İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun “İmza günü” münasebetiyle gittiği Ankara’da, 9 Ocak 1988’de ESAV salonunda yaptığı konuşma...

Konferans salonundan merdivenlere ve sokağa taşan kalabalık karşısında irticâlen yaptığı bu konuşmada İbda Mimarı, çeşitli meselelere temas etmiş, fikir dolu sohbetin ne olduğunu da misallendirmiştir.

Necip Fazıl, Erzurum’da öyle bir nutuk atmış ki... Necip Fazıl, Erzurum’da öyle bir nutuk atmış ki...

İşte o konferans:

Ben buraya gelirken son derece uykusuz ve yorgun bir halde geldim. Fakat gelmek istemememe rağmen buraya gelişimin tek sebebi; bir nevi nefse mazeret psikolojisine o kadar adapte olmuşuz ki, –bizim zaten kırmak istediğimiz husus da budur- bunu da ilk önce ben kendim göstereyim dedim ve o şekilde buraya geldim. Bu bakımdan, gayet tabii olarak uykusuzluk, sigara, çay gibi vesaire hususlarla eğer dilimde birtakım sürçmeler olursa buna verin.

Şimdi eğer bir konferans olsaydı bu, konferansa şöyle bir selam tarzıyla başlamak isterdim; bu söyleyeceğim selam tarzı –aşağı yukarı- sorulacak olan, fikre dair, siyasete dair veya sosyal meselelere dair soruların “lübbü (özü)”nü göstericidir; ben şimdi merkezini koyayım işin. Merkezini koyduktan sonra da gücümüz yettiğince, vaktimiz yettiğince tedailerle meselelerden meselelere geçelim. Böylece, bir bakıma hem bir meselemiz yok; bir bakıma da tam meselenin göbeğindeyiz.

Şimdi size şöyle hitap etmek isterdim: “sizi İslâm’a muhatap anlayış davasının ulvî aşısını taşıyanlara mahsus (hasredilmesi gereken) bir aşkla selamlarım!” Şimdi burada hem selamın keyfiyeti görünürdü, hem de bugün Müslüman olan bütün arkadaşların doğrudan doğruya İslâmî konsepte çıkış noktaları işaretlenmiş olurdu.

Şimdi şöyle bir şey var; eczaneye gittiğiniz zaman otomobil parçası isterseniz şayet, bu münasip düşmez. Bu bakımdan da biz “fikir adamı” sıfatıyla burada bulunduğumuza göre, biraz saf fikre kaçıcı bir biçimde konuşacağız. Saf fikre kaçıcı bir biçimde konuştuğumuz için de burada kelimelere takılıp da “şunu anladım” ya da “bunu anlamadım”dan ziyade, doğrudan doğruya kelimelere tutunmuş olan unsur üstü mânâyı zevken tatmaya çalışalım. Bu doğrudan doğruya, İslâm’a muhatap anlayış davasının ve doğrudan doğruya saf fikrin zevkinin alınması bakımından, zevkinin işe inkılabının, fark edilmeden gösterilmesi bakımından mühim bir husus.

Böyle bir girişten sonra işin başına geliyorum: “ZAMAN, MEKÂNDA YOĞUNLAŞIR.” Bu bir nevi, ruhun pıhtılaşarak madde haline gelmesidir. Burada bizim ruhçuluğumuzun ölçüsü de gözükmüş oldu. Bu ölçüyü koyduğumuz andan itibaren, İslâmî bir mücadeleden bahsedebilme, İslâmî tahassüsü gösteren ruhun bütün tezahürleri o pıhtılaşmayı temsil eder. Bu da doğrudan doğruya “aksiyon” kavramının içine girer. Demek oluyor ki: “eğer zaman tefekkürüne dair birtakım çizgileri olmayan insan, saf fikre dair birtakım çizgileri olmayan insan, –şimdi biz hiç kimsenin kalbini açıp bakıcı değiliz. Kalp mahfuz, o ayrı mesele- ortaya çıkmış olan bir insan İslâmî niyetle birtakım hususlar söylerken, tezahürlerin “öz”ü gösteriyor olması bakımından biz onun göstermiş olduğu tezahürlerden, özünün ne olduğunu söyleyebiliriz. Bu gözle baktığımız zaman, umumiyetle bugün İslâmî, iyi niyetli –kötü niyetli olarak görmüyorum, iyi niyetli olduğundan da şüphe etmiyorum ama iyi niyet bazen kötü niyetten daha fena olabiliyor- İslâmî saf tefekkür, saf konsept konulmadığı zaman, zaman tefekkürüne ait birtakım hususiyetler anlaşılmadığı zaman İslâmî bir mücadeleden bahsedilemez. Çünkü “GÖSTERECEĞİNİZ RUH YOK Kİ, O RUHUN PIHTILAŞMASI SÖZ KONUSU OLABİLSİN!”

Şimdi bu giriş içinde ben, aynı zamanda, İslâm’a bağlı bir dünya görüşünün tarih muhasebesi gibi bir hususu da belirtmiş oluyorum. Şöyle bir şey var, bu son derece geç bir zamanda bizim aramıza giren husus : “şartların objektif tahliline fikri tatbik edebilmek!” Mücadele budur! Şartlara fikri tatbik edemediğimiz andan itibaren orada fikir pörsümeye başlamıştır ve İslâm adına söylenen her şeyin laftan öte bir kıymeti yoktur. Bu bakımdan “tarih muhasebesi” gibi bir husus son derece mühimdir. Düşünün ki Büyük Doğu ideolocyasındaki “Tarih Muhasebesi” bölümü, keramet çapında muazzam bir hadisedir.

Bakın bugün Batı, İslâm’ın özünde olan hususiyetlere, kafasını taştan taşa vurarak tersinden yaklaşmaya başlıyor, bir nevi tersinden gerçekleştirici. Tabii aslı olmadığı için de hiçbir zaman kendini o bunalımlı, buhranlı durumdan kurtaramıyor.

Bu dediğin husus, doğrudan doğruya Batı tefekkürünün geçerli olduğu bir aydın zümre içinde konuşulduğu zaman doğrudan doğruya Necip Fazıl’ın “Tarih Muhasebesi” korkunç çarpıcı bir etki yapar. Fakat acıdır: doğrudan doğruya keramet çapında olan böyle bir muhasebe, yapılmış olmasına rağmen, göz önünde olmasına rağmen gerekli ilgiyi uyandıramıyor; çünkü böyle bir bünye yok. Demin bahsettiğim gibi, bir nevi ruhun pıhtılaştırılması şeklinde “iş”e döndürülmesinden, -iş, ruhun pıhtılaştırılmasıdır- bahsedilen bir yerde, daha döndürülmüş olan anlaşılmıyor. Burada korkunç bir husus çıkıyor karşımıza. Doğrudan doğruya bu bizim, Müslüman olarak zaafımızı gösterici bir hususiyettir. Aslında herşey göz önünde. Muhyiddin-i Arabî Hazretlerinin bir sözü vardır, der ki: “Halkın gözünde eşya görünür; Hak, aklî bir kavramdır. Halbuki Hakk’a erenlerin gözünde Hak, görünen bir kavramdır; eşya aklî bir kavramdır.” Yani eşyanın izâfiyeti, elbette bir gönül hassasiyeti içinde görülüyor. Bu da Batı tefekkürünün fizik yoluyla tersinden bağlanmış birtakım hadiselerdir. Her şey o kadar açık ki; bir nevi, “Allah zuhurunun şiddetinden gaib” esprisi gibi aslında keramet o kadar açık ki, o açıklığından dolayı göremiyoruz.

