Yazı, dergimizin yayın kurulu üyesi ve yazarı Ömer Emre Akcebe tarafından 2016 yılında Aylık Dergisi'nin 137. ve 138. sayısında yayınlanmıştır.

***

BAŞYÜCELİK DEVLETİ-İKTİSAT VEKÂLETİ “SANAYİ MÜSTEŞARLIĞI”

EĞİTİM

Anadolu, nüfus açısından ele alınacak olursa iş gücü konusunda son derece zengin bir demografiye sahip; fakat iş nitelikli iş gücüne, yani keyfiyete geldiği vakit aynı zenginlikten bahsetmek mümkün değil ne yazık ki. Bir diğer taraftan insan keyfiyetinin iktisadî plandaki fakirliğini, hayatın diğer tüm planlarında da ayniyle müşahede etmek mümkün...

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra, bugün “Beyaz Türk” diye tanımlanan kesimin, ta ki kendilerine benzetinceye dek, Anadolu’yu meydana getiren büyük payda Müslüman ahaliye eğitim ve öğretim alanlarını gayr-ı resmî bir şekilde yasaklı tutması neticesinde, milletimiz bir türlü lâyık olduğu keyfiyete kavuşamadı. Toplumun yalnızca dar bir kesimi eğitim ve öğretim hizmetinden istifade etti ve bürokrasiden medya ve sanayiye kadar son derece geniş bir perspektifte hâkimiyeti ellerinde tuttular. Bunun yanı sıra, Batılılaşma(!) politikası dolayısıyla benimsenen çıkartma kağıdı eğitim sistemi, okumaya fırsat bulanları da bir öğütücü gibi hâlletmesini bildi. Tüm bunların neticesinde, kendisine vasıfsız işçi payesi biçilen ve şarkılarda dahi “işçisin sen, işçi kal” denilerek içinde bulunduğu vaziyete mahkûm edilmeye çalışılan toplumun büyük paydası, Beyaz Türklerin ortağı olduğu montaj sanayiler için “ucuz iş gücü” sömürgesi hâline getirildi. Geçtiğimiz sayılarda Avrupalıların, dünyanın geri kalanda birçok milleti sömürdüğünden bahsetmiştik hatırlarsanız ve dikkat ettiyseniz, Batılılardan hiçbiri bizim içimizdeki Beyaz Türklerin yaptığı hâinliğe yönelmemiş ve kendi milletlerini sömürecek kadar alçalmamışlardır.

2000’li yıllara kadar yukarıdaki şekilde işleyen eğitim sisteminin meseleleri, Ak Parti’nin iktidara gelmesinden sonra çözüme kavuşacağı yerde beklenen yahut zannedilenin aksine daha da derinleşmiştir.

Okul Aile Birliklerinin ilk ve orta dereceli okullarda yönetimi ele almasından sonra, en başta disiplin olmak üzere, eğitim ve öğretim gibi en temel hususiyetler dahi rafa kalkmış ve bunların yerine sınıf geçmekten ibaret bir yapı teşekkül etmiştir. Düşünmeyen, düşünmesi gerektiğinden haberi bile olmayan, okula niçin gittiğini bilmeyen, aldığı derslerin ne işe yaracağından habersiz, tembel, alâkasız, disiplinsiz, ciddiyetsiz öğrenciler, bu öğrencileri yetiştiren(!) eğitimciler ve eğitim sistemi... Bilhassa eğitim hayatının ilk dört yılında olan çocuklara bir sorun bakalım; bu dersleri niçin okuyorsun, diye. %90 oranında “sınavda çıkıyor”dan başka bir yanıt alamazsınız. Bir de sakın ha “o yaşta çocuk ne anlar” demeyin, aynı çocukların diğer hususlarda neler anladığını da görüyoruz. Yine bu çocuklar kendilerine öğretilen soruların çözümünden başka aynı problemin anlatımı farklılaşmış çeşitleri karşısında put gibi kalıyorlarsa, memleketteki hiçbir siyasînin çıkıp da kültürden, kalkınmadan, yerli üretimden dem vurma hakkı yoktur. Neredeyse her sene yamalana yamalana tutulacak yeri kalmamış bu sistemi toptan çöp tenekesine atıp, yerine bir yenisinin icad ve tatbik edilmesinden başka bir çare olmadığını da peşinen ifâde edelim.

Üniversiteler sanki ilk ve orta öğretimden çok mu farklı bir manzara arz ediyorlar? Vize ve final dönemlerinde kırtasiyeden alınmış ders notları üzerinden yapılan bir-iki haftalık ezber ve ardından alınan üniversite diploması. Geri kalan zaman da ne fikir, ne de tefekkür çilesi... Sorsan, hanım yahut beyefendi sosyalleşiyor. Affedersiniz ama hayvanlaşmayı da sosyalleşme zannediyor. Endüstrileşme hayatın pek çok sahasında olur da, hiç eğitim sisteminde olur mu? İşsizlik ve üniversite mezunlarının toplam nüfusa oranı gibi istatistikî rakamları kandırmak için çiğ köfte bayisi gibi açılan üniversiteler, öğrencilerle beraber nesilleri öğütüyor, bilmem farkında mısınız?

Ya lisans üstü eğitimler? Yetişmiş(!) akademisyen kadroya ve bu kadronun yetiştirdiği insanlara bakıldığında da görüleceği üzere lâfı uzatmanın pek de bir anlamı yok. Devlete kapağı atıp her ay yatacak maaşında başka bir derdi olmayan, eğitimiyle mesul olduğu milleti her fırsatta hor ve hakir gören, idealsiz, ruhsuz, vicdansız kan emici vampir sürüsü... (İstisnalar müstesna olmakla beraber, istisnaların kaideyi bozmayacağını da hatırlatmak icab eder...)

***

Bizim meselemiz sanayi olduğundan burada oturup baştan sona eğitim sistemi hakkında bir değerlendirme ve yerine yenisini teklif etme lüksümüz yok ne yazık ki; fakat eğitim yoğurularak cemiyeti meydana getiren mayanın ana unsurlarından biri olduğu için yerimizin izin verdiği ölçüde, nisbeten sathî de olsa bir değerlendirme yapmamız da kaçınılamaz tabiî...

Türk Eğitim Sisteminin Kısa Tarihi

Yalnız sanayi değil, insanî faaliyet şubelerinin her birinde temel bir mesele olan eğitim, niçin verilir? Başın başında bize göre cevablandırılması gereken suâl budur. Türkiye’de ve dünyanın diğer ülkelerinde bundan bir yahut birkaç asır evvel tatbik edilmeye başlanan ve yerleşen eğitim sistemi, aradan geçen zaman zarfında evvelâ bu “niçin” suâlini unutturmuş ve taklid edile edile onarılamaz bir hâle gelmiştir. Hâli hazırda Türkiye gibi yarı parya devletlerin zaten kopyala yapıştır tekniğini kullanmak suretiyle Batı eğitim sistemini hiçbir muhasebeye tâbi tutmaksızın aplike ettiğini de göz önünde bulunduracak olursak, herhâlde ne kadar da ehemmiyetli bir noktaya ayak basmış olduğumuz anlaşılacaktır.

