Dinle beni Kenan, bana buranın haberini veren çok itimat ettiğim biri, bana burada bir servet yattığını söyledi.

Büyük bir dikkatle kapıyı açtı. Birkaç ufak madeni tıkırtıdan başka ses çıkmamıştı. Ayakkabılarını çıkardı ve yanında getirdiği çantanın içine koydu. Yaptığı işe büyük bir itina gösterir ve ehemmiyet verirdi. Kendi evinde bile bu itinayı gösterdiği söylenemezdi. Beş on saniye kadar gözlerinin karanlığa alışmasını bekledi.  Kapıdan girmesini sağlayan aletlerini deri kılıfına geri koydu. Cebinden ufacık, parmak kadar bir el feneri çıkardı. Karanlıkta şekilleri seçmeye çalışarak bir süre etrafına bakındı. El fenerini her zaman yakmazdı. Zaten feneri bildik fenerlerden değildi; çok zayıf kırmızıya yakın mor bir ışık saçar ve beş on santim ilerisini ancak gösterirdi.

Çantayı tekrar eline aldı. Sırayla bir sağ bir sol bakarak bütün odaları kontrol etti. Salonun perdeleri açık, ince tülü çekiliydi. Sokak lambasının ışığı salonu bir nebze de olsa aydınlatıyordu. “Bu iyi” dedi kendi kendine, zira feneri ne kadar az ışık çıkarsa da onu yakmamayı tercih ediyordu, bu yüzden salonda işi kolay olacaktı. Mutfak, mutfak neredeydi? Girdiği bütün evlerde mutfağa göz atardı. Bu onun için çok mühim bir şeydi. Bir insanın mutfağından onun hakkında fikir sahibi olunabileceğine inanırdı ve çok az yanıldığı olmuştu. Hemen her kapıyı yokladı. Bu evde mutfak en ehemmiyetsiz şeymiş gibi köşede bir yerde daracık, ufacık bir şeydi. Hemen buzdolabını açtı.

“Bu adam bekar!” dolaptakiler bir çorba tenceresi ve biraz makarnadan ibaretti. Çeşitli meyve ve sebzeleri vardı. İyi, dedi kendi kendine, “bir nebze de olsa sağlığına dikkat ediyor.” Kahvaltılıkları da muntazamdı. Çöp, çöpü nerede bu adamın? Arandı tarandı çöpünü bulamadı.  Bu biraz canını sıkmıştı. Zira çöp çok mühimdi. Bir insanın çöpünden ne kadar tutumlu, ne kadar müsrif, ne kadar titiz, ne kadar temiz anlayabiliyordu.

“İyi bari evinde çöp tutmayacak kadar titizmiş.” 

Yatak odasına gitti. Dolabın kapağına elini atar atmaz durdu. Dolabın çok eski bir dolap olduğunu ancak fark edebilmişti. Ahşabın kokusu burnuna çarpıyordu. Kapağı hafifçe açmaya çalıştı. Tahmin ettiği gibi gıcırdıyordu. Ama pek fazla ses de çıkarmamıştı. Müstakil bir ev de olsa her zaman gereken en azami dikkati gösterirdi. Hususen bu gibi eski mahallelerde komşular birbirlerine düşkün olurlar, en ufak gariplik sezdiklerinde ortalığı ayağa kaldırabilirlerdi. O yüzden hiçbir şeyi şansa bırakmıyordu.

Yatak odasında burnuna bir başka koku daha çarptı, aslında odaya girer girmez almıştı bu kokuyu, hatta holde bile vardı.  Bu, kesif bir kâğıt kokusuydu. Buna neyin sebeb olabileceğini düşünürken bu gibi ihtiyar adamların gazete okumayı çok sevdiklerini hatırladı. Fakat şimdiki gazeteler kâğıt değil, boya kokuyorlardı. “Nerede o eski gazeteler” dedi kendi kendine, fırından sıcak bir ekmek almış gibi kâğıdın güzel bir kokusu olurdu evvelden, şimdi sadece adi bir boya kokusundan başka bir şey duyulmuyordu. 

Fenerini çıkardı. Sol elini fenerin etrafında bir koni gibi tutarak yaktı. Etrafını incelmeye başladı. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Bütün duvarlar kitaplarla kaplıydı. Gardırobun üstünde bile kitaplar vardı. Fenerini söndürdü ve salona geçti. Burada ışığa ihtiyacı yoktu. Evet, bu adam kitab okumayı seviyordu anlaşılan, fakat biraz abartmıştı sanki. Salonda onları muhafaza eden raflar ve kitaplıklar da sayılmazsa eşya namına tek şey kitap ve kitaplar denilebilirdi. Her yerde kitap vardı. Onlara daha da yaklaştı. Ciltli kitaplar, bez ciltli kitaplar, deri ciltli kitaplar hepsi sınıf sınıf ayrılmış, raflara dizilmişti. Büyük ve mühim bir adam olmalı, diye düşündü. Mutlaka profesör olmalıydı.