Şimdi meseleyi, baştan itibaren dikkat ederseniz, özellikle “İslâm’a muhatap anlayış” davasına getirerek bağlıyorum. İslâm’a muhatap anlayış davası dediğimiz hususiyet gerçekleştikten sonra, ilk başta görünecek olan husus şudur: “bir sinema kalabalığıyla, bir “cemaat” ve “toplum” ayrı hadiselerdir. Sinemada “bin tane insan”, “bin tane bir” vardır.

Cemaatte ise, “bin tane insan” içinde, “her biri bin”dir. O zaman da karşımıza şöyle bir husus çıkıyor: “Herkesin kendine göre bir hakikati var; hakikatin hakikati kimde?” Hakikatin hakikati dediğimiz zaman iş, tek ferdin hakikatinde düğümlenir.

Öbür tarafta Şâh-ı Nakşibend Hazretlerine ait bir ölçüyü söyleyeyim: “Mutlak tevhid mümkün değildir.” “Mutlak tevhid mümkün değildir” ile “fert hakikati” hususiyetini şey yaptığınız zaman, onun yanında hemen çağrışım yapan bir ölçü meali: “Allah’ın eli topluluk üzerindedir.” Allah’ın eli, Allah Resûlü’nün üzerindedir önce, bundan şüphemiz yok. Netice ne oluyor, doğrudan doğruya “topluluk”, ferdin hakikatinde topludur. “Topluluk, ferdin hakikatinde topludur” dediğimiz zaman, İslâmî bir ruhun tezahürlerinden bahsettiğimiz zaman, bu tezahürlerin her biri, ayrı ayrı mizaç hususiyetlerini, iş hususiyetlerini gösteren bir manaya bürünürken, adeta “ayrılıkta birlik” gibi bir manaya gelir. O zaman da şöyle bir şey var; İslâm’ın ‘topluluk hakikati’ her fertte tecelli ederken, her ferdin adeta bir olan keyfiyeti ayrı kemiyette tecelli ederken kemiyetin hususiyeti içinde görünüşü, gibi bir manaya gelir. Bunun manası da şudur; şimdi eğer bir zarf kısmını birtakım kaplar şeklinde alacak olursak...

(Salondakilere) Sohbetimden hoşlanıyor musunuz, onu da sorayım? Yoksa böyle bir nevi boşuna konuşuyor gibi olmayayım. Dilimin zevkini tattırabiliyor muyum? Onu... Özellikle alayım reaksiyonu yani. Yoksa siz kendiniz sohbete dalın. “EVET!” DİYECEK KİMSE YOK MU?! Şimdi iki husus bizde birbirine karıştırılır; pısırıklık başka şeydir, terbiye başka şeydir; küstahlık başka şeydir, vakar da başka şeydir. Küstah olmayın ama vakur olun. Ruhunuzun anladığını ben görebileyim ki, adeta o “selam”ın manasında tecelli eden manayı görelim. Biz tekerleme gibi selamdan bahsediyoruz. Selamın esprisi aslında şudur: “Birbirinin şahsiyet aynasında kendini seyreden insanlar topluluğu...”

Bu manada da iş şuraya gelir; İnsanın bulunduğu mekânın bile, insan üzerinde bir etkisi vardır. Bu çerçeve içinde, bir kedinin bile bir keyfiyeti vardır şurada dururken... İnsan dediğimiz zaman? İnsan büyük şey! Ve bakın, bugün – dikkat edin- “cemaat” falan diyoruz; cemaat aslında böyle konuşmayla falan olmaz. Artık ruhlar öyle bir anlaşma noktasına varmıştır ki, şu kadar insan, tek kelime konuşmadan ruhî alışverişte birbirini tamamlayıcıdır. İşte “sohbetin bereketi” dedikleri hadise de, sohbet de, hakikatiyle zaten budur. Benim karşımdaki insanda ben kendi çehremi seyrediyorum. Bu nedir? Adeta “Kişi üzerinde bulunduğu işin zamanı içindedir!” esprisi gibi, ben karşımdaki insanın keyfiyetinde kendi keyfiyetimi görüyorum. Bu bakımdan, bu tip reaksiyonlarda biraz daha cesur olmanızı isterim ki, ben de konuşma şevki bulayım. Oldu mu? Umumî olarak soruyorum.

Şimdi ayrı ayrı kaplar düşünelim. Yapıları ayrı, renkleri ayrı, şunları ayrı, bunları ayrı falan... Buradan suyu boşaltmaya başlıyoruz bu kaplara. Suyun her kapta, gerek biçim olarak, gerek renk olarak, kabın nispetine göre böyle bir görünüşü var. Mesela kırmızı bir camdır; kırmızı bir camda su, o kırmızı üzerine suyun tesiri gibi gözükür. Umumi bir camda o şekilde gözükür. Veyahut yuvarlak bir kaptır, uzun bir kaptır, her neyse, biçim olarak bu çerçevede gözükür. Neticede ne oluyor; tek olan su rengi, kemiyetin özelliklerine nispetle mizaç hususiyetleri halinde farklılaşıyor. Bu farklılık ne oluyor? Bu farklılığın manası şudur: “Farklılık içinde birlik” söz konusudur. Şimdi tekerleme gibi söylenen “cemaat” esprisinin hakikati de budur aslında. Sahabî nedir? Sahabî, Allah Resûlü’nün nurunu fert hususiyeti içinde gösteren insandır. Bunlar, İslâm’ın “zıt kutuplar arası muvazene nizamı” olmasını düşünecek olursanız, oradaki fert hususiyeti içinde, biri atılgandır, biri mûnistir, biri akılca ileridir, biri takvaca ileridir, biri bilmem nece ileridir.