Büyük Doğu-İbda Hikemiyâtından öğrendiğimize göre, Doğu ve İslâm medeniyet kaynağıyla alâkamızı zayıflatıp, Yunan ve Hristiyan medeniyet kaynağından doğma Batı dünyasında alâka aramaya başladığımız günden beri haşmetli bir maarif meselemiz var.

Meselenin ilk meydana çıkması, 1839-1939 arası ve Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet hareketleriyle kademeli. Evvelâ ana hatlarına bir bakalım, ardından muhasebesini yapıp, Başyücelik Devleti’nin eğitim politikasıyla, bilhassa da teknik eğitim politikasıyla devam edeceğiz...

Tanzimat:

1846'da Mekatib-i Umumiye Nezareti kuruldu.1848 de Darülmuallim (öğretmen okulu) açıldı. Harbiye, Bahriye ve Tıbbiye dışındaki okulların kontrolü bu nezarete verildi.

Rüştiyelerin açılmasına hız verildi.

1868'de Fransızca eğitim ve Batılı anlamda ilk eğitim verecek olan lise ile üniversite arasında bir kurum olan Galatasaray Sultanî’si açıldı.

1869'da Fransız eğitim sistemini örnek alan Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayınlandı.

1870'te Dârülmuallimât adında kız öğretmen okulu açıldı.

İlk kez yurt dışına öğrenci gönderildi.

Devlet memuru yetiştirmek amacıyla, Mekteb-i Maarif-i Adliye kuruldu.

Meşrutiyet:

Birinci meşrutiyet döneminde memleketin o güne kadar ihtiyaç duyduğu bir çok eğitim kurumu açılmış olmasına rağmen, İkinci Meşrutiyet’in ilânı sayılan Kanunî Esas-i’de eğitim ile ilgili olan üç maddeyle beraber, yapılan çalışmalar anlamını yitirmiş ve iş kuru bir Batı taklitçiliğine perçinlenmiştir. Bunlardan ilk ikisi özel öğretime, üçüncüsü ilköğretimin zorunluluğuna ilişkindir:

15. madde, “öğretim işini(konusunu) herkes özgürce yapabilir; ilgili kanuna uymak şartıyla her Osmanlı vatandaşı genel ve özel öğretim yapmaya izinlidir.”

16. madde, “ülkedeki çeşitli dinî inanışlardaki toplumların din ve inanışlarına ilişkin öğretim yöntemi ve biçimine dokunulmayacaktır” denilmektedir. Aynı madde ülkedeki tüm mekteplerin Devlet’in denetiminde olduğunu da belirtir.

114. madde: “Osmanlı fertlerinin tümü için ilköğretim mecburi olacak ve bunun ayrıntıları ayrı bir düzenleme ile belirlenecektir.

Cumhuriyetin İlânı:

Bu bölümde bilhassa Atatürk İnkılâbları’ndan bahsederek devam edeceğiz...

Millet Mektepleri; Türkiye’de 1 Kasım 1928’de yeni harflerin kabulünden sonra halkı okur-yazar kılmak amacıyla gerçekleşen eğitim seferberliği için kurulmuş dört ay süreli eğitim veren halk eğitimi kurumlarıdır.

Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası); Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından 3 Mart 1924 tarih ve 430 Kanun Numarası ile kabul edilmiş olan ve ülkedeki bütün eğitim kurumlarının Maarif Vekaleti’ne (Milli Eğitim Bakanlığı’na) bağlanmasını öngören yasadır. Türkiye Cumhuriyeti’nde eğitimin temel kanunu kabul edilmiş ve daha sonra çıkarılan kanunlara esas teşkil etmiştir. 1982 anayasasında 174. maddeyle koruma altına alınmış “inkılap kanunlarından” bir tanesidir. Türkiye’de eğitim alanında reform yapabilmek; millîlik, laiklik, modernlik esaslarını uygulayabilmek için eğitim kurumlarının birleştirilmesine ihtiyaç duyulduğu için kanun hazırlandı. Halifeliğin kaldırılması’na dair kanun ve "Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin Kaldırılması hakkında kanun"la aynı gün çıkarıldı. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ayrıca tekke ve zaviyelerin kapatılması; dinî olduğu düşünülen Arap harflerinin kaldırılıp Harf Devrimi’nin yapılması gibi diğer bazı cinayetlerin gerçekleşmesi için de altyapıyı oluşturmuştur.

Medrese; Müslüman ülkelerde orta ve yüksek öğretimin yapıldığı eğitim kurumlarının genel adı. Medrese kelimesi Arapça ders kökünden gelir. Medreselerde ders verenlere "müderris", onların yardımcılarına "muid", okuyanlara "danışmend", "softa" veya "talebe" adı verilir.

Türk İslam devletlerinde medrese geleneği Karahanlılarla başlar. Ayrıca Karahanlılar medrese geleneği ile birlikte burslu öğrencilik sistemini başlatmışlardır. F. Reşit Ünat'a göre ise İslam'da ilk medrese Büyük Selçuklu Devleti zamanında Alparslan'ın meşhur veziri Nizamülmülk tarafından açılan ve yine onun ismiyle anılan “Nizamiye Medreseleri”dir. Necdet Sakaoğlu ise ilk medresenin kurucusu olarak, Nişabur hâkimi Emir Nasır bin Sebüktekin'i göstermektedir.

Medreseler, Selçuklular'la zirve yapar. En kapsamlı, çok yönlü medreseleri Büyük Selçuklular açmıştır. En büyük Nizamiye Medresesi, Selçuklu veziri Nizamülmülk tarafından Bağdat'a kurulmuştur. İlk medreselerde ağırlıklı olarak Kuran, kıyas, icma, fıkıh, kelam gibi dini dersler okutulurken, Nizamiye medreselerinde hem müsbet ilimler hem de dinî ilimler birlikte okutulmuştur.

Selçuklular Anadolu'ya geldikten sonra çeşitli şehirlerde çok sayıda medreseler inşa etmişlerdir. Anadolu'da açılan ilk medrese Danişmentliler tarafından Tokat Niksar'da açılan “Yağbasan Medresesi”dir.

Osmanlı Devleti'nin devrinde ilk medrese Orhan Bey zamanında 1330 yılında “Orhan Gazi Medresesi” adıyla İznik'te kurulmuştur. Daha sonra Osmanlı Devleti'nin sınırları genişlemesiyle beraber Bursa ve Edirne başta olmak üzere pek çok şehirde medreseler açıldı. İstanbul'un fethinden sonra üst seviyedeki eğitim kurumları başkentte yoğunlaştı.

1331-1451 yılları arasında 82 adet medrese kurulmuştur.

'Olmayan' eğitim sistemi son sürat çukura gidiyor 'Olmayan' eğitim sistemi son sürat çukura gidiyor

1463-1471 yılları arasında kurulanlara “Fatih Medreseleri” ya da “Sahn-ı Seman Medreseleri” denilir(Bu medreselerle birlikte süreye dayalı eğitim, ders geçme sistemine dayalı eğitime dönüştürülmüştür.).

