı öderken hemen sağ tarafından birinin dikkatle kendisine baktığını fark etti; ama dönüp adama bakmadı. “Birey!” diye seslendi adam. Döndü baktı, kendi yaşlarda sarı, uzun saçları önden dökülmeye başlamış adamı tanımak için kaşlarını merakla çattı. Kendinden çok da emin olmayarak, “Tuğrul?” dedi. Henüz birbirlerini tasdik etmemiş olsalar da adam Birey’in boynuna sarıldı.

Tuğrul, lise zamanlarında beraber oldukları çok iyi bir arkadaşıydı. Ama onunla dostlukları okuldan çok okul dışında geçirdikleri zamanlardan ileri geliyordu. Belki anne babasından bile daha çok vakit geçirirdi onunla.  Babası kendisini tekrar İstanbul’a tayin ettirdiğinde liseyi burada beraber okumuşlardı. Tuğrul ve bir de Rıza vardı. Bu birbirine tam manasıyla zıt iki arkadaşıyla da çok iyi geçinirlerdi. Tuğrul kolundan neredeyse sürükleyerek onu kafeden dışarı çekti. Öyle ki, kasiyer para üstünü peşlerinden koşar adım gelerek vermişti.

“Dur, çekiştirme, nereye gidiyoruz?”

“Gel, buralar leş, buralarda insandan çok insan taklidi yapanlarla karşılaşırsın; ama yanlış anlama ha, dünyanın en nazik ve kibar insanları onlardır! Arabayı aşağı park ettim. Gerçek bir yere gidelim.”

“O adam hiç de fena konuşmuyordu.”

“Hah ha! Tam bir oyuncudur o. Otlakçılar gibi, oradan buradan okuyup, katıldığı sohbetlerde duyduklarını burada taze balıklara satar. Ama mazur gör kendini, ben de onu ilk duyduğumda senin  gibi düşünmüştüm. Böyleleri biraz ağzından laf almaya başladığında, adi sır tabakaları olan aynalar gibi bütün foyaları ortaya çıkan ve çirkinleşen sahtekârlardır. Seyircileri kadar varlar. Parazit bunlar. Kendilerine bakan hayran gözlerin ışığıyla beslenen parazitler.”

Tuğrul elinin tersiyle Birey’in omzuna vurdu:

“Dünyaları dolaştın; ama sonunda memleketine döndün ha!”

“Bu gün eski bir dost, Tuğrul’la karşılaştım. Beni alıp yine sıkı dostlardan birinin yanına götürdü. Rıza, hiç beklemediğim bir meslekle karşıma çıktı. Büyük bir kasap dükkânı işletiyordu. Hem de benimle komşu bir semtte, Zeyrek Kadınlar Pazarı’nda. Rıza kendisinin hayal ettiği bir gelecekle hiç alâkası olmayan bir iş yapıyordu. Hiçbir zaman ticaret yapmayı düşünmemişti. Diplomat veya bürokrat olmak istiyordu. Okulunu da derece ile bitirmişti. İyi kazandıran bir işi vardı;  fakat bundan memnun olmadığını gözlerinin arkasında görebildim. Tuğrul ise tam tersine hep iyi kazanmak için ticaret yapmaktan bahsederdi. İyi kazandıran bir işi vardı, bir şirkette yönetici olmuştu; ama o her zaman daha hür davranabilmenin yolarını arayan, daha serbest tavırlı biri olmuştu. Hayat nelere kadir, birbirlerine zıt karakterdeki bu iki dostun tam da birbirlerinin yapması gereken işleri yapıyor olması bana tuhaf geldi. Hemen orada, Kadınlar Pazarı’nda bir çay ocağına oturup su kemerinin gölgesinde uzun uzun eski günleri yâd ettik. Bu iki zıt adamın tek ortak noktaları spordu. Hayır, bön bir şekilde bir takımın taraftarı olarak ağız sporu yapan tiplerden değillerdi, bizzat spor yaparlardı. Rıza kendini biraz salmış gibi duruyorsa da hâlâ formdaydı.”

Birey o günden sonra belki günlük hayatında tek faaliyet olan Kadınlar Pazarı’ndaki bu çay ocağına gelerek, birkaç bardak çay içip giderek yeknesak bir hâl alan hayatına renk katmaya çalışıyordu. Etrafındaki insanlardan çok da uzak olmayan bir köşede çayını yudumlarken onları dinliyordu. Burası belki arzu ettiği kadar nezih, sakin ve huzurlu bir yer değildi; fakat kesinlikle o durumu sadece şeklen kurtarmaya çalışan yerlerden daha sıcak ve samimiydi. Aslında buraya hemen her kesimden insanlar geliyordu. Belli ki mekânın eski olması onları buraya bağlayan bir sebebdi. Eski dostlar, bir yere gitmek için anlaşan ahbablar burada buluşuyorlardı.