Bütün bunların hepsi neticede birdir ve şöyle bir manaya gelir: “Her hususiyet her birinde var, fakat her biri bu hususiyetlerden birinde şahsiyet bulmuştur.”Şahsiyet, çok önemli bir tabir. Bu ne oluyor baştan beri geldiğimiz hususiyet içinde? İş doğrudan doğruya, “saf-mücerret fikir” davası halledilmeden, geri kalan şeyler... Benim solcular için söylediğim bir hadise vardır. Paneller falan yapıyorlar. Şöyle dedim: “Bu panellerin, yaşlı kokonaların konken partilerinden aslında bir farkı yok.” Hiçbir şey konuşmadan, bir şey konuşurmuş gibi yapmak... Şimdi bizim davamıza tatbik ederseniz bunu, doğrudan doğruya tecelli edecek olan, “iş”te gözükmesi gereken fikir olmadıktan sonra, doğrudan doğruya iş adına yapılan her şey, aynı konken partisi esprisi gibi, doğrudan doğruya “akt-tekrar”a girer. Şimdi burada şu kavrama dikkat edin, bakın ne kadar güzel bir şey... İslâm’daki “amel” ile çok yakın bir hususiyeti olan bir kavram: “Aksiyon” öyle bir şeydir ki... Aksiyonda mevzuya genel bir hakimiyet vardır. Adeta elinizde bir harita var; bu haritaya nispetle, veya bir proje var da bu projeye nispetle bir inşaat kuruyoruz. Fakat bu şekilde de değildir. Farkını söyleyeceğim; aksiyon her daim yenidir. Yapan için de yenidir. Şimdi burada şöyle bir şey var: “Hem hadiseye vakıfsınız, hem hadisenin meçhul bir tarafı var.” Bu neye benzer? Kâinat her dem tekrarsız bir biçimde her an var, her an yok olurken, bunun yanında hemencecik beliren hususiyet şudur: “İlâhî ibdada tekrar yoktur.” Yani rastgele ibda yoktur. Yani ne oluyor? Hem tekrar yok, hem de rastgelelik yok. Şimdi bunun gibi, hemen İslâmî bir hususiyeti hatırlatalı. Mesela namaz bahsini ele alınız. Namaz, “eski şekil içinde, her an yeni terkip” halinde. Dikkat edin, demin bahsettiğim hususiyet burada tam olarak tecelli ediyor. Eski şekil içinde yeni terkip, şekilde değişiklik yok...

Yani –ikisinin birbirine benzemesi zaten tabii olarak söz konusu değil de- iki namazın birbirine benzediği yerde eğer bir pörsüme oluyorsa o, -aksiyon ve amelin beraberliğinden bahsettim ya- aksiyondan ziyade “akt”a girer. Akt, mekanik harekettir; aksiyon değildir. Şimdi şurada dünyanın en kâmil makinesini yapsanız, makine, kendisine verilen biçim içinde belirli şeyleri yapar. Onun hareketi “akt”tır. Ama insan karar verme makamında bir varlık olduğu için, insanın karar verdiren hususiyeti yüzünden, insanın hareketlerinde “aksiyon” tabirini kullanabiliyoruz. Şimdi şurada şöyle bir şey çıkıyor; bizim hareketlerimiz de tekdüzeye indiği andan itibaren, “aksiyon”dan çıkıp “akt”a gelmiştir; “amel”den “akt”a gelmiştir. Şimdi o zaman da şöyle bir şey oluyor; bizim her sahada mahkûmiyetimiz, doğrudan doğruya bizdeki hareketlerin “aksiyon”dan ziyade “akt” olması... Bunun çeşitli sebepleri var; âdet olarak geliyor, görenek olarak geliyor; acı fikre tahammülümüz yok.

Burada (salonda) var mı bilmiyorum, buradaki arkadaşlarımız olabilir, bacılarımız olabilir, kulağıma bir şey geldi; beni, “okuyucuyla ilişkileri açısından soğuk” bulmuş. Katiyen suçluyorum gibi bir şey gelmesin; espri yapıyorum. Bahisten bahse geçiyorum. Bizim, rahmetli Üstadımız’ın söylediği gibi, “acı fikre tahammülümüz yok.” Düşünen insana tahammülümüz yok. Düşünen birisi için diyoruz ki: “Hindi gibi düşünüyor.” Veyahut: “Niye düşünüyorsun, ne derdin var?” Ne derdi olabilir? Ya parası yoktur, ya bilmem nesi yoktur filan... Bunları anlayabiliyoruz. Halbuki şu şartlar içinde bir Müslümanın çıldırmaması için fevkalade olması lazımdır. Eğer çıldırmıyorsak insan olmadığımızdandır; bunu gayet net olarak söylüyorum. Nerede kaldı ki Müslüman olmak!

Şimdi ne oluyor? Burada özellikle dikkat edin, “İslâm’a Muhatap Anlayış” davasının ısrarla üzerinde durduğum zaman iş geliyor, bütün işlerin kilit noktası halinde bir dünya görüşü esprisine takılıyor.

Bunları biliyorsunuz; fakat ben, bildikleriniz yardımıyla yeni bilmeniz gerekenlere ait birtakım esprileri vermek istiyorum. Bir dünya görüşü ile ilgili... Bu dünya görüşü olduktan sonra iş şudur ki, şimdi aktüel bir bahse geçelim burada; seçimler oldu. Seçimler çerçevesinde umumî reaksiyonları ele aldığımız zaman, bu reaksiyonlarda İslâmî bir tahassüs göremiyorum. Hani dedim ya “mekânı ruhla doldurmak” diye... Böyle bir hususu göremiyorum. Çünkü doğrudan doğruya, “şu, şu kadar oy aldı da, o gelseydi de” falan gibi birtakım şeyler konuşulurken... “Gelseydi”yi falan bırak, gel; ne yapacaksın? Geldiği andan itibaren iş bitti; yapacak hiçbir şeyi yok. Halbuki –dikkat edin- bizim dediğimiz manada, fertlerdeki bu tip “doku-yapı” sağlandığı zaman, iş kalabalıktan cemaate gittiği zaman, –bizde cemaat çok palavra kullanılan bir kavramdır, cemaat büyük iş. Dediğim gibi, cemaatin esprisi şudur; Burada bin kişi varsa, her fert bin kişilik güçtür. Cemaat olmadığı yerde de bin kişidir, bin tane tek adam vardır.- böyle bir cemaat hususiyeti tecelli ettiği zaman, iş o kadar kendiliğinden rayına giriyor ki, benim, özel olarak, şimdi Türkiye’de şu kadar Müslüman var... Bir harekette ne kadar detaylı çalışma yapılırsa yapılsın, bu hareket sonuna kadar götürülemez. Savaşta bile bu, budur. Bir askerî mütefekkirin ifadesiyle söyleyeyim: “her savaş, düzeni bozar.” Savaş, caddede yürür gibi olmaz; savaşın kendi kuralları vardır. Orada kopukluklar olur, ferdî inisiyatifler söz konusu olur. Bunun gibi, bir harekette, tek ferde kadar böyle... Bulmaya imkân yok. Ne bileyim, Ağrı Dağı’nın tepesinde bir Müslüman... Ama, TOPLULUK HAKİKATİ SAĞLANDIĞI ANDAN İTİBAREN, AĞRI DAĞI’NIN TEPESİNDE BULUNAN BİR MÜSLÜMAN, KENDİ KENDİNE GÖREVLİDİR ZATEN. Bu nedir? Bu doğrudan doğruya, “Mü’minin ferasetinden korkunuz!” esprisi var ya, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan bir çırpıda ayırıcı meleke... Yani burada ne oluyor; “mü’minin ferasetinden korkunuz”... Burada bize büyük ibret dersi düşüyor. Ahmaklıkla mü’minlik barışmaz aslında.