1550-1557 yılları arasında kurulanlaraysa “Süleymaniye Medreseleri” denir. Osmanlı Devleti'nin ilk tıp okulu Darüttıp, Süleymaniye medreselerinde yer almıştır. Tıbbî bilgilerin uygulamalarının yapıldığı Darüşşifa ve diğer bazı bölümler olan Darülakakir (Eczane), Darüzziyafe, Tabhane ve İmarethane ilk kez Süleymaniye medreselerinde yer almıştır.

Başlangıçta bütün eğitim faaliyetlerinin yapıldığı kurum olan medreseler, Tanzimat Döneminde yeni meslekî okulların açılması ile sadece din eğitimi verilen okullar haline getirildi. Osmanlı devletinin son döneminde medreselerin ders programında ve teşkilat yapısında yeni düzenlemeler yapıldı. 1914 yılında Darü-l hilafeti-l Aliyye adı altında birleştirilen medreseler, Millî Mücadeleden sonra 03.03.1924 tarih ve 430 sayılı Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun birinci maddesi olan “Türkiye dahilindeki bütün müessesat-ı ilmiye ve tedrisiye Maarif Vekaleti’ne merbuttur” ifâdesi ile Millî Eğitim Bakanlığı’na bağlanmış ve zamanın Millî Eğitim Bakanı Vasıf Bey de 13.03.1924 tarihli genelgesiyle medreseler üzerindeki tasarruf hakkını kullanarak medreseleri kapatmıştır.

Maarif Teşkilatı Hakkında Kanun; 2 Mart 1926 tarihinde Türkiye'de, ilkokul lise ve yüksek öğretimin belli esaslara göre düzenlenmesi için Maarif Teşkilatı Kanunu kabul edildi. Devletin izni olmadan okul açılamayacağı belirtilerek okullarda hangi derslerin ne şekilde okutulacağı belirlendi. Eğitim Sistemi düzenlendi. Bugünkü eğitim sistemi ana çizgileri ile kuruldu. Okul açma yetkisi Millî Eğitim Bakanlığına verildi. Yabancı okullarda Türkçe Tarih Coğrafya ve Felsefe derslerini Türk öğretmenler tarafından okutulması karara bağlandı. Tefsir ve Tefsir Tarihi, Hadis ve Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi, Kelâm Tarihi gibi dersler, müfredattan kaldırılmıştır.

Harf Devrimi; Belki de eğitim alanında işenen en büyük cinayet budur. Sırf İslâm’ı hatırlatıyor diye bir milletin yüzlerce yıllık alfabesi değiştirilmiş ve aynı millet İslâm ile beraber bütün bir tarihinden, tarihten gelen tüm eserlerinden de tecrit edilmeye çalışılmıştır. Dünya tarihinde bilinen hiçbir ihtilâl, inkılâb adı altında böylesi bir cürmü işlemeye cüret edememiştir.

 Türkiye'de 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı “Yeni Türk harflerinin kabul ve tatbiki hakkında Kanun”un kabul edilmesi ve yeni alfabenin yerleştirilmesi sürecine genel olarak verilen isimdir. Bu yasanın kabulüyle o güne kadar kullanılan Arap harfleri esaslı Osmanlı alfabesinin resmiyeti son buldu ve Latin harflerini esas alan Türk alfabesi yürürlüğe kondu. Türk alfabesinin içeriği, Latin harflerini yazı sistemlerinde kullanan diğer ülkelerin alfabeleriyle birebir aynı olmayıp Türk dilinin seslerini karşılamaları için uydurulmuş büyük ve küçük harfleri bulundurmaktadır (Ş/ş, ı, İ, ğ).

 Dil Devrimi; Türkçenin, güya vatandaşların çoğunluğunun anlayamadığı Arapça ve Farsça kökenli sözcük ve dilbilgisi kurallarından arındırılıp Türkiye Cumhuriyeti'nin ortak, millî dili olarak yazı ve konuşma dili haline getirilmesini amaçlayan 12 Temmuz 1932 tarihli devrimdir. Harf inkılâbından sonra tüy dikmiştir. Bugün hâlen ortaya net bir dil çıkmamasının ardındaki müsebbibidir.

Modern(!) Türkiye’deki Orta Eğitim Sisteminin Kurucusu;

Geçtiğimiz yüzyılın en etkili eğitimcisi sayılan John Dewey, Berlin Üniversitesi’nde doktora derecesi almış, Hegelci bir filozof olan George Sylvester Morris’le beraber çalışmıştır. Dewey, “okul”u, Sosyalist dünya düzeninin inşâsı için bir mekanizma ve kitlelerin uyum sağlamasını zorlayan bir forum olarak gören ilk kişilerdendi. 1899’da Dewey, “Kendi adlarına düşünmeyi bilen çocuklar, herkesin birbirine bağımlı olacağı gelecekteki kollektif toplumun âhengini bozar,” diyordu. Dewey’in “ilerici eğitim”inin başarı kazanmasının altında yatan en önemli sebeb ise, Rockfeller ve Carnegie ailelerinin maddî desteğini almış olmasıdır. Yüzyılın başında NAE (Evangelik Millî Birliği), Dewey’in tüm projelerini destekliyordu.

Türkiye ile yukarıda kaleme aldıklarımızın alâkasına gelecek olursak; Dewey, 1924 senesinde Türkiye’yi de ziyaret etmiştir. Türk eğitim sistemi, bu ziyaretinin ardından Dewey’in hazırladığı rapora göre tanzim edilmiştir. Türkiye'de Amerikalı eğitimci John Dewey üzerine yapılan pek çok çalışma, temel kaynak olarak onun ön ve asıl raporlarını kullanarak, Türk eğitim sistemi üzerine etkisini konu edinmiştir. Prof. Dr. Mustafa Ergün’ün “Atatürk Devri Türk Eğitimi” adlı kitabında John Dewey'e dair verdiği bilgiler ve dönemin Türk basınında bu konuda çıkan haberler mânidardır. “Kendi adlarına düşünmeyi bilen çocuklar, herkesin birbirine bağımlı olacağı gelecekteki kollektif toplumun âhengini bozar” diyen Dewey'in Türk eğitim sistemine katkısı(!), bugün bakıldığında, inkâr edilemez şekilde müşahede edilebilmektedir.

Dewey’in temellerini attığı projenin adı, “Hedef 2000” projesidir. Toplum mühendislerinin çalışmalarında birinci basamak, toplumu ahmaklaştırmak ve ahmak tutmaktır. Bill Clinton tarafından 1994 senesinde kanunlaştırılan “Hedef 2000” projesini destekleyen yüzlerce kitab, Rockfeller zenginlerince eğitim piyasasına sürülmüştür. Hedef 2000, “kontrol teorisi - gerçeklik terapisine dayalı bir akademik DAVRANIŞ UYUM PROJESİ” olarak tarif ediliyor.