Bu çay ocağına takılan insanların, hepsinin olmasa da bir kısmının acaib hikâyelerine kulak misafiri olan Birey, yine buraya geldiği bir günde temiz giyimli, memur tipli, orta yaş üstündeki bir adamın Fatih Camisi ile alâkalı bir hatırasını anlatırken şimdi insanların bu mabedin bahçesinde buranın manevî havasına hiç de uymayan hareketlerde bulunduklarını, uygunsuz konuşmalar yaptıklarını söylediğini duydu. Hemen önündeki iki kişi ise bir başkasının karısı hakkında uygunsuz sayılabilecek bir bahis açınca bunları dinlediği için utandı. Belli ki her ikisi de kadını ve kocası olan adamı tanıyorlardı, bu konuşma ona kendisi ve babası arasında geçen bir konuşmayı hatırlattı.

Ne kadar küçüktü bilmiyordu; bir yaz günüydü, evlerinin arka tarafında hem kendilerinin hem komşularının bahçe duvarları bitişikti. Ayhan Bey ile hanımı Güldeste bahçede tartışıyorlardı. Sesleri neredeyse sokaktaki her evin içine girmişti. Açık olan pencerenin hemen kenarında duran Birey de onları dinliyordu. Babası odanın kapısına gelerek ne yaptığını sordu. Ayhan Bey’le hanımının tartıştığını söylediğinde babası ona, başkalarını böyle gizlice dinlememesini ve pencereyi kapatmasını söyledi. Birey o küçük yaşına rağmen onların zaten seslerini herkese duyuracak şekilde uluorta konuştuklarını ve kendisinin gizlice dinlemediğini söylediğinde babası ona, “Onlar bunu düşünememiş olabilirler; fakat sen bunu yapmaman gerektiğini bileceksin ki, yarın onların yüzüne baktığında karşında farklı bir insan görmeyesin.” O zaman bunu anlamamıştı; fakat bir insanın gizlice bir şeyini öğrenmenin, o kişiye karşı insanın davranışlarını değiştirdiğini yaşayarak öğrenecekti.

Birey yine de insanların konuşmalarına bu şekilde kulak misafiri olmayı bir parkta, meydanda veya yolda yürürken insanların hâllerini seyretmeyi her zaman sevmişti. Esasında hiç yan yana gelmeyeceği insanları böyle izlemek ona bir tür tedavi gibi geliyordu. Fakat bu gün orada olduğu gibi, insanların çok hususi meselelerini duymak onu çok fazla rahatsız ediyordu.

Kalkıp gitmeyi düşündü, fakat bir his onu durdurdu. Burası, bu çevre, bu insanlar başka hiçbir şehirde, ülkede göremeyeceği kadar sıcak ve samimi bir hayatı yaşıyorlardı. Sanki planlanıp oluşturulmamış, kendiliğinden gelişip bugünlere gelmişti. İnsanüstü bir dokunuşun oluşturduğu bir ahenk vardı. Bu hayatı nerede görse tanıyabilirdi. Hiç yabancılık duymayacak kadar aşinaydı; fakat bir şey vardı. O, bu hayatın içine dâhil olamıyordu. Dâhil mi olmak istemiyordu, yoksa dâhil mi olamıyordu bundan emin değildi; fakat aradığı şey kesinlikle buradaydı. Galiba o müdahil değil, müşahid olarak bu hayata uzaktan katılmayı yeğliyordu.

Sonraki günlerde de ara sıra uğradığı bir yer olmuştu Kadınlar Pazarı. Tuğrul ve Rıza ne kadar eski dostları olsa da, onlarla da çok fazla görüşmüyordu. Bazen oraya uğradığında mesafenin yakınlığından dolayı Rıza’ya selam veriyordu. Fakat onun bütün ısrarlarına rağmen Rıza’nın yanında da çok fazla kalmıyordu.

“Bu gün Rıza’ya selam vermek için uğradım. Beni akşam, evinde yemeğe davet etti. Belli bir sebebim olmamasına rağmen bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Niye etmedim bilmiyorum. Örülmez ve aşılmaz bir duvar var sanki insanlarla aramda. Onların göremediği, benim de göremediğim; ama çok iyi hissettiğim... Kişinin kim olduğunun veya bana yakınlığının hiçbir ehemmiyeti yok. Ben dünyaya hayran; ama uzak biri gibiyim. En makul âdetler bile bana saçma gelmeye başladı.”

Birey bu şekilde birkaç hafta daha geçirdi. Eğer burada kalacaksam bir şekilde bu hayat ile uzlaşma noktasını bulmak zorundayım, diyordu kendine. Ve o gün bir karar verdi; önce kendisine başka insanların yadırgamayacağı bir isim bulmalıydı. Öyle de yaptı...

Aylık Dergisi 181. Sayı, Ekim 2019