Bu manada da yani, biz şahsımızda İslâm’ı düşünüyoruz. Şimdi “mü’minin ferasetinden korkunuz”un hakikatini yaşayan –esprisine vakıf- bir insan, Ağrı Dağı’nda da olsa, “gerektiğinde gerekeni yapmak gibi”, ben şimdi Ağrı Dağı’nın şartlarını bilmem ki! Kiminle temas ediyor, bilmem. Ne iş yapar, onu da bilmem. Ama o, bu ruha sahip olarak, oradaki göstermiş olduğu davranışlarda aynı ikizler gibi, buradakinin düşündüğü şeyleri yapıyordur; yani buradaki de orada olsaydı o şekilde davranacaktır. Şimdi aktürel, yani daha doğrusu magazin türü bir misal vereyim, renklensin; doğdukları andan itibaren... Bunu seyretmiş olabilirsiniz... Bilmiyorum televizyonda mı göster, gazetede mi gördüm; enteresan bir şey. Doğdukları andan itibaren ikizleri ayırıyorlar. Aradan epeyi zaman geçiyor; işte 40 yaşında falan, bu vaziyette birbirinden ayırıyorlar; hiçbir teması yok bunların, birbirlerinden haberleri de yok. Bir tecrübe bu; bir araya getirdikleri zaman, bunların evlendikleri ilk eşlerinin isimleri aynı. İkisi de birer defa boşanmışlar. İkisi de ikişer defa evlenmişler. Evlendikleri ikinci eşlerinin de isimleri aynı. Köpeklerine verdikleri isimler de aynı. Şimdi bu ikizlik psikolojisini izah edebildim mi? Yani bu, şeyde bile budur; o büyük ruhî konsantrasyon olduktan sonra... At, binicisinin hissiyle hareket eder. Yani atı orada özel olarak böyle manevra yaptırayım diye savaş kargaşasında olamazsınız. Fakat at, adeta üstündeki binicisinin karşısındaki karşı gösterdiği insanî reaksiyonları anında algılar ve kendisi yapar. Yani mesela mızrak şöyle geliyor, siz refleks halinde şöyle bir hareket yapıyorsunuz. Hayvan sizin refleksinize tâbi bir psikolojide, sizin onu böyle “biraz mahmuzlayayım da şu tarafa kaçsın” diyene kadar gidersiniz. O anında almıştır. Şimdi bakın, bu misaller şunun için veriyorum; reaksiyonlarda, “mü’minin ferasetinden korkunuz” esprisi içindeki reaksiyonlarda bu türlü bir ortalama ifade vardır, zaten cemiyet de budur. Ondan sonra iş şuraya girer; “ümmetin ihtilafı rahmettir!”

Bakın dikkat edin. Topluluk keyfiyeti fertlerde tecelli ettikten sonra, her ferdin şahsiyet olarak birbirinden ayrılığı içinde tecelli eden ihtilaf, doğrudan doğruya rahmettir. Bu da nedir biliyor musunuz? Adeta, “istisnalar kaideyi bozmaz” diyoruz ya, hemen şunu da söyleyeyim, kaideyi bozmayacak istisnalar da kaidedendir. Bu manada, o tip ihtilaflar da işin aslındandır. Tabii bunun varoluş bakımından büyük bir hikmet var; “araz, aslın görünebilmesi için gerekli unsurdur, zaruri unsurdur.” Bu bakımdan topluluk hakikatinin tecelli ettiği bir yerde söz konusu olan ihtilaflar, doğrudan doğruya İslâmî mananın yeni şartlara uygulanabiliyor olmasının, uygulanmasının gerekli şartıdır. Bu manada da, öyle rastgele dalaşmalarla, ulvî soydan ihtilaflar arasında fark vardır. Yine geldik mi işin başına, dünya görüşü bahsine? İş buraya geldikten sonra, dikkat edin başka bir bahse atılacağım, “suret olmadan manalar tecelliye gelmez.” Şeklin hakikati ortaya çıktı. Şeklin ne kadar önemli bir husus olduğu ortaya çıktı. Şekil diyoruz, şekil, biçim, diyalektik, form, norm vs... Bunlar kalıba dair hususiyetler; hep birbiriyle akraba olan kavramlardır. Böyle bir ruhu temin ettikten sonra söz konusu olan, “bu ruha uygun olan biçim nedir?” Bu ruha uygun olan biçim dediğimiz zaman, kemiyetin özellikleri de –kemiyetin de bir keyfiyet rolü vardır- kemiyetin özellikleri de hareketin gidişatını etkiler. Bu çerçevede baktığımız zaman belki (bize gerekli olan) doğrudan doğruya bir siyasî partidir. Bu ruh olmadığı zaman ortada bir tabela kalır, hiçbir kıymeti yok. Bu ruh olduktan sonra da, oraya tabela asılmasa da siyasî faaliyet devam eder. İzah edebiliyor muyum? Burada bizim bir parti çalışması içinde görülebilmemiz için oraya bir tabela asmamız şart değil. Doğrudan doğruya topluluk hakikatinin gerekliliğini yerine getirirken faaliyet yürümeye başlar. Bakın türban dolayısıyla bir şey oldu, aktüel bir mevzu olduğu için söylüyorum, “İslâmcı feministler” gibi birtakım şeyler yazıldı, haberiniz vardır.

Bu o kadar korkunç bir şey ki, adam kendi bakış açısı içinde damgalıyor. Kendi bakış açısı içinde damgalarken adeta onu destekler gibi saçma sapan birtakım laflar söyleniyor. Niye söyleniyor? “Hâl izahı” denilen mesele olmadığı için... Hal izahı... Bakın, saf fikirle, bahisler ne kadar da birbirleriyle ilgili. Dikkat edin, “diyalektik” bir biçim, dışta bırakmanın da düzenidir. “Dışta bırakmanın da”... Yani ben, biçim içinde olan bir varlığım. “Ben” dediğim andan itibaren, bana ait olmayan da kendiliğinden belli oluyor; bu masa benden değil. (Müslüman bir hanım) İslâmî bir manada kendi hakikatini ortaya koymaya çalışırken çizmiş olduğu tip içinde kendine uygun olmayanı da dışarıda bırakmış oluyor. Şimdi bu “kendine uygun olmayan” dediğimiz zaman, bunun içine belki eşi de giriyor, abisi de giriyor, kocası da giriyor. Bu, Batı’daki manada kadının erkeğe karşı savaşı değil, kadının kadın olma iştiyakının getirdiği bir harekettir. O zaman ne oluyor? Şimdi adam bakıyor buna, “sinek de uçtuğuna göre kartaldır” gibi saçma bir hüküm belirtmiş oluyor. Bizde d, onun bu hükmüne karşı cevap verecek takat olmadığı için türban hadisesindeki birtakım başkaldırı tavrını “feminist hareket” değerlendirirlerken söyleyecek söz bulamıyoruz. Netice nereye geliyor? Bakın türban, aktüel bir hadise, mücadeleye dair bir hadise, etkisi olan bir hadise, sirayet gücü olan bir şey. Fakat iş geliyor, halini izah edebilecek olan belili bir fikrî formasyonu olmadığı için, başkası kendini damgalarken, o damgayı kıracak bir ifade tarzı geliştiremiyor. Yani iş yine dönüp fikre düşmüş oluyor.