“Hedef 2000” projesi, öncelikle tüm öğrencilerin eğitim hayatına başlar başlamaz aile yapılarını incelemeye başlar. İncelemesini yaptığı ailelerde herhangi bir “olumsuz durum” gözlerse, çocuğu ailesinden ayırır ve ailesi ve öğretmenleriyle beraber çocuğu iyileştirme(!) programına alırlar. Çocukta tesbit edilmesi muhtemel “olumsuzluklar” ise, dikkat dağınıklığı, dikkat eksikliği ve hiperaktivite olarak belirtilmektedir. Eğer bu belirtilere rastlanırsa, çocuğa ailesi gözetiminde öğretmeni tarafından “ilaç tedavisi” uygulanır. İlaç tedavisinin muhtevası ise Ritalin gibi “beyin” düzensizlikleri oluşturan uyuşturuculardır. Bugün Türkiye’de de benzer bir şekilde, öğretmenler tarafından olmasa bile, dikkat dağınıklığı gibi sebeblerle kliniğe başvuran binlerce öğrenciye ritalin ve türevi ilaçlar adeta aspirin gibi yazılmakta ve tam da eğitim çağında olan dimağlar bu kimyevî ilaçlar vasıtasıyla kısırlaştırılmaktadır.

“Olumsuzluk” olarak sıralanan kimi belirtilere baktığımızda, biz şahsen karşımızda “zeki” bir çocuk gördük. Belli ki Amerika, kendi toplumu içinde “fazla” zeki çocuk görmek istemiyor. Toplum mühendisliği, çocuk eğitim hayatına başlar başlamaz onu şekillendirmeye başlıyor ve işi bittiğinde, ya tornadan çıkmış gibi güdümlü robotlar yahud işe yaramaz, beyni ve zihni uyuşturulmuş bir topluluk çıkıyor karşımıza.

İlaçlarla zihni harab edilmiş zeki çocuklar ve diğer sıradan çocuklar ise video oyunları, sersemletici tuhaf müzikler ve seks pompalanarak, düşürüldükleri çukura hapsediliyorlar. Sıradaki “toplum mühendisliği” marifetine gelince, doğrusu çok da şaşırtıcı değil: Amerikan öğretmen okullarında verilmekte olan dersler arasına “farmakoloji – ilaç bilimi” dersinin eklenmesi. Yakında Türkiye’de de benzer bir uygulamaya şahit olursanız hayret etmeyin.

Aradan bunca sene geçmiş olsa da, eğitim sisteminin temeli neticede Dewey tarafından atılmıştır ve her ne kadar geçen zaman içinde bu sistem restore edilmeye çalışılmış olsa da, nihayetinde temeli ortadan kaldırılıp yerine yepyeni bir sistem inşa edilemediği için, yapılan iyileştirmelerden beklenen fayda sağlanamamış ve böyle devam edecek olursa sağlanmayacaktır da. Dolayısıyla bu temel problem hâlledilmeksizin işin eğitimci, eğitim, disiplin, müfredat, ders saati, sınav sistemi gibi bahislerini tek tek tenkid etmenin pratik bir faydası da yoktur.

Üniversitelerin Düzenlenmesi; Darülfünun’un kapatılması ilk kez 1924 senesinde telaffuz edilmeye başladı. Kararın kesinleşmesinde 1926 yılının Mart ve Nisan aylarında “Akşam Gazetesi”nin “Latin harflerinin kabul edilmesinin yararlı olup olmayacağı” hakkındaki anketine katılan birkaç Darülfünun müderrisinin, bunun doğru bir hareket tarzı olmayacağını söylemesi de etkili olmuştu. Cumhuriyet Halk Fırkası’nın 1927 ve 1931 kurultaylarında niyet iyice belirginleşti. 1931 kurultayında Darülfünun’un ıslahı için yapılması gerekenler hakkında bir rapor vermek üzere Avrupalı bir uzmanın çağrılması için bütçeye ödenek konuldu. Dönemin önemli entelektüellerinden Ahmet (Ağaoğlu) ve Aziz Şevket (Kansu) Beyler ‘Avrupa’dan medet umulmasını’ eleştirdiler ama İsviçre’nin Cenevre Üniversitesi profesörlerinden Albert Malche’ın Türkiye’ye gelmesini önleyemediler.

16 Ocak 1932 tarihinde İstanbul’a gelen Prof. Malche, tam beş ay boyunca Darülfünun’da incelemeler yaptı ve Türkçe-Fransızca iki dilde yazdığı yüz sayfadan uzun raporunu Maarif Vekili Reşit Galip’e takdim etti. Reşit Galip raporu dikkatle okudu ve Mustafa Kemal’e sundu.

Rapor beğenilmiş olmalıydı ki, Prof. Malche başkanlığında 24 Mayıs 1933’te toplanan Darülfünun Islahat Komitesi, tarihe ‘1933 Üniversite Reformu’ diye geçen harekâtı başlattı. Yeni üniversitenin dört fakültesi (Tıp, Hukuk, Fen ve Edebiyat) ile İslâm Tetkikleri, Millî İktisat ve İçtimaiyat, Türkiyat, Coğrafya, Morfoloji, Kimya, Elektro-Mekanik ve Türk İnkılâbı enstitüleri olacaktı. Bütün öğrencilerin devam mecburiyeti olan bu son enstitüde Recep Peker, Reşit Galip, Hikmet Bayur, Hamdullah Suphi gibi “rejim”in ağır topları ders vereceklerdi.

Yahudi Akademisyenler; Malche’nin marifetlerinden biri de Almanya’da çalışması yasaklanan ve işe yarayanları A.B.D. ve Avrupa tarafından kapışılan akademisyen artıklarının Türkiye’de istihdam edilmesidir. Bunlar Türkiye’nin ilk üniversitesi olarak kabul edilen İstanbul Üniversitesi’nin kurulmasında başroldedir ve İstanbul Üniversitesi, hiç utanmaksızın bu vaziyeti sanki bir marifetmiş gibi kendi web sayfasının tarihçe bölümünde de mutlu mesut anlatmaktadır.

 Bilindiği gibi Hitler’in iktidara gelmesinden üç ay sonra çıkarılan ‘Sivil Kamu Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması’ kanunu ile Ari ırktan (Aryan) olmayanların (özellikle de anası-babası veya büyükannesi-büyükbabası Yahudi olanların) devlet hizmetinde çalışması yasaklanmıştı. Bu kanunla, Türkiye’deki ‘üniversite reformu’nun üstüste düşmesi esasında ilginçtir. Öyle ki, 1933 yılının Temmuz ayında 100’ü aşkın anadili Almanca olan bilim adamı İstanbul Üniversitesi ile sözleşme imzalanmış durumdaydı. Bunlar arasında çoğunluğu Yahudi olan ve Yahudi olmayan ama politik nedenlerle Almanya’dan ayrılmak zorunda kalanlar/bırakılanlar da vardı. Bugün piyasada arzı endam eden belli yaşı aşkın Beyaz Türk akademisyenlerin, kimlerin öğrencileri olduğunu da böylelikle not olarak düşelim.

***

Başyücelik Hükümeti İktisat Vekâleti Sanayi Müsteşarlığı

Eğitim Sistemi

Her ne kadar iktisat merkezli bir çalışma içinde bulunuyor olsak da, eğitim meselesi, hayatın diğer tüm şubeleri üzerinde teshir sahibi olduğu ve hattâ bir bakıma diğer tüm şubelerin üzerine bina edildiği temel olduğu için bahsimizin son derece ehemmiyetli bir parçasıdır. Bilhassa sanayileşmenin temel şartları arasında yer alan eğitim, gerek nitelikli insan gücünün gerekse orjinal iş ve eserler üretecek dehaların yetişmesi açısından son derece hayatî öneme haizdir.

