Mitoloji üzerinden Batı’nın eleştirisi yapılır ve Batı’nın imgeleri bile metalaştırması anlatılırken, teknoloji ile birlikte Batı’nın ideolojik kalıplarına girerek Doğu’nun tahayyülünün de Batı tarafından esir aldığı belirtilmekte ve İBDA’nın mitoloji ve diğer mevzularda İslâmî bir bilinç ve direniş ruhu oluşturarak çağımızın-insanımızın kurtuluş reçetesi olduğu, kuru tebliğcilik şeklinde değil de, bir ıstırabın ifadesi olan telkincilik şeklindeki ifadesini bulan bu yazının dikkatle okunmasını ve şahsiyet-duruş-estetik-form kazanmayı öneririz.

Sanat-şahsiyet alâkası

Film yapımcısı Jack Bond, 1965 yılında çektiği, Salvador Dali ile yapılmış tek film olan, “Dali New York’ta” isimli filmde, efsânevî sanatçı, sanat ve sanatı üzerine konuşurken: “Kişiliğim resimlerimden binlerce kat daha önemlidir” meâlinde önemli bir tesbitte bulunur. Önemi şurada: İster güzelin fethinde, ister güzeli değerlendirme ve tenkid safhasında olsun, en önemli unsur şahsiyetimiz ve mîzacımızdır. Çünkü şahsiyeti olmayanın hiçbir şeyi yoktur, sanat sanatkârın şahsiyetini dile getirir; “mîzacı sapmış kimseden ise, çirkin huylar ve bayağı ahlâk ortaya çıkar.” (Muhiddin-i Arabî –Fütûhâtı Mekkiyye) Dolayısıyla, sanat akımları filizlendikleri ya da çiçek açtıkları döneme göre değil, hitap ettikleri farklı yaratılışlara göre tasnif edilmeli. Zira insanın değeri, ilgi duyduğu şeylerin değeriyle ölçülür. Yüce duygular ancak yüce ruhlarda tecelli eder, basit ve devşirme ruhlarda en muhteşem sanat eseri bile, hiçbir arınma ve yenilenmeye vesile olmaz! “Eser, keyfiyetini anlayanına verir.”

Muhiddin-i Arabî Hazretleri: “Eserlerin en büyüğü, ölüleri diriltmektir; îmanla diriltmek, bilgiyle diriltmek ve duyusal olarak diriltmek” buyuruyor. Zarafet ve asaletin birlikteliği muhteşemdir, insanı cezb eder, S. Mirzabeyoğlu ƒesat böyle bir insan; tam bir “iman şövalyesi”. Eserleri de Muhiddin-i Arabî Hz.lerinin buyurduğu gibi, hem mükemmel karakter ve zarif mîzacını yansıtır hem de ölü ruhları diriltir nitelikte. Varoluş mertebelerinde yükseldikçe mesafelerin ne kadar kısaldığına misâl, Shakespeare’in: “Güzel bin kat daha güzeldir / Eşsiz hakikati kuşanınca beline.” Ve S.Mirzabeyoğlu’nun: “Sadece güzellik yanıltıcı olabilir/ Doğrunun olmadığı yerde güzelde yoktur” mısralarında dile getirildiği gibi, güzel hakikatten ayrılamaz; zamanla kayıtlı olan, geçici olan, gerçek bir sanatkârın eserinde ifade imkânı bulunca kalıcı ve ölmez bir nitelik kazanır. “Esatir ve Mitoloji”(*) de böyle bir eser.

İman nuruyla meselelere bakan müellifin yapıcı dehası, mevzuların kritiği içinde neredeyse kaybolma raddesine varırken, stil ve malzemenin işlenme tarzı esere harika bir form kazandırıyor. Gerçek sanatkârın zihninde beliren fikirler, tüm âhengi ve mevzun güzelliğiyle levhalar halinde (hâlden hâle geçişler) düşünce ve tutkuya yansırken, insan yepyeni fikirlere de ünsiyet kesb ediyor. Esatir ve mitolojiye dair mevzuların kendi formlarından farklı bir forma aktarılışındaki tenkid gücü, zıddını tasarrufuna alıştaki fikrî konsept (kalite – kapasite- derinlik), kültür tarihinde önemli bir yer tutacağının da göstergesi. Gerçek bir entelektüeldeki eleştirel ruh, sanat ve tabiattaki hataları berrak bir bakışla süzüşteki feraset, zihindeki ritim ve âhenk gücü, iyi – doğru ve güzeli tanıyıp ruhuna katışındaki asalet, gerçekten muhteşem. İnsan, tüm sanatların prensiplerini bilen büyük bir sanatkârla karşı karşıya olduğunun idrakine varıyor.

Sanat- kaos- form tutkusu

Rahmetli “Üstad”ın, ruhunda nizam şuuru olmak – S. Mirzabeyoğlu’nun ise, “bu dünyada iş ve eser adına ne varsa, insanoğlunun bilerek veya bilmeyerek peşinde koştuğu İÇ ÂLEM düzeninin vasıflandırılışını gösteriyor…” Tesbitlerinde ifadesini bulan, hayatın her alanında ihtiyaç duyduğumuz form tutkusu, insanoğlunun düzene karşı duyduğu istek ve kurallara olan açlığı hiç bitmez. Meseleleri anlayabilmek için ebatlarını küçültme ihtiyacı duyarız. Âmiyane tabirle, kafamız onları ancak bu şekilde alır. Edindiğimiz bilginin soyutluğu nisbetinde karmaşıklığı da artar. Dolayısıyla, muhtasarı da o denli zordur. Ne kadar özetleyebilirsek o kadar düzene girer, karmaşıklığı da o nisbette azalır. Hayatı kendi şuur seviyemize indirgeyerek algılama ihtiyacı; dünyayı, gerçekte olduğundan daha az karmaşıkmış gibi algılamamıza sebep olur.

Sinemada, Tarkovski geleneğinden gelen ve en iyi Tarkovski yorumcularından biri olarak kabul edilen Rus yönetmen Alexandr Nikolayeviç Sokurov, Goethe’nin ölümsüz eseri “Faust” un serbest adaptasyonunda ruhunu şeytana satan insanı bir kere daha sinemaya taşıdı. Filmin görüntülerle ilerleyen sahnelerinden birinde yönetmen, kamerayı fırtına ya da savaş sonrası manzaralarla bezeli bir kasabanın üzerinde gezdirir. Ünlü yönetmen, bu kasaba metaforuyla; ruhunu şeytana satan günümüz insanını, iç dünyasının perişanlığını, aklî ve ahlâkî pejmürdeliğini sinema diliyle bir kez daha gözler önüne sererken, seyirciye, “gelişmişliğin ağır bedel “ini” hissettirmeyi özellikle ister gibidir.

Sanat insanoğlunun düzenlenmemiş kaosunu düzene sokabildiği, iç dünyasına düzen getirebildiği nisbette eşyanın hakikatine yaklaşmış ve o nisbette estetik bir değer kazanmış olur