Salonda kitapları incelerken o kadar zaman harcadı ki, kendine geldiğinde buraya ne için geldiğini hatırladı. Köşe bucak aranmaya başladı. Rafların arkalarını kontrol ediyor, büktüğü şehadet parmağı ile tık, tık vurarak bir boşluk bulmaya çalışıyordu. Salonda hiçbir şey yoktu. Canı sıkıldı. Ne yapacağım, diye düşündü. Küçük bir oda daha vardı. Hemen hole yöneldi.

Kapıyı bir sürüngenin sessizliğinde açtı. “Allah müstahakını versin, Duran abi, nereye gönderdin beni?” dedi içinden. Küçük oda keyifli bir şekilde döşenmişti. Pencere hariç bütün duvar önlerinde artık rastlanmayan usta işi dolaplar vardı ve tabii içleri kitapla doluydu. Zevkli, şirin, küçük ve zarif bir masa odanın orta yerinde duruyordu. Üzerinde açık bir kitap vardı. Fenerini çıkardı ve yine sol elini koni şekline getirip ışığın dağılmasını engelleyerek açık kitabın üzerine tuttu. “Bir Kur’an, herhalde” dedi. Ama bildiği Kur’an süslemelerine benzer süsleri yoktu. Açık olan sayfa arasına parmağını koyarak diğer sayfalarını çevirdi. Az biraz Kur’an okumayı bilirdi. Tanıdığı bir kelime arandı durdu, ama bulamadı. Aynı sayfada kalacak şekilde kitabı bıraktı. Yazıların boyaları nerede ise dağılmıştı. Çok güzel bir yazısı vardı, ama belli ki bu kitap, Kur’an değildi. Hemen buradaki dolapların arkalarını, kitapların aralarını kontrol etti. Masanın tıklatarak nerede ise her tarafını muayene etti, ama umduğu şeye benzer bir şey bile bulamamıştı. Fenerini söndürdü.

Odada bir de deri koltuk vardı. Güzel eskimiş, ağırbaşlı bir edayla muhtemel misafirini bekler gibiydi. Tam koltuğa oturacağı esnada, gözüne masanın arka tarafında sehpa üzerinde cam bir kafes ilişti. Mücevher sergilenen tarzda bir cam dolaptı bu. Fenerini tekrar yaktı. İçinde tek bir kitap duruyordu. Kapağındaki yazıyı okumaya çalıştı: KALPAZANLAR. 

Cam dolabın küçük bir kilidi bile vardı. İstemeyerek de olsa aletlerinin olduğu deri kılıfı cebinden çıkardı, tek bir alet seçti ve sanki kilidin gerçek anahtarını kullanıyormuş gibi basit bir şekilde açtı. Kitabı aldı, inceledi ve yerine koydu. İlk sayfasında da yabancı dilde yazılmış bir isim ve imza vardı. “Bu adam deli.” dedi. Kim bir kitabı cam bir dolaba koyardı ki?

Gidip koltuğa oturacağı esnada cebinde kıpırdanan şeyi çıkarıp ekranına baktı. Derin bir nefes alıp koltuğa oturdu. Telefonu açtı. 

“Alo, Kenan içeride misin?”

“Neredeyse bir saat oldu abi.”

“Ee, vaziyet?..”

“Duran abi, sen beni nasıl bir yere gönderdin abi?”

“Ne oldu, kasa masa yok mu?”

“Yok, abi ne kasası?”

“Ne var pekiyi evde?” 

“Kitap var abi!”  dedi bıkkınlıkla.

“Başka?”

“Daha fazla kitap var, yatak odasında, salonda, oturma odasında, her yerde kitap var, adam kitap delisi falan herhalde. Bir tek mutfağa hiç kitap sokmamış, tuvalete bakmadım, ama oradan da çıkarsa şaşırmam.”

“Dinle beni Kenan, bana buranın haberini veren çok itimat ettiğim biri, bana burada bir servet yattığını söyledi.”

“Duran abi burada insan bile zor yatar, bırak serveti. Adam uyumaya bir yatak koymasa oraya da kitap koyardı herhalde.” 

“Bana bak, bunlar nasıl kitaplar, belki bunlarla alakalıdır bu servet işi, arasında değerli bir kitap da olabilir.”

“Abi bir kitap ne kadar değerli olabilir? Ayrıca ben ne anlarım?”

“Bak, adam bütün gece yok, gözünü seveyim sağa sola bir daha bak, bu bizim hayatımızın işi olabilir.”

Kenan önce hiçbir şey söylemek istemedi. Canı epey sıkılmıştı çünkü. O da buraya büyük ümidlerle gelmişti. Şu saatten sonra kapıda siren sesleri duyulsa, evin etrafını kuşatsalar umurunda olmazdı. Bu yaşına kadar ilk defa bu kadar büyük boş atıyordu. Namlı biri olarak bunun etrafında duyulmasını bile istemezdi, ama mesleğin jübilesini de böyle yapsam, diye düşündü: “Son işi fiyasko çıkınca işi bırakan adam.

“Tamam, abi son bir kez etrafa bakarım.”