Bugünün Türkiye’sinden de görülebileceği üzere, eğitim sanki talî bir meseleymiş gibi ele alındığında, diğer tüm şubelerde yapılan iyileştirmelerin hiçbir fayda sağalamadığı açıkça görülüyor. Dolayısıyla bu bahse değinmeden geçme lüksümüz yok.

Hatırlayacak olursanız, geçtiğimiz ay, Türkiye’de bugün işletilmekte olan eğitim sisteminin tarihine kısaca da olsa bir göz atmıştık. Şimdiyse, dünün bakiyesi hâlinde bugün işletilmekte olan eğitim sisteminin kısaca vaziyetine göz atmak ve Başyücelik Devleti’nin eğitim politikasına, ahlâk bahsinden giriş yaparak devam edeceğiz.

Millî(!) Eğitim Sistemi

Fransa’dan kopyalanan, Amerika tarafından şekillendirilen ve Yahudi tarafından son hâline kavuşturulan eğitim sistemimizden geçtiğimiz sayı bahsetmiştik. Peşinen şunu ifâde etmekte yarar var; mevcut sistem millî falan değildir. İşin tarihe bakan tarafından yüz çevirip, yetişen nesillere bakacak olursak da görebileceğimiz üzere, yalnız “ruh köküne” yabancı değil, aynı zamanda düşman nesiller yetiştiren bir sistem, nasıl olur da millî olabilir ki

Senelerdir yamana yamana artık tutulacak yeri kalmamış olan mevcut sistemden değil memleket, bir yamyam kabilesinin dahî istifâde etmesi mümkün değil. Hakeza taklidi vaziyette sureti bizde olan eğitim sisteminin, Batı’daki aslı da pörsümüş vaziyette. Fikir, edebiyat, sanat, siyaset, fen ve matematik gibi sahalarda senelerdir adam yetiştiremeyen, son yetiştirdiği kuşakların da, içinde bulundukları vaziyeti idrak ederek, her ne kadar yabancı olsalar da istikbâli İslâm’a ısmarlayarak perde ardına geçtikleri malum. Hâliyle artık Batı’da aslı dahi köhnemiş, pörsümüş olan eğitim sisteminin suretinden bir fayda devşirilemeyeceği kati suretle idrak edilmelidir. Vaziyet bu şekilde idrak edildikten sonra da, en baştan başlamalı ve hakikaten de millî olan bir eğitim sistemini örgüleştirmek zorundayız.

İlk ve Ortaöğretim

Herhangi bir ortak ideali, aşkın-münteal bir varlığa bağlılığı olmayan milletlerin makus talihidir ki, cemiyetin içinden hiç ama hiç kimse çıkıp da nefsine zor gelen bir işe talib olmaz. Herhâlde bu ölçütün en net bir şekilde gözlemlenebileceği ülkelerden biri de Türkiye’dir. Aşk ve vecd çığırının kapanmasından sonra türeyen “ham yobaz, kaba softa” tipi ilerleyen yıllarda yerini kuru taklitçiliğe bırakmış ve neticede -Müslüman bir toplumu ne alâkadar ediyorsa- lâiklik, demokrasi, muasır medeniyetler seviyesi derken, milletimizi millet yapan bütün değerlerin köküne kibrit suyu dökülmüştür. Bizim kendimize has dinî ve millî değerlerimiz ortadan kaldırılıp, yerine Batı tipi hazcılık konduğundan beri de milletimizin mayasını, şahsiyetini teşkil eden aslî unsurlardan olan fedakârlık, kararlılık, sebat, kanaat, dayanışma ve tüm bunları milletin bünyesinde bünyeleştiren ahlâk ortadan kalkmıştır. Aslında daha açık bir dille ifâde etmek gerekirse, bugün cemiyetimizi meydana getiren fertler bir milleti değil, ancak hakiki bir milletin posasının temsilcisi olabilirler.

Kimse kızmasın, bizim de içinde bir unsur olarak bulunduğumuz milletin hâli ayna; ya bu gerçeğin yüzünü göreceğiz, yahut da leşler gibi bir hayat sürmeye devam edeceğiz.

Şimdi ilk ve orta öğretim bahsiyle bu dediklerimizin alâkasına gelelim. Bilhassa eğitim ve öğretimin ilk tohumlarının ekildiği bu dönemde, en ehemmiyetli unsur olan yetiştiriciler, yani öğretmenlerdir. Öğrenciye öğreteceği bir yana, en başta ailesinden hemen sonra rol model olarak öğrencilerinin karşına geçen öğretmenler, bugün ne vaziyetteler?

Yetiştiriciler de, tıpkı içinden çıktıkları cemiyette olduğu gibi idealsiz, aşksız, şevksiz, hevessiz kimseler. Hazcı anlayış dedik ya, bugünün dünyasında haz eşittir para. Para dediğin zaman da en garantisi devlete kapağı atmakta. Hele bir de öğretmen olursan; uzun tatiller, kısa mesailer, dolgun maaş, cemiyetin hâlen bir kesiminin takındığı hürmet vs... İstisnalar tabiî ki müstesna ve kimse kusura bakmasın ama bu vaziyet yetiştiricilerin kabahati de değil, yetiştiricileri yetiştirmekle vazifeli olan kimse, onun kabahatidir.

Peki, böylesi bir yetiştirici tipinin bizzat kendisinden kaynaklanan sorunlar nasıl halledilir? Devletimiz sağ olsun! Milletine ideal sunmaktan, hedef göstermekten, ortak değerlerimizi zenginleştirmekten ve ferd ile toplum arasında muvazene kurmaktan yana aciz olan devletimiz var olsun! Bu meseleyi de tıpkı diğer tüm meselelerde olduğu gibi son derece kıvrak bir şekilde çözüme kavuşturmasını bilmiş. Hem de diyalektik kullanmış. Öğretmenlerin karşısına muvazene unsuru olarak okul aile birliklerini dikivermiş. Yakında cerrahlardan kaynaklanan sıkıntıları çözmek için de hasta yakını birliklerini kurar ve ameliyatlara hasta yakınlarını sokarsa hiç şaşırmayın.

Eğitimden, öğretimden uzak, sahib olduğu bütün malumatı sınıf geçmeye, sınav kazanmaya endeksli nesiller imâl eden eğitim sisteminin neresinden tutacağımızı şaşırdık. Başarı kriteri sınav sonuçları olunca, eğitim sisteminin “niçin”ine verilen yanıtta “sınav geçmek için” gibi bir garabet oluyor.

Bir meselede ince bir hususiyet vardır, dikkat edilmesi gereken ve onu yakalayan münekkit bu inceliği yakalamış olmanın verdiği hevesle tenkidini yapar da, baştan sona iflâs etmiş bir sistemi tenkid etmenin bir esprisi de yok açıkçası.