Doğrudan doğruya kendinizde, “kalabalık” hali için bir ruhî kenetlenme duyuyor musunuz burada bulunmaktan dolayı? (...) İşte bu... Doğrudan doğruya hareketin gayesi de budur. İster oraya tabela assın, ister asmasın, ister bilmem ne yapsın. Ben şu anda, benim gücümün kuvvetlendiği yerde arkamda şu kadar mümtaz insanın bulunmasının verdiği güçte davranırım.

Şimdi bakın –dikkat edin-, bizdeki esas zaaf noktalarından biri de budur. Benim muhatabımın, -muhatap derken, aynı fikir etrafında toplanmış insanları kastediyorum- benim yanımdaki insanın kuvveti bana kuvvet verdiği gibi, benim kuvvetim de yanımdaki insana kuvvet verir. Zaten bu etkileşime girildiği zaman, bütün dünya inkılâplarında görülen husus budur. İşin ruhî çekirdeği tuttuktan sonra bunu engellemek mümkün değildir. Eğer kaba kuvvet kullanılırsa, kaba kuvvetin azdırıcı bir rolü olur, hareketi bastırmak için. Kaba kuvvet kullanılmazsa, hareket zaten tabii olarak gelişimindedir. Ne oluyor? Bütün hareketlerin bir oyun tarafı vardır; rahmetli üstadımın tutturmak istediği ve maalesef anlaşılamayan hususlardan biri de odur. Yani bu işin bir oyun tarafı var. Oyun tarafı... Dişliler tam denk geldiği andan itibaren, düşmanının yaptığı müspet ve menfi bile senin işine yarar, gübre gibi. İş geliyor, fikri sevelim, ne yaparsak yapalım, halimizin fikrî izahını yapabilir durumda olalım.

Şimdi Hâşim Bey’le konuşuyoruz biraz önce... Misal olarak söylüyorum, mesleki bir şey olsun. Bulunduğu yer itibariyle, bir bürokrat sıfatıyla, orada bir bürokratlar grubu var. Şimdi böyle bir yapı içinde, onların gerek mizaç hususiyetleri, gerek ilgi alanları, gerek vakitlerinin büyük bir bölümünü içine alması bakımından, şudur budur, çeşitli sebeplerle bir yapı oluşuyor. Öbür tarafta bir sanatçılar grubu... Öbür tarafta hukukçular... Kendi bahisleri içinde, kendi formasyonları içinde, kendi nezaketleri içinde böyle bir görünüş sergiliyorlar. Netice olarak, oradaki grubun çizmiş olduğu zarafet, oradaki grubun çizmiş olduğu vakar, doğrudan doğruya Hâşim Bey’e zevk veriyor, öyle değil mi? Veya Hâşim Bey’in çizmiş olduğu vakar veya zarafet ve güç, karşı tarafa güç veriyor. Zaten karşılıklı etkileşim başladığı andan itibarendir ki, iş bitmiştir. Şimdi bizim senelerdir özellikle ve ısrarla üzerinde durduğumuz ve gerçekleştirmeye çalıştığımız husus buydu.

Bugün bunların tezahürlerine de şahit oluyoruz. Adeta düşmanın bile bir meseleyi izaha çıkarken, senin mana dilinden kurtulamasın. Bunun geçmişteki bir menfiliğinden bahsedeyim, bizim aramızdaki... Adam, hak ve hakikati, “sınıfsız bir toplum” esprisinde gerçekleştirdiğinin o kadar kuvvetli telkinini, fikrini getiriyor ki, bir Müslüman, sosyal hadiselere ait, bir haksızlığa karşı çıkma tavrına dair bir şeyler söylemek istediği andan itibaren, İslâm’ı yüceltiyorum kastıyla, “İslâm sınıfsız bir toplumdur” diyordu. Halbuki orada gürültüye giden, İslâm’ın ta kendisidir. Şimdi işin tersine dönelim; halini izaha çıkarken düşmanın bile kendi diyalektiğinde konuşturmak... Necip Fazıl’ın tabiriyle, “dağları taşları ardından sürükleyen büyük diyalektik”... Üst dil, üst mana, üst diyalektik gibi birtakım – mücerret fikirde gelen- bahisler var. Ve bunlar doğrudan doğruya İslâm’ın malıdır, hiç kimseye yakışmaz. Şimdi adam tutuyor, diyor ki: “Marksizm bir üst dil, üst diyalektiktir.” Bunu söylerken adam, bir Marksist, Marksizm’i tepelediğinin farkında değil. Çünkü “üst dil-üst diyalektik”, metafiziğin kendisidir. Şimdi adam diyor ki: “Marksizm metafiziktir.” Hani dam üstünde saksağan derler ya... Netice ne oluyor, netice orada, bahislerin tıkandığı yerlerde, o bahsi açan husus İslâmî bir espri içinde geliştiği için, o adam da kendi halini aşabilmek için, Marksizm’i methedebilmek için İslâmî doneyi kullanıyor ve orada Marksizm’i batırdığının farkında değil. Bunun pratik plandan da misalini vereyim. Aranızda tanıyanlar olabilir: Karamehmetler... Rahmetli... Cevat Ülger... Bu feraset dediğim hususiyete kendi mevzuu içinde çok perçinli bir insandır. Yani bunlar, eserinden daha çok, hayatı öğretici olan insanlar. Yani hayatını çok dikkatle okuduğum insanlardan biridir. Bir çırpıda iyiyi kötüden ayıran... Ayırdıktan sonra öyle ki, ben onun etrafında uzun fikrî şeyler getirmeme rağmen fikirden tek kelime anlamıyor. Fakat Allah onu vermiş... Bir çırpıda böyle, güzeli çirkinden, doğruyu yanlıştan ayırıcı bir meleke...