Koltukta bir süre oturup ne yapacağını düşündü. Bu evde aradığı gibi bir şey olsaydı sezgileri mutlaka ona bir şeyler söylerdi. Her meslek erbabının kendine has yeteneklerle geliştirdikleri bir hisleri olurdu. Ayağa kalktı, ellerini cebine attı ve bir süre rafların önünde kitapların isimlerini okuyarak oyalandı. Ne kadar çok çeşitli kitap varmış, diye düşündü. Hay kahrolası adam, ne iş yaparsın sen, niçin bu kadar kitabın var?Nihayet raflardan birinden rast gele bir kitap çekip aldı ve gidip koltuğa oturdu. Bir elinde kitabı diğer elinde avucunun içine gömdüğü feneri tutarak ismini okumaya çalıştı. 

“Savaş ve Barış” 

Okuması pek seri değildi. Neredeyse heceleyerek okuyordu. Feneri kapattı. Kitabı kucağına koydu. Karşısındaki kitapları seyretmeye başladı. Bütün bunların sahibi olan adama gıpta etti. Ne güzel de bakmış kitaplarına, diyordu içinden. Bir yandan da kucağında bir kedi varmış gibi kucağındaki kitabı okşuyordu. Kendisinin de böyle bir düzen ve hayatının olduğu düşlerine daldı. Her gün geliyor. En sevdiği deri koltuğuna oturuyor ve sırasıyla kitaplarını okuyordu. Hafta sonları onların tozlarını alarak temizliklerini yapıyordu. Ama bu kadar kitap da fazla, diye düşündü, bunları okumaya ne ömür yeter ne de bakmaya can dayanır.

Yine de hayal etmekten vazgeçmedi, gözlerini her bir kitabın üzerine getiriyor ve kafasında onunla ilgili bir hayal kuruyordu. Buna epey bir mühlet devam etti. 

Kapı alışıldık sesler çıkararak açıldı ve tekrar kapandı. İçeri omuzları çökük, orta boylu bir adam girdi. Koltuğunun altında sıkı sıkıya tuttuğu bir şey vardı, onu eline aldı, okşadı, kokladı ve yerine koymak için holün sonundaki odaya doğru yöneldi. Karanlıkta yönünü bulmakta hiç zorlanmıyordu. Odanın kapısına gelince ışığı yaktı ve kendisinden beklenmeyecek bir çeviklikle sıçrayıp irkildi. Karşısında elinde kendisine ait kitabı tutan bir adam vardı. 

Kenan’ın içi geçmiş hayaller içinde tatlı bir uykuya dalmıştı.  Rüyasında evin sahibi ile bile tanışmıştı. Ama şu ân karşısındaki adamla rüyasındaki adamın en ufak bir alakası yoktu. Işık yanınca o da yerinden sıçrayıp kalkmıştı. Bir kere eşkâli vermişti ama şu ân bunun için hayıflanacak hali yoktu. Kurutuluş yolu ile arasında şu ihtiyarcık adam vardı. Kenan bir sağa bir sola kaçar gibi yaptı. Adamın da kendisi ile beraber hareket etmesini sağlarsa kapının önünden çekilmesini sağlayabilirdi. Ama adam bir adım bile atmadı. Zavallı, Kenan’dan bile daha şaşkın durumdaydı. 

Kenan nihayet son bir çare dedi ve koltuğun yanından çantasını kaptı, elini pencereye atıp açtı. Artık yaşı bunları yapmak için elvermiyordu ama başka çaresi yoktu. İşin tuhafı o telaşla kitabı da bırakmamıştı.

Adam birkaç saniye içerisinde açılan pencere ve kendini dışarı atan adamın varlığı ile yokluğuna inanmak arasında kalmıştı. Bir hayal gördüğünü zannetti. Aceleyle kapıya doğru koştu ve hemen vazgeçti. Bu yaşta hırsız kovalayacak hâli yoktu, fakat niyeti de o değildi. Hemen pencereye gitti ve adamın sağa salim yokuş yukarı koştuğunu görünce rahatladı.

“Heeey, diye bağırdı, o kitab dört cilt, sendeki ikinci cildi!” 

Kenan elbette dönüp bir şey demedi, fakat hâlâ ne diye can havliyle koşarken elinde bir kitab tuttuğuna mânâ veremedi ve sağına, kaldırıma doğru fırlattı.

Adam, kaçan kişinin kitabını fırlattığını aradaki mesafeye ve karanlığa rağmen gördü, kitabın düşerken çıkardığı sesi de duydu. Canı acır gibi yüzünü buruşturdu. Sonra birden yüzünü ateş bastı. Hemen masasına koştu, derin bir nefes aldı. El yazması olduğu gibi duruyordu. Sonra cam dolaba yöneldi. Kapağının açık olduğun görünce kitabını alıp bir zarar görmüş mü diye incelemeye başladı. Kitaba hiçbir şey olmadığını görünce rahatladı. Çocuğunu bağrına basar gibi bağrına bastı kitabını…

Aylık Baran 10. Sayı, Aralık 2022.