Üniversite

Avrupa Birliği’ne uyum çerçevesinde üniversite mezunu etiketini çoğaltmak adına memleketin dört bir yanına çiğköfteci dükkanı gibi açılan üniversiteler malûm. İlk ve ortaöğretimde, bilmeyi sınav geçmek zanneden ve üniversitede de yalnızca gireceği sınavlarda çıkacak konuları ezberleyerek sınıf geçen mezunlardan ne beklersin? Akademisyen kadrosunun da yine muallim kadrosunda olduğu gibi az mesai çok maaş ve devlet memurluğu anlamına geldiği bir memleketin üniversitesinden ne çıkar ki?

Ailesinden kaçıp kurtulmak için şehir dışına kaçışın bileti hâline gelen üniversitelerden her şey çıkar da, bir tek münevver çıkmaz.

Profesörlerin çalıntı tezleri, üzerinde kafa patlatmadığı dersleri sırf mevzuata uysun diye kitaptan yahut ezberden okuyan öğretim görevlileri ve hürriyet diye eşek hürriyeti peşinde hem kendilerinin hem de ailelerinin senelerini heba eden nesiller. Yok, tutacak yeri yok. İltifat marifete tabiyse eğer hakikaten, bir marifeti de yok! Yahut mevzuyu böyle bir hâle sokabilmek en büyük marifet!

Kısa bir Mülahaza

İnanın çok merak ediyoruz... Bu ülkenin Millî Eğitim Bakanı ve onun altında görev yapan Millî Eğitim Bakanlığı müsteşarları bu vaziyeti göremeyecek kadar kör mü hakikaten de? İnsaf yahu! Bu ülkedeki eğitim sisteminin nereye gittiği, yetişen nesillerin dün kimsenin beğenmediği Kamalistleri bile aratacağı son derece açık değil mi? 13-15 yaşında çocukların daha hâlâ kelimeleri telaffuz edemediği, cümle kuramadığı, 1,5-2 yaşında çocuklar gibi konuştuğu bir memleketten bahsediyoruz beyler. Sonra yok sanayileşme, yok kalkınma, yok dünya sıralamasında bilmem kaç arasına girme...

Bahsimizin asıl başlığı olan sanayileşme... Üretimin her planında sanayileşmeden bahsedilebilir de, beşerî planların hiçbirisinde sanayileşmeden bahsedilemez. Endüstriyel eğitim olmaz, endüstriyel sağlık olmaz, endüstriyel adalet olmaz! Batı bu yüzden köhnedi, bu yüzden pörsüdü ve daha dün muasır medeniyetler seviyesi olarak görülen Batı bugün belki de sırf bu yüzden yıkılıyor. Sorması ayıptır, aynı akıbeti mi bekliyorsunuz? Söylenecek ne çok söz var da, söyleyip ziyan etmeyelim; kötü sözün bile bir haysiyeti var.

Ana Hatlarıyla Başyücelik Devleti’nin Eğitim Politikası

Bahsimiz sanayileşmenin temel şartlarından biri olarak eğitim olduğundan, elden geldiğince kısa tutabilmek adına maddeler hâlinde sıralayacağız.

- İslâm aşk ve vecdinden uzaklaşıldığından beri, en temel dava ahlâk davasıdır; ahlâk davamız. İnsan iradesini hayra yöneltecek olan müessir ahlâk olduğuna göre, milletimizin ruh kökü olan İslâm’dan aldığı ilhâmla şahsiyetinin aslî unsurlarını yeniden yeşertmenin yolu da ahlâk davasından geçmektedir.

İbda Hikemiyâtından öğrendiğimize göre; eşya ve hadiselere, zaman ve mekâna tahakküm kudretini kaybetmeye başladığımız ândan beri.  Kanunîden beri bir ahlâk davamız var. Tıpkı maarif meselemizin tarihinde olduğu gibi, Sarı Selim’den Tanzimat’a, Tanzimat’tan Meşrutiyete, Meşrutiyetten Cumhuriyete ve Cumhuriyetten bugüne... Maarif meselesinde olduğu gibi diğer tüm insanî faaliyet şubelerinde de cereyan eden tüm menfilikler işte bu ahlâk yoksunluğundan kaynaklanmaktadır.

Dört merhaleye bölünen 500 yıllık zaman zarfında her şey vardır da, bir tek önce “ham yobaz kaba softa”nın doğmasına ve ardından da kuru taklitçilerin türemesine manî olacak “mütefekkir” yetişmemiştir.

Bahsimiz sanayi olduğundan ve sanayileşmenin şartları da eğitim içinde fikir ve sanat ahlâkını bahse davet ettiğinden dolayı, İbda Hikemiyâtından öğrendiğimiz üzere, fikir ve sanattaki ahlâk telâkkimizden devam edelim.

Fikir ve Sanat Ahlâkı

- “Başkasından bir şey çıkmaz...” Kendinden olmayanı peşin inkâr. Şahsiyeti silikleşmiş ve şuur süzgeci olmayan toplumlar, karşılarına yeni bir fikir, eser, aksiyon çıktığı takdirde, sanki memleketin tüm minarelerden sala verilmişçesine, ortak bir refleksle onu gömmek için hazır bulunurlar. Okumak, dinlemek, izlemek, idrak etmek ve üzerine kafa patlatmak hem meşakkatli bir iş olduğundan, hem de yeni olanı değerlendirecek ortak iyi, doğru ve güzel ölçütlerine haiz olunmadığından dolayı böyle sürer gider.

İnkâr yahut kabul edilen üzerinden ölçütler şahsiyet bulacağı yerde, kişi ve toplumlar inkâr edişten şahsiyet bulur hâle geldiğinden dolayı, belki de insanlık tarihinin en meşakkatli ahlâk paradoksu ile karşı karşıyayız. Çünkü, aynı sebepten dolayı inkârcılıktan şahsiyet bulunmasının önüne geçecek yeni şuur süzgeci, şahsiyet ve ahlâk da aynı inkâra muhataptır.

Bize gereken ise, hikmet nerede olursa onu görecek, muhasebesini ve murakabesini yaptıktan sonra da kendi şahsiyetimize mal edecek ahlâkın tesis edilmesidir.  

- “Ustayı, bizi doğuran ve yetiştiren tesiri red ve iptal temayülümüz...” Teknolojideki süratli terakki, nesiller arasındaki alet kullanma becerisinde ciddi uçurumlara sebeb oldu. Türkiye gibi aleti üretmeyen ama tüketen toplumlarda, nesiller arasındaki bu fark daha da derinleşti. Bir zaman sonra çocuk ile baba arasında meydana gelen bu fark, sanki çocuğun babasından daha zeki, bilgili, anlayışlı olduğu gibi sakat bir anlayışı da peşinden getirdi. Bu anlayışın en hazin neticesi de, toplumdaki ortak anlayışa ayak uydurmak suretiyle babasındaki birikimi reddeden çocuğun, dünyaya sanki ilk defa geliyormuş gibi hayata başlaması ve nesiller arasındaki bağın kopmasıdır. Oysaki Japon kültüründe  “ben evvelâ babama yetişmek zorundayım” diye bir anlayış hâkimdir ki, hem geçmiş nesillerden gelen birikimin berhava olmasına manî olur, hem de nesillerin birbirini red ve inkâr temayülünü ortadan kaldırır. Yine Türkiye’den devam edecek olursak, 500 senelik mütefekkir yetiştirememe devremizde ham yobaz, kaba softadan sonra yerleşen kuru taklitçilik, tarih muhasebesi yapmak yerine red ve inkâr temayülünü benimsemiş ve geçmiş nesillerden günümüze doğru oluk oluk akan tüm içtimâî müesseseleri ortadan kaldırmıştır. Bir diğer tarafıyla da, olmadan oldum sanan çeyrek adamlar her tarafı sarmış bulunmaktadır.

Babaya, ataya ve ustaya olan hürmeti -burada sahte hürmetten değil, tüm şartlarıyla beraber hakiki hürmetten bahsediyoruz- yeniden tesis etmek mecburiyetindeyiz. Aksi hâlde zaten kopuk olan bağlar, bir daha tamir edilemez hâle gelir ve tıpkı kökleri kopartılmış ağaç gibi ölürüz.

- “Zekâ istihzadır telâkkisi” İlâhî nimetlerin en büyüklerinden bir olan zekâ, istihzanın emrine tahsis edilmişse letafet ve zerafet ortadan kalkar, onun yerini bayağılık ve kabalık alır. Türkiye’de bu vaziyete en müsait misal herhâlde Cem Yılmaz’dır. Cem Yılmaz ve onun yaptığı bu işten elde ettiği popülarite, esasında toplumun da zekâsını aynı istikâmette sarf etmesinin vesilesi olmuştur. Her şeyi bir istihza mevzu hâline getirip, sonunda da belden aşağı vurmanın adı mıdır espri? Orjinal iş ve eserler ortaya koyanlar ile Cem Yılmaz’ın bir arada bulunduğu listeden beri “en zeki kimdir” anketi yapılsa, ne yazık ki büyük çoğunluğun “Cem Yılmaz” şıkkını işaretleyeceği bir ülkede yaşıyoruz.

Zekânın istihzanın emrine tahsis edilmesinin neticesiyse, toplumun kendi arasındaki münasebeti iflâsa sürüklemesidir. Arkadaşıyla alay etmek için fırsat kollayan, gününü büyük bir kısmını alay etmek üzere çevresinin zaaflarını kollamakla geçiren bir cemiyet nereye varabilir ki?

Sözün başına dönecek olursak, zekâ ilâhî bir nimettir ve verilen her nimet gibi hesabı sorulacaktır. Başyücelik Devleti’nin temel prensiblerinden biri olan Cemiyetçilik dolayısıyla, zekânın sarf edileceği istikâmette, cemiyetin menfaatidir. Bu ahlâkın yerleşmesiyle beraber istihzaya tahsis edilen zekânın sahiblerine itibar edilmeyecek, bilhassa hor görülecektir.

- “Kıskançlık...” Bir çok tabiri ve birçok tasviri olsa da, belki de sahteliklerimizin, olmadığımız hâlde sahibi görünmeye çalıştığımız mânâların hakikileriyle karşılaştığımız taktirde meydana gelen duygu durum bozukluğu, illettir kıskançlık.

İbda Hikemiyâtında geçtiği üzere, “kıskançlık nedir?” diye tasavvuf büyüklerine sorulduğunda, “ruhumuza ait öyle bir maraz ki, başka her illetin çaresi var, onun yok” cevabı alınmıştır.

Cemiyet planında meydana gelecek bir zihniyet değişimi vesilesiyle, kıymet hükmü iş ve esere kaydırılmak suretiyle sahtelikleri tepeleyerek belki de bu illetin bir nebze de olsa önü alınabilir, ne var ki büyüklerin de buyurduğu üzere tam mânâsıyla bir çaresi de yok ne yazık ki.

- “Karşılıklı meddahlık...” Başkasından bir şey çıkmaz” hükmünün, “beni görmeyen, methetmeyenden bir şey çıkmaz” safhasına geçmiş hâli diye tanımlayabiliriz herhâlde. Hakikatten ziyade benlik derdinde, ahlâktan ziyade pohpoh ile ileriye zuhur edileceğini zanneden,  “iyi, doğru ve güzel” ölçütünü kendi nefsine hoş gelene irca etmiş, kendine tapınmaktan kaynaklanan maraz.

Dikkat ediyorsanız, işler dönüyor dolaşıyor ve “iyi, doğru ve güzel” ölçütüne takılıyor.

İnanan, hakikat kaygısı taşıyan bir cemiyette, yahut daha da özelde cemiyetin münevverlerinde böylesi bir marazın umumileşmesi mümkün değildir.

- “Birbirini çekiştirmek...” Samimiyetsizlik... Kimsenin kimseye saygısının kalmadığı, diğer bir kimseyi önemsemediği, değer vermediği, kendisine de saygısını yitirdiği şartlarda ortaya çıkan marazlardan biri de birbirini çekiştirmektir. Memleketimizde bu arazın da ne denli yaygın olduğundan bahsetmeye lüzum yok herhâlde.

Hele ki bugünün dünyasında iletişim vasıtalarının çeşitlenmesi ve yaygınlaşmasından sonra, sanki imkân var diye devamlı suretle kullanılması gerekiyormuş gibi bir psikoloji meydana geldi. Sürekli iletişim içinde bulunmak aslında insanın fıtratına aykırı. İnsan kendi fıtratına aykırı bir iş üzere ne kadar çok mesai sarf ederse, ondan bir o kadar zıtlık daha sadır oluyor ve problemin kaynağında yer alan samimiyetsizliği keşfetmek daha da zorlaşıyor.

İslâm, baştan başa ihlâsa dayalı bir din olduğuna göre, Müslüman bir milletin samimiyet ile alâkalı bir menfilik içinde bulunması düşünülemez.

- “Dedikodu...” Donukluğu resmeden en net ifâdelerden biri de dedikodudur. Birbirini çekiştirmekte bile bir hareket varken, dedikodu, yapan ve dinleyen açısından donukluğun, şahsiyetsizliğin ve kifayetsizliğin açık bir ifâdesidir.

Kendi başına şahsiyet olamayan, liyakatsiz, işe yaramaz ve tüm bu vasıfsızlığına rağmen en azından susmayı da beceremeyenlerin biricik meşgalesi dedikodu.

- “Saygısızlık...” Samimiyetsizliğin ve riyakârlığın olduğu yerde, saygı ne gezer? Karşılıklı meddahlığa benzer bir şekilde karşılıklı olması kaydıyla duyulan saygı, ne ifâde eder ki? Her iki tarafında karşı tarafın keleş yüzlerini kurcaladığı ve eğer ki adı rekabetse öne geçmeye değil de dibe çekmek üzere hayat sürdüğü zamanımızda, saygı kelimesini telaffuz etmek bile tüyler ürpertici.

Saygın bir toplum olmadan, saygın insanlar gibi hayat sürmeden saygı bekliyor olmak da işin diğer bir ciheti.

İnsan eğer ki eşref-i mahlukat ise, kendince hiçbir sebeb bulamasa bile, sırf varlığına biçilen bu peşin paye dolayısıyla birbirine saygı göstermek durumundadır. Hayvanların bile sürü içinde kendilerinden kıdemliler karşısında takındıkları tavır, insanoğlunun ne denli alçalmaya müsait bir varlık olduğunu da göstermektedir.

- “Disiplinsizlik...” Çağımızın en büyük meselelerinden biri de disiplinsizlik. Fransız İhtilâlinden sonra meydana gelen zihniyet değişimi, cemiyetçiliği iptal etmiş ve yerine ferdiyetçiliği benimsemiştir. Bu zihniyetin dünya çapında hâkim olması dolayısıyla da, ahlâk başta olmak üzere insanî müesseseler bir bir iflâs etmiş, cemiyetin yapı taşı hüviyetinde olan aile nizamıyla beraber de tüm nizam çözülmüştür. Bu Batı’da da, Batı’nın taklitçisi durumundaki Doğu’da aynıdır.

İnsan, nefsi dolayısıyla zaptürapt altına alınmaktan hiç ama hiç haz etmez. Peki ama biz hazcı mıyız ki, nefsimiz hazzetmiyor diye insan olma memuriyetinden kendimizi alıkoyalım?

Dergimizin Ekim 2014 sayısında, “Hürriyet ve Ahlâk” bahsini konu edinen yazısında Abdullah Kiracı şu hususların altını çizmişti:

“Peygamberler eliyle gelen Mutlak Fikir ve onun insanlara hayat normu olarak getirdiği “doğru, iyi, güzel” ölçüleri olursa, ruh ve nefs birlikteliğinden müteşekkil insanın nefs kutbu ruhun boyunduruğu altına girme durumunda kalacaktır. Mümeyyiz vasfı boyunduruk kabul etmemek, Yaratıcısı dâhil her varlıktan kendini üstün görmek olan nefs, ruhu kendi esiri yapmaya uğraşır. Bu vaziyeti, her ahlâkî öğretinin kurallarını çiğneme temayülünde olan insanoğlu, kendi iç tecrübesiyle bilmektedir. İnsan tüm istediklerini elde ettiğinde, kendince çok önemli gördüğü bir şeyi –kadın, para, güç vs- ele geçirdiğinde yaşadığı boşluk, aslında nefsin esareti altında kıvranan ruhun dünyada bulunuş gayesini bulamamasına işaret etmektedir ve çözüm olarak ruh, hiçbir beşerî hazzı hissetmeyerek kendini iptal eder. Bunun son raddesi kendi varlığını iptal demek olan intihardır. İnsanın nefse esaretinin belki de mukadder neticesi, kendisini yekten iptal anlamına intihardır.”

İnsanın, nefsinin boyunduruğuna girmek suretiyle yokluğa sürüklenmemesi için tutunabileceği tek dal belki de disiplin... Olmazsa olmaz olan...

- “Bohemlik...” Disiplin dalına tutunulamadığı için nefsin boyunduruğuna girenlerin, sanki matah bir vaziyette bulunuyormuşçasına kendi serseriliklerini tanımlamak için kullandıkları Fransızca kelimedir. Ve ne yazık ki bilhassa aydın ve sanatçı geçinen sürünenlerle sürüngenler arası güruhta son derece meşhur yaygındır. Memleketimizde bohem tabirinin çerçevesine giren ve ulvi tarafa doğru akması muhtemel çapta sanatkâr mizaçlılar acaba bir elin parmağını geçer mi?

- “Nükte hastalığı...” Einstein’ın belki hiçbir teorisini bilmeyiz ama hakkında bir sürü espri yapmaktan da geri durmayız. Hayatlarımızda ne yazık ki bu şekilde geçiyor, neredeyse hiç ama hiçbir şeyi bilmiyoruz; fakat hakkında şaka yapmaktan da kendimizi bir türlü alıkoyamıyoruz. İnsanın altta kaldığı kimi psikolojik durumlarda üste çıkmak adına gülmesi gibi, biz de maliki olmayı bir türlü beceremediğimiz, kavrayamadığımız mânâların şakasını yapmak suretiyle, sanki onları kavramış gibi mi hissediyor ve böylelikle de tatmin mi oluyoruz acaba?

Ne yazık ki ciddiyet öyle nadir bir istisna hâline gelmiş ki, ciddi bir şey konuşulduğunda, “bak cidden” veya “ciddi bir şekilde” gibi hatırlatmalar yapmak durumunda kalıyoruz.

Fani olan bu hayat, en başta ölümlü oluşuyla aslında ne kadar da ciddi değil mi? Oysa “ciddiyet içinden çöl olsa çıkılmaz!” Şu emre nisbetle ne hafif, ne ukalayız!

- “İlim Sahtekârlığı...” Birinin hem ilim adamı olup, hem de ilim sahtekârlığı yapması mümkün müdür? Aslında paradokslardan biri de budur herhâlde. İlm, idrak etmek demektir bir mânâsıyla. Birisi, başka birinin yediği yemeği nasıl ki kendisi yemiş saymıyorsa, aynı şekilde başkasının idrak ettiğini de kendisi idrak etmiş sayamaz. İlmin daha hususi hâli olan marifete bakılarak da neyi idrak edip etmediği şıp diye anlaşılabilecek olan bu kimse, iltifatı marifete tabi olan bir cemiyette barınamayacağından, bizim zihniyetimiz içinde böylesi bir alçalma şekline de tabiî olarak yer yoktur.

- “Hırsızlık...” Bir televizyon programına konuk olan Prof. Dr. Celal Şengör anlatmıştı; Türkiye’de ilk jeoloji kitabı olarak kabul edilen eser, Fransa’da turistlere fosil satan bir dükkanın bastırmış olduğu broşürün tercümesidir! Sokaktaki insan, bu akademisyen kadar hiçbir şekilde alçalamaz herhâlde.

- “Caizecilik...” Üstad Necib Fazıl, caizeciliği; en iddialı, en küstah isimler altında, edebiyat ve fikriyat dedikleri bomboş kadronun, mevhum, fakat mücerred itibar çığırtkanlığını yaparak koparılan para diye tanımlıyor. Edebiyat ve fikriyata bugünün havuz medyasını, kartel medyasını tüm kanal ve gazeteleriyle beraber ekleyip, bunun yanına da “çıkar amaçlı suç örgütü” gibi ortaya çıkan, çıkar amaçlı cemaatlerin dergilerini de ilâve edip, bir kez daha okuyalım...

- “Dalkavukluk...” “Dalkavukluk” diye bir film çekilse, alt başlığı da “Mümkün ola padişahım belki derya tutuşa” olsa, bu filmde, bugünün milletvekili, akademisyen, bürokrat, aydın, sanatçı, gazeteci, muhabir, patron, işçi ve toplumun geri kalan tümünü rahatlıkla izleyebiliriz herhâlde. Samimiyetsizliğin, saygısızlığın, korkaklığın, saygısızlığın, şahsiyetsizliğin ve ahlâksızlığın karşılıklı hâli olan dalkavukluk cemiyetimize öylesine sinmiş vaziyette ki, yukarıda sıraladığımız fikir ve sanat ahlâkının mayalanmasına mani olan hasletler bir bir ortadan kaldırılmadıkça tek başına çözüme kavuşturulabilmesi mümkün değil.

***

İslâm merkezli bir maarif sisteminin nasıl olması gerektiğine dair ele aldığımız başka bir yazıyı buradan okuyabilirsiniz!