Enteresan bir zâttı tabii, rahmetli... Büyük mimar, büyük sanatkâr... Şöyle bir şey yapıyor; iki tane resmin altını kapatıyor. Biri Saint Pierre’nin bir köşesinden alınma bir parça... Öbürü de Selimiye’de, Süleymaniye’den bir parça... Ve oraya gelenlere soruyor: “Hangisi güzel?” Yüzde doksanı Saint Pierre’yi gösteriyor. Şimdi altı kapalı ya, bilmiyor tabii hangisi... “Tamam” diyor, “sen hapı yutmuşsun”... Şimdi ne oluyor, bakın... İslâmî bir tahassüsün ortaya koymuş olduğu bir eserden, İslâmî tahassüs o kadar hapı yutmuş ki, biz zevk alamaz duruma geliyoruz. Ama dilimizde “İslâm, Müslüman...” filan gidiyor. Tahassüs gitmiş ortadan. Zevk gitmiş. Şimdi onun için de hareketlerimizde, bilerek veya bilmeyerek, işin ruhî kısmına giremediğimiz için, bir nevi şeklî tatminler arıyoruz. Mücadelede de bu. Misal olarak söyleyeyim, şimdi bu siyasî partiler... Seçim durumu oldu biliyorsunuz. Seçim durumunda, kendi hareketine ait belirli bir imajı olmadığı için, o deminki aksiyon kavramında bahsettiğim gibi, yani belli bir ortalama –şu hadisenin oluşuna dair- şurada bir fikrim var, ona nispetle şunu tutarım, bunu tutarım, bunu tutmam, bunu şey yaparım falan... Politika yaparım. Şimdi böyle bir ortalama aksiyon olmadığı için, kim nereyi tutuyorsa bir nevi “tuttuğu yeri sahiplenmek” gibi garip bir psikolojiye giriyor. Yani işin tahassüsü olmadığı takdirde yapılan hareketlerin her biri, fayda yerine zarar getiricidir. Bize sorarsanız “ ne yapmak lazım” diye... İşin müşahhas taraflarını bir çırpıda çıkarabilirim ama çıkarmak istemiyorum, buranın mekân hususiyetinden dolayı da... Yalnız tek kelimeyle söylediğim husus şudur: “Ben İstanbul’a gitmek istiyorum.” Umumî bir bakış... Atla mı gidilir, arabayla mı gidilir, uçakla mı gidilir, trenle mi gidilir... Gücüm, şartlarım, onlardan hangisine malikim? Ona nispetle gideceğim yönü belirlerim. Bu çerçevede söyleyeyim size; bu hareket için birtakım tabelalar gerekli değildir.

Hareketin ruhu, manası tuttuğu andan itibaren, o hareket bir ibda hareketi halinde, kendi rayları üzerinde yürür, gider. Ve buradaki konuşmamı, müsaade edersen bağlamak istiyorum. Bütün bunları bir önsöz kabul edebilirsiniz. Ondan sonra buna nispetle de konuşabilirsiniz. Rahmetli üstadın bir şeyi ile bitireceğim: “Adeta bir solucanın tank haline geleceği günleri gözler gibi, solucan keyfiyetinde bile olsa, kendi kendine hareket, kendinden zuhur esprisini, kendinden zuhur diyalektiğini kavramış bir yapı!” Özlediğimiz budur. Bu yapı, kendini gösterdiği andan itibaren, veya bunun kendini göstermesi şu kadar ve yüzler sene sürdüyse, kendini gösterdiği andan itibaren gelişmesi çok kısa bir süreçtir, onu da haber vereyim. Yani o yapıyı tutturabilmek... O tuttuktan sonra bunu engelleyecek hiçbir güç yoktur. Ne kaba kuvvet, ne bilmem ne, hiçbir şey yoktur. Mühim olan onu yakalayabilmektir. Ve zaten bütün inkılâpların püf noktası buradadır. Ve bir yer gelir, düşmanının göstermiş olduğu direnme bile sana katkı haline dönebilir. Artık o bünyeye ilişmiştir. Ben elma da yesem kendime döner, koyun yesem de kendime döner. Aç kalıp da ayı yesem, ayı da kendime döner. Artık o bitmiştir, o tutar. Onun dışında da böyle birtakım sorular olabilir, kendi aranızda sohbetler olabilir... Çok içimde ukde kalan bir hususiyeti belirteyim... Umumiyetle sohbetlerde söylenemeyen bazı hususlar var. Sizi tek tek fert olarak bundan tenzih ediyorum da, bunu da bir bahis olarak dinleyin yani, Hazreti Ömer’in bir sözü vardır: “İnsanın sorduğu sorudan, onun zekâ derecesini anlarım” der. Biz de şöyle söyleyebiliriz: “Bir insanın sorduğu sorudan, o insanın meseleye ne kadar vakıf olduğunu anlayabiliriz.” Şimdi iş, “konsept” olarak, derinliğine anlaşılmadığı zaman, konuşmalar, herkesin istediği tarafa çekebileceği sonsuz zengin malzemeye dönüyor. Misal olarak söyleyeyim, bakın “üst diyalektik” filan gibi birtakım kavramlar söylüyorum.

Şimdi “geist” gibi birtakım kavramlar olmadıktan sonra, “ben bilgisi” falan gibi birtakım malumatlar olmadıktan sonra, kuru manada “bilgi-bilgilenmek” falan gibi hususiyetlerden bahsedildiği andan itibaren izafi bilgi, mutlak bilginin karşısında her zaman galip durumdadır, hakikatiyle değil, sahteliğiyle... Ben bir insana “üst dil-üst mana” bahsini anlatamadığım zaman, o insanda “üst dil-üst mana” diye bir şey oluşmadığı zaman kafasında, izafi bilgi... İzafi bilgi sonsuzdur, ama netice nedir? İzafiliğin sonsuzluğu da izafidir. Halbuki İslâm mutlak. İş “üst dil-üst diyalektik”e taşındığı zaman, o zaman... Bakın, düşünün. “Tarih muhasebesi”nden tutun; senelerdir bizim başımızı yediler ileri-geri tekerlemesiyle... Beş bin sene önce yaşayan bir insan, hakikati yerine oturtturmuş olan bir insan, bugün topyekûn insanlıktan daha büyüktür. “Çağ atladık” diyorlar, “ilerlerdik” diyorlar, medeniyetten bahsediyorlar. Hakikatiyle “tekâmül”, doğrudan doğruya insanî hakikati yerine koyabildiğincedir. Bu çağda da, insanî hakikati yerine koyulmuş toplum bile yok. Bakın, bahis nereye geldi, biliyor musunuz? Necip Fazıl’ın, “tersine mucize” dediği hale geldi. Biz, adeta toprakta bulunma hakkını kaybetmişiz. Bu, fizikî bir vakıa yani. Ben ne dedim biraz önce, “mekân da zamanın yoğunlaşmasıdır” dedim. Öyle bir hal ki; üstadın yine bir şeyinden söyleyeyim: “mekân büsbütün dürülmüş, zaman toplanmış olmasın!” İnsanî hakikat hiçbir yerde tecelli etmediğine göre, sakın zaman dürülmüş olmasın? Böyle bir an; biz nasıl varız öyleyse? Hani “çağ içi-çağ dışı” diyorlar ya... Madde bir: İnsanlık bir okyanusta kaybolmuştur. Eğer böyle yaftalamak lazım gelirse... O ilkçağ tarihindeki hayvanlar bile, kendi hakikatleri içinde davranıyor olması bakımından, bugün topyekûn insanlıktan daha üstündür. Hiçbir yerde yok insanî hakikat. O hale gelmişiz ki, ıstırabı kalmadı işin. İnsan mesela bir şeyden mahrum olur. “ne”den mahrum olduğuna dair kendinde bir imaj vardır.

