En son ne zaman dinlendiğini hatırlamıyordu. Bir ân duraklayacak olsa önü sonu görünmeyen bu kafileye bir daha yetişemeyeceğinden korkuyordu. Bileklerine kadar çamur içinde yürüyordu. Artık ayakları üşümez olmuştu,  çünkü onları artık hissetmiyordu. Ayaklarında çamurdan külçeler taşıyordu. Her adımında yerden sökmeye çalıştığı ayakları ona daha büyük bir yük oluyordu. Bir elinde dokuma bezine sarılı çıkını vardı. Sırtında Osman’ını taşıyordu. Bu karanlık ve soğukta bazı zamanlar bulutların arasından görünen zayıf ay ışığından başka bir şey önlerini aydınlatmıyordu. Yollarının üzerindeki her bir taş parçası, uzaktan gördüğü bir ağaç ona masallardakilerden daha korkunç canavarları vehmettiriyordu.

Doğup büyüdüğü topraklardan, baba evinden böyle ayrılacağını hayal dahi edemezdi. İşkodra’nın en güzel köyünde yaşadığına inanırdı. Nehre çok uzak olmayan bereketli topraklar üzerinde, Allah’ın bahşettiği bin bir güzellikteki meyve ve sebzeler yetişirdi. Sanki orada yetişen mahsullerin adedince insan yollara düşmüş zebanilerden kaçar gibi, dedelerinin asırlar evvel göç ettiği topraklara geri dönüyordu. Fakat bir farkla ki dedeleri her şeyleri ile oraya, Balkanlar’a göç etmişlerdi. Oysa o, yalnızca elinde bir çıkın, sırtında Osman’ı ile nereye gittiğini tam bilemeden koruyucuları da olmayan bu kafile ile yolculuk ediyordu. Babası “biz o yollarda perişan olur, sana da yük oluruz, hiç olmazsa siz kurtulun” diyerek Fatma’nın bütün gözyaşları ve yalvarmalarına rağmen onları uğurlamıştı. Kocasının ise daha göçler başlamadan çok evvelinde, önce çeteler tarafından kaçırılıp esir edildiği, fakat onların elinden kurtularak orduya yardım eden Müslüman çetelere katıldığı haberini almışlardı. Şimdi ölü mü, diri mi bilmiyordu.

Fatma şimdi o güzel günlerin hayalini arkasında bırakmış yürüyor, fakat bir yandan da hayal ediyordu ki, o günlerin hayali peşlerinden koşup yetişsin, eteğinin ucuna yapışıp, kendisini alıp evine götürsün. Tarihteki korkusuz akıncılar gibi bir atlı peşlerinden yetişip “Yurdunuz kurtuldu, artık evinize dönün!” desin istiyordu. Ah, ama şimdi, tabiattaki her şekil ve canlıyı çocuğu gibi seven kalbi, bu karanlıkta yerdeki en küçük bir çakıl tanesini bile kendisine saldıracak bir düşman ve kendisini korkutan bir heyula gibi görüyor, her birinden ölesiye korkuyordu.   

Sırtından bir inilti sesi duyunca hemen durdu. Kafileden kimse durmadan arkasına bakmadan yürüyordu. Onu da bekleyen olmadı. Hemen eliyle Osman’ı yokladı, çocuğun başı açılmıştı. Onu tekrar örtünün altına aldı ve dermansız bacaklarını zorlayarak kafiledeki eski yerine kavuştu. En arkada kalmak istemiyordu. Hudut, istikamet bilmediği bu yerde en arkada kalmazsa “güçsüz bir anımda yere yığılırsam, en azından Osman’ı birinin eline tutuştururum ve onu kurtarırım” diye düşünüyordu. Bulutlar dağılır gibi olmuştu. Ay kendine yer bulunca ışığını etrafa cömertçe saldı. Kafiledekiler sanki kendilerine can suyu verilmiş gibi başlarını kaldırmışlardı. İlk fark ettikleri şey sol yanlarında dumanı tüten bir köy oldu. Ama ne bir sevinç gösterdiler ne o yana doğru koştular. Köyün dumanı tütüyordu, ama evlerin bacaları değil, her evin kendi tütüyordu. Cami dâhil bütün köy ateşe verilmişti. Acaba o köyün sakinleri de bu kafilenin en önünde yürüyenler arasında mı, diye düşündü Fatma. Başka bir ihtimali düşünmek istemiyordu.

Kendi köyünde tanıdıkları da vardı kafilede. Beraber yola çıkmışlardı. Fakat daha ilk geceden onları kaybetmişti. Korkularını ayaklandıran ve akıbeti hakkında endişelerini artıran şeylerden biri de buydu. Anayurtlarına döndüklerini söylüyordu herkes, fakat kim anayurduna gider de kendini gurbette hissederdi? İçinde hiçbir sevinç yoktu. Geride bıraktığı ana babası, akıbeti bilinmeyen kocası, artık bir daha görüp göremeyeceği belli olmayan evi, köyü, toprakları içinde karabasandan daha ağır bir yüktü.  Kendini sele kapılmış bir yaprak gibi hissediyordu. Şimdi hadiseler ne yana sürüklerse o yana doğru savrulacaktı. Bütün iradesi kendisinden alınmış gibiydi.

Köylerinde her şeyleri vardı. İstediği bütün güzelliklere sahibdi. Her gün, her sabah bir ezanla uyanır, kendi sessiz sakin yaşayışlarına ve işlerine bakarlardı. Bahçeleri ve tarlaları onlara yetiyor ve Allah’a her daim hamd ediyorlardı. İyi komşuları vardı. Hatta şimdi kavgalı oldukları Hristiyan komşularıyla da iyi geçinirlerdi. Sanki zehirli bir rüzgâr gelmiş ve bazı insanları kudurtmuştu. Kimse başta olanlara mânâ verememişti. Ellerinden bir bir yitip giden güzelliklere hangi çılgının karşı olacağını anlayamıyorlardı. Osman’ın artık bunları göremeden büyüyecek olma ihtimalini düşünmek onu kahrediyordu. Anne ve babasını düşündükçe kendini daha kötü hissettiğinden onları aklına getirmemek için her türlü yolu deniyordu.

İlerde insanların birikmeye başladığını görünce, dinlenebileceği fikriyle biraz rahatladı. Ne olduğunu, insanların ne yaptığını görebilmek için başını uzatıyor, artık başka kötü bir şey olmaması için dua ediyordu. Yolun sağ yanında otların üzerinde namaz kılan bir ihtiyar görünce kafilenin eğlendiğini anladı ve sevindi. Yolun tepe noktasına geldiğinde yolun her iki yanında sersefil hallerini sergilemek için oraya buraya dağılmış insan öbeklerini gördü. Acınacak kadar sefalet yüklüydü bu manzara. Kimi ateş yakmaya çalışırken kimi de bir ağaca bağladığı yaygısı ile güya çadır benzeri bir şey yapmaya çalışmıştı. Çocuklar… Ah, çocuklar! Şu hâllerine rağmen nasıl da oyun oynamayı beceriyorlardı. Bütün yaşadıkları felaketler çok uzak bir geçmişte kalmış, hiçbir şey olamamış gibi, bir o yana bir bu yana koşturup duruyorlardı. Kiminin elinde kılıç yerine koyduğu bir çomak, kiminin elinde yay benzeri bir sopa ile hayali düşmanlarına karşı omuz omuza savaşıyorlardı. “Savulun!!!” diye bağırdı çiğ sesiyle en küçükleri. Fatma gülümsemek istedi, olmadı. Ama kalbine bir sıcaklık yayıldı. Çocukların bu şen hâli de olmasa insan hayata ve zorluklara katlanmak kuvvetini kendinde nasıl bulabilirdi? O minik bedenleri geleceğin zorluklarına karşı hazırlamak ve korumak her ana babanın kendine biçtiği bir vazifeydi ve Allah’ın verdiği bir iştiyakla insanlar kendilerini buna mecbur hissediyorlardı.  

Fatma da yolun her iki yanına serpilmiş bu insan yığınlarına bakarken dilinden, kalbinden ve zihninden hiçbir şey geçmemesine şaşırmadı. Bir hâli anlatmak için bazen hiçbir kelimeye ihtiyacınız yoktur. Sadece o vaziyeti görmeniz yeterlidir. Bu gördüğü manzara yola koyulalı beri yüreğinden geçenlerin suretiydi. O yüzden hiç şaşırmadı. Ama bir şeyi anladı; artık boş hayaller kurmanın mânâsı yoktu, bazı şeyler asla geri döndürülemeyecek duruma gelmişti.

Osman sırtında kıpırdanır gibi olunca telaşa kapıldı. Onu nasıl doyuracaktı? Sanki koca ovada kimse yokmuş da sığınacak bir yer arıyormuş gibi etrafına baktı. Bu nasıl bir çaresizlikti ki, binlerce kişi arasında yapayalnızdı. Herkesin kendi derdine düştüğü ânda, can pazarı misali en yakınlar belki düşman görünür insanın gözüne. Fatma bir çâre için etrafına bakınırken “Kızım!” diyen bir ses duydu. Kuru bir ağacın altında, çoktan ateşini yakmış, beli iki büklüm ihtiyar bir kocakarı gördü. Altında durduğu ağaçtan daha kuruydu ihtiyar kadın.

“Çocuğa yemeye bir şey.” dedi Fatma utanır gibi.

İhtiyar kadının buruş buruş yüzünde nasıl olduysa bir tebessüm belirdi.

“Hıh, dedi, gel hele kızım, çocuğa da sana da lokma çıkar.”

Fatma dermansız bir yarasına ilaç bulmuş gibi o yana atıldı. Osman’ı bir çırpıda kucağına alıvermişti. Kocakarı sanki Fatma’yı buyur etmemiş gibi, çoktan ateşin üzerinde kaynayan tencereye dönmüş doğrulmayan belini iyice bükmüştü. “Eh, de bakalım nerdensin kızım, kimin kimsen yok mu burada?”

Fatma, anlatmak ne kadar zor gelse de başı önünde ana babasını nasıl geride bıraktığından başlayarak, kocasının akıbetinden bahsederek sözünü bağladı. Uzun uzadıya anlatacak bir şey yoktu, düşünmek bile onu kahrediyordu. Kadın tencereyi karıştırırken durdu. İleride elinde bir değnek olan adama baktı. Fatma bütün dikkatini o yana teksif etti, adam etrafına bir alay çocuk toplamış, küçük bir ateşin etrafında değneğini sallayarak çocuklara bir şey anlatıyordu. Kadın Fatma’nın o yana baktığını görünce “Bizim ihtiyar, hem kendini avutuyor hem çocuklar üşümesinler diye etrafına toplamış.”

Fatma bir sihrin tesiri altındaymış gibi gözlerini oradan alamıyordu. Kucağında Osman kıpırdanır gibi olunca ayağa kalkıp o yana doğru yürüdü. Ayakta bir mühlet durup ihtiyarı takib etti. Adamın elindeki değnek söğüt dalındandı. “Sokulun çocuklar, daha sokulun. Üşümeyin.” diyordu. Fatma sanki bu sözler kendisine söylenmiş gibi, çocuklardan kurulu çembere bir adım daha yaklaştı. İhtiyar, bütün çocukları baştanbaşa süzdü. Onlara birer çocuk değil de zabit namzedi delikanlılara bakar gibi bakıyordu. Gördüğü manzaradan memnun bir edayla çenesini salladı:

“Çocuklar, biz nereye gidiyoruz, biliyor musunuz?”

Anadolu, dedi kimisi, kimisi gurbet, dedi. İhtiyar uzun sakalının altındaki çenesini kaşıdı.

“Biz” dedi, sesi tarih öncesinden haber verir gibi ihtiyarca, “evimize gidiyoruz, çocuklar.”

Fatma bu sözleri duyar duymaz çemberde çocuklar arasında kendisine bir yer açtı. O da onlarla aynı yaştaymış gibi, ihtiyarın ağzından dökülecek sözleri merak ediyordu. Osman’ı dizlerinin arasına aldı ve ateşe biraz daha yaklaştırdı. Osman da gözleri çipil çipil nerede olduğunu anlamaya çalışarak bir çocuklara, bir ihtiyara bir de başını yukarı kaldırıp anasına bakıyordu. İhtiyarın parmakları arasında bir kâğıt belirdi, diğer eliyle cebinden bir kese çıkardı. Bunları her zaman yaptığı belli, usta parmaklar bir araya gelip kısa bir sürede bir cigara sarıverdi. İhtiyar yanan ateşten bir dal parçası çekip aldı, acelesiz cigarasını yaktı.

“Hepimiz evimize gidiyoruz evlatlarım. Duydunuz mu hiç İstanbul’u, Edirne’yi, Bursa’yı?”

İçlerinden sadece biri “Ben duydum” dedi. Bütün çocuklar, ona sanki oraları onun gözlerinde göreceklermiş gibi baktılar. “Dedem gitmişti, o anlattı, Edirne’yi, İstanbul’u…”

İhtiyarın gözleri ışıdı. Dudaklarından “Ne saadet…” benzeri birkaç kelime döküldü.

“Çocuklar” dedi ihtiyar ağzından dumanlar çıkarak, “her birinizin babalarının babalarının babaları, çok eski bir zamanda oralarda yaşarlardı. Ceddimiz Tuna boylarını, Karaorman’ı, Sofya’yı, Saray’ı, Hersek’i, Köstence’yi fethettiklerinde buraları yurt edinelim, diyerek göç ettiler.  İşte sizin şimdi yürüdüğünüz bu yollarda, akıncıların atlarının nal sesleri duyulurdu. Şimdi boynu bükük gidiyoruz, ama dört yüz yıldır yurdumuzdur buralar elbet…” sesi titredi, boğuk bir takım sesler çıktı ağzından. Evlatlarım biz, hakiki yurdumuza dönüyoruz. Babalarımızın, dedelerimizin, ceddimizin yurduna, orası fatihlerin yurdu evlatlarım, galiblerin yurdu, kazanmayı Allah için bilmişlerin yurdu, oraya boynu bükük dönüyoruz diye üzülmeyin. Orada her zaman hayalinde fetihler yaşatan bir zümre bulacağız. Koca çınar kurur kurur, ama yine de baharda yeşile durur, hasreti hep baharadır. Biz de o güne dek asıl vatanımıza dönüyoruz. Evimizi kaybettik diye üzülmeyin, zaferlerin evine dönüyoruz. Göreceksiniz her tarafı mâmur Edirne’nin heybetle yükselen dev kubbeli camilerinin ihtişamını, öbek öbek insan kaynayan çarşılarının güzelliğini, yemyeşil tarlalarının bereketini. İstanbul’a vasıl olmak nasibinizde varsa niçin bütün dünya sultanlarının bu şehri istediğini anlayacak, şairlerin niçin kıymet biçemediklerini kendi gözlerinizle göreceksiniz.”

Fatma gözüyle İstanbul’u görür gibi oldu. Hayalinde İşkodra’dan binlerce kez büyük, masallardaki şehirlerden daha güzel bir şehir canlandı. İşkodra’ya dönecek kuvvetleri orada bulacak, eski günleri görebilecek bütün imkânları geçmişte olduğu gibi Sultan’ın askerleri onlara tekrar kazandıracaktı. Fatma oradaki bütün çocuklardan daha çocuk olmuştu. İhtiyar konuşsun, hiç susmasın istiyordu. Ne yorgunluğunu hatırlıyordu artık ne de açlığını. Osman’ın sıcacık bedeninin yumuşaklığını duyuyordu yalnız. Çocuklardan biri,

“Akıncıları da görecek miyiz?” dedi.

“Elbette” demek istedi ihtiyar. Ama yalan ile avutmanın ne yararı vardı? Herkes ihtiyarın vereceği cevabı bekliyordu. Gözlerini kısarak başını kararlı ve sözlerine daha kuvvet vermek  istercesine salladı.

“Onların evlatlarını göreceksiniz. Şu ihtiyar bedenim derman bulursa ben de göreceğim. Onlara hep birlikte dua ederiz, yeniden muzaffer olmaları için.”

“Ederiz!” diye atıldı Fatma. Sonra yaptığından utanır gibi, Osman’ı kendine çekerek başını onun başının arkasına sakladı. Gözleri ile Osman’ın başının üstünden ihtiyara bakıyordu. İhtiyar adam tebessüm mü etmişti, senelerin çizgi çizgi işlediği yüzünden belli olmuyordu. Uzaklardan bir kadın sesi duyuldu: “Hasan, Ahmet!” ellerinde birer dal parçası iki çocuk ayağa kalktı. Bunlar az önce cenk eden askerler gibi çarpışan çocuklardı. Hemen artlarını dönüp uzaklaştılar. Hâlâ ellerindeki sözüm ona kılıçları hayalî düşmanlarına sallıyorlardı.

“Hadi bakalım çocuklar” dedi ihtiyar, “ana babanızın yanına, çorba için aş yeyin.”

Her biri bir yana koşan çocuklar, ihtiyarın vaad ettiğinden daha büyük hayallerle uzaklaştılar.

“Gel, kızım” dedi adamın karısı, “sen de koca Halil!” diyerek ikisini de çağırdı.

Fatma ile Osman ihtiyarlarla yemeklerini yedikten sonra yine yola revan oldular. Fatma’nın gözünde hiçbir şey büyümüyordu artık. Altından kubbeleri ile camiler, mâmur şehirler hayal ediyor, kendilerini kurtaracak ve İşkodra’sına, güzel köyüne kendilerini kavuşturacak olan askerlerin gümüş gibi parlayan süngülerinin ışıltısını gözleriyle görürcesine adımlarını atıyordu.

Aylık Dergisi 174. Sayı, Mart 2019