Mesela benim karnım aç... Karnım aç olduğuna göre ben neden mahrum olduğumu biliyorum; ekmekten mahrumum. Fakat ben bugün insanlık olarak öyle bir yere düşmüşüm ki, nereden düştüğümü de bilmiyorum. Bu manada, dikkat edin, olması veya olmamız gereken insan tipine dair doğru dürüst bir imaj bile yok ortada. Hani “olalım”, “olduk” falan diyoruz; “ne olacağım” dediğin zaman o aksiyon, demin anlattım ya; kimse bilmiyor ne olacağını. Bu işte uyarılması gereken hususlar... İlk önce dert haline getirelim, birtakım şeyleri dert yapalım da, zaten o dert haline geldikten sonra onun tedavisine dair çırpınışlar kendiliğinden başlar. Yine üstadımın ürperten bir şeyinden bahsedeyim; lord şöminenin karşısında gazetesini okurken, ayağı yarıya kadar yanmış, fark etmiyor. Sonunda görüyor, dumanlar falan çıkıyor. Bu öyle bir hastalık ki, acı duyma melekesi kalmamış. Şimdi ne oluyor? Sırasında ceza bile Allah’ın rahmetidir. Uyarıcıdır, tedip edicidir, ikaz edicidir. Biz adet – haşa!- “Allah bizi bıraktı”... “Ne haliniz varsa görün!”... Bir okyanusta, denizde kaybolan insan ne yapıyor? Açlık, susuzluk, güneş, bunun huzursuzluğu, bilmem neyi falan filan derken bir yer geliyor, dayanamayıp deniz suyu içiyor; ondan sonra çıldırıyor, ne oluyor? Artık bu, delilikten öte bir keyfiyet. Biz artık ağlamayı da unutmuşuz; gülmemiz, ağlamadan öte bir keyfiyet. Tersten mucize gibi bir hâl. Düşüşün bu kadarı da olur mu? Bunun dehşetini yaşayamıyoruz. Zaten bunun dehşetini yaşadığımız andan itibaren... Hastalık bilindikten sonra zaten tedavi, ihtiyaç olarak kendini empoze eder. Tedavi ihtiyacı, tedavi şekillerini de empoze edici olur.

Sözümü bitirmek istiyordum, tekrar oradan oraya, daldan dala atlayarak geldim. Dava şudur; bir nevi, eczaneye girip de “burada otomobil parçası var mı?” gibi, nereden geldiği ve nereye gideceği belli olmayan...

Hani biraz önce dedim ya; izafiliğin sonsuzluğu da izafidir diye, bu tip ne konuşmaların, ne de tartışmaların hiçbir faydası vardır. Bunu da söyleyeyim bir sohbet adabı olarak? İzah edebiliyor muyum? Her şeyden önce mevzuun içinde olunup olunmadığına bakılması lazım. Mevzuu kendi anlayışına göre yönlendirmemek lazım. Bundan kastım şudur; mevzuu bitirici bir ölçü getiriyorum ortaya. Bitirici bir ölçü getiriyorum, görüyorum ki muhatabımda o ölçü yok. Ölçü olmadığı için de bir nevi meseleyi kendi bulunduğu yerde mütalaa etmek istiyor. Mesele oraya inmez ki. ayrı ayrı gerçeklik seviyeleri bahsi gibi... Ayrı gerçeklik seviyeleri bahsi söz konusu olduğu zaman bu söylenen gerçeklik şu seviyededir; ya bunu anlamaya çalış, anlayamıyorsan, anlamadığını anla, o da kâfi. Ama öyle olmuyor; burada söylüyorsun, o anlaşılmıyor. Ondan sonra hâlâ buraya taşımaya çalışıyor. Buraya taşındığı andan itibaren... Ben şimdi “mutlaklık” gibi bir espriyi anlatıyorum adama, adam onu anlamıyor, işi yine şeye getiriyor; “ileri- geri medeniyet, bak ne kadar ilerlerdik, insanlık ilerliyor...” filan gibi. Sonsuz bir şekilde tekerlemeye açık bir bahse dökmeye çalışıyor ve bunun adı karşılıklı konuşma oluyor, konuşma falan değil bu. Evvela konuşmada mevzuu tespit etmek bile başlı başına bir fikir mevzuudur.

Şimdi bir arkadaş –burada olabilir, bilmiyorum- bana dedi ki: “yaşınıza nispetle” dedi. Bu özellikle solcuların da dikkatini çeken, sonra da “kaçırtan” bir husus olsa gerek. “Yaşınıza nispetle bu kadar eser nasıl oluyor?” dedi. Şimdi sempati tavrı mı, buğz tavrı mı? Yani işte, “nasıl?” falan... “Hayır, insanın aklına şüphe geliyor” diyor. Bunu söylediği an, ona anlayabileceği bir şey söylüyorum, diyorum ki: “insanı nasıl ki bir vahşi hayvan kovaladığı zaman, normal zamandaki halinden daha kuvvetlidir refleksleri ve gücü...” O hızla koşamazsınız normal zamanda. Korku, şuuru iptal eder ve olağanüstü bir güce çıkarsınız. Bunun gibi birtakım şeyler tecrit derinliğinde yaşandığı zaman onun verdiği hız başkadır.

Tecrit derinliği falan, ondan anlamıyor. Bir nevi yapanı yaptıran... Geist meist falan? Onu da anlamıyor. İlle işi getiriyor: “Nasıl yapıyorsunuz?” Ya nasıl yapacağım, “İşte o yazıyor, veriyor bana, ben de imzamı atıyorum, yapıyorum.” Sağdan soldan sağ olsun topluyorlar. Bunu mu diyeyim?! Şimdi o sorduğu soru, doğrudan doğruya üzerine gittiği zaman, kendisinin bir sürü İslâmî esprilere vakıf olacağı bir sorudur. Bin kere yazdık, bin kere söyledik, bin kere söylüyoruz, bin kere ikaz ediyoruz. Olunması gerekene dair de hep devamlı söylüyoruz. Tecrit diyoruz, konsept diyoruz, işin derinliğine girmeden olmaz diyoruz. Öyle bir yere gel ki, topyekûn dünya verimi senin olsun diyoruz. “Tevhid kelimesinin hakikatine dair böyle birtakım çakıntılar duyulduğu andan itibaren, topyekûn insanlık verimini İslâm’a nispetle izah edebilmenin diyalektiğini kazanmış oluruz!” diyoruz. E bunlardan anlamıyorsun, daha ne söyleyeceğim ki? Bunu da böyle bir anlayışsızlık istidadı içinde gördüğüm için söylemiyorum, bu güzel topluluğunuzu... Bir şey adabı olarak söylüyorum. İster siyasî mesele konuşulsun, ister siyasî parti meselesi konuşulsun, ne konuşulursa konuşulsun, evvela mevzular daraltılsın. Olmayan hususiyet bu. Bir nevi ben burada ne hukukçu sıfatıyla karşınızda bulunuyorum... Bir nevi karşımdaki adam böyle bir baskın çıkma psikolojisi mi diyeyim, ne diyeyim, böyle garip... “Ee peki siz, filanca çiçeğe ne tür gübre gider, biliyor musunuz?” Bilmilyorum, benim işim de değil zaten. “Ee hani, İslâm her şeye hâkim olma nizamıydı?” Tamam öyle! “Ee peki bu sizin için eksiklik değil mi?” Haydaaa! Ne oluyoruz ki? Şimdi bunun gibi şeyler saçma sapan. Halbuki, özellikle bakın, o feraset dediğim husus ne kadar mühimdir. Bizim için bir Müslüman’ın nasıl olması gerektiğine dair de bir ölçüdür.

Üstadın ahbabı, diyelim, Efendi Hazretlerinin bağlılarından; Muhib Efendi... Ümmî, okuma yazması yok. Fakat söz onundur: “İslâm, zıt kutuplar arası muvazenenin nizamıdır.”... “İslâm, kılı kırk yarmanın değil, kırk bin yarmanın rejimidir. Düşün ki Allah’a karşı işimiz ne kadar zor.” Bunu bir ümmî söylüyor. Hadi göreyim, değme fikir buna ulaşsın! İşte “mü’minin feraseti” budur. “Ahmaklıkla mü’minlik barışmaz” dediğim husus budur. Daha sorulan, bahsedilen şeyin, mevzuun içinde olup olmadığının kestirilemediği yerde ne halledilebilir ki? Mesela ben burada göz doktoru sıfatıyla karşınıza gelmişim. “Dişinin bilmem neyi” falan... “Ben bilmem dişi.” “Ee doktor değil misin sen?” “Ben ne bilirim ki, tamam doktorum da ben göz doktoruyum.” Bunun gibi, biz birtakım meseleleri konuşurken, meselenin kendine has olan sahalarını bile tespit edemiyoruz. Aslında konsept falan diyorum, konseptin özelliklerinden biri de budur. “İslâm nizamdır” falan diyoruz ya, nizam deyince herkes zannediyor ki masa üzerinde tozun olmaması... Nizam, fikrin ta kendisi demektir. Fikrin ta kendisi olduğu yerde de şöyle bir yere çıkar iş: “Doğrudan doğruya kendi mevzuunu ve kendi alanını, kendinden olmayanlardan ayırıcı bir çizgiyi çizebildiğin zaman, bu ayırıcı çizgi içinde diğerleriyle olan yakınlıklarını, uzaklıklarını, birleştiği ve ayrıldığı noktaları izah edebilici olduğu andan itibaren o, mevzuunu tespit etmiştir. Şimdi öyle olmuyor ki. İşte siyasi parti... Misal olarak söylüyorum, işte ANAP... ANAP’lı olabilir aranızda; onun için kendimi tutarak söylüyorum; ANAP filan değil bizim meselemiz. Şimdi getiriyorum işi bak; iki türlü örgütlenme biçimi vardır; örgütlenme deyince de yine kanun dışına çıkarak söylemiyorum, Haşim Bey rahatsızlık duymayabilir. İki tip...

Mesela bir kitle tipi vardır. Bunlar doğrudan doğruya belirli işyerlerinde çalışan insanların boş zamanlarında kendi topluluklarını temin etmek üzere belirli günlerde yaptıkları faaliyetlerdir. Nazizm gibi, Faşizm gibi... Herkes işinden çıkar, Cumartesi günü partide toplanır. Partide marş mı söylenir, yürüyüş mü yapılır, dövüşe mi gidilir; ayrı hikâye. Ve bunun birini, 20 kişidir diyelim, dar. Öbürü, meslekî birlikler halinde hücre tipi örgütlenmeler yapar. Hücre bellidir; hücre üç, beştir, bilemedin en fazla yedidir. On kişilik hücre olmaz. Bu artık matematikî bir yerlere gelmiştir. Şimdi İslâmî bir örgütlenme biçimi dediğimiz zaman, dünyada İslâmî örgütlenmeye örnek olabilecek hiçbir model mevcut değil. Mademki İslâmî örgütlenmeye dair inceliği belirtir hiçbir örnek yok; öyleyse bizim bahsettiğimiz manada İslâmî bir hareket de yok. Adı İslâm olan hareket var; dikkat ediyor musunuz söylediklerime? Çünkü o ruh, kendi şeklini de getirir. Mademki öyle bir şekil yok, Hacı Baba işi, karman çorman gidiyor iş; bu İslâmî bir hareket değil, İslâm adına yapılmış olan bir harekettir, ikisi ayrı. Bahis şimdi buralara girdiği andan itibaren, dikkat edin, siyasetle sosyolojinin birbirine kaynaşmaya başladığı veyahut bu tip hususiyetlerle alakalı, yani doğrudan doğruya bulunduğumuz durumu değerlendirirken “şu tip verileri bilmemiz lazım” gibi bir durum oluyor. Şimdi muhatabımda o veriler olmadığı için, ille getiriyor: “Ama mesela DYP’den Hasan girseydi, üç kişiyi de işe sokardı” falan... Ve ortada garip bir şey var. Biraz önce, kardeşimize söylüyorum... Şimdi Shakespeare’nin bir sözü: “Hakikate mutlak aykırı söz söylemek mümkün değildir.” Bu da Allah’ın hikmeti. Karşındaki muhatabının saçmalığını izah ederken bir nevi senin çizmiş olduğun dairenin doğruya değer yerleri oluyor. Sen kendinle tezat içindesin. Şimdi dikkat edin; Büyük bir İslâmî hareketten bahsederken, “şu parti rey almış mı?”... Kaç rey alırsa alsın. 50 tane milletvekili çıktı, şu kadar da bakan çıktı, hiçbir şey yapamadılar. Bilmiyorlar ki, ne yapacaklar?

Vaziyet bu. Ahmet’i Mehmet’i işe aldılar falan... Bunu zannediyor ki, “İslâmî mücadele.” Hiç alakası yok. Şimdi hiç alakası yok dedim diye, ben “işe alınmasın” demiyorum. Bakın, dikkat edin, almasa mıydı yani? Canım alsın, almasın demiyorum da, yani büyük hareketin manası bu değil. Hani filanca bakan olmuş, buradaki dört tane arkadaşımızı işe almış... Ne olacak? O bakan gidiyor, öbür bakan geliyor. O bakan da dört tane adamı işe alıyor. Hem işe alınan memnun, hem alan memnun. “Oh oh, Müslüman kardeşlerimiz çalışıyor!” diye diye seneler devrede devrede birbirine gidiyor, ama olan bir şey yok! Hakikate mutlak aykırı söz söylemek mümkün değil, dedim ya, şimdi ben burada “almasın” falan demek istemiyorum. Ama dediğim nokta şudur: “Eğer belirli bir dünya görüşü çerçevesinden hâlinin izahını yapamıyor isen, nefsini böyle bir zora sokamıyor isen, bir aydın sıfatıyla, aydın mesuldür. Bakın, dikkat edin; Batı tefekküründe bir bahis vardır: “Aydın, çağından mesuldür” diye... Aslında, Müslüman, çağından mesuldür. Zamanını tamamlamaya, hâkim olmaya geldi!

Salih Mirzabeyoğlu, Üç Işık, İbda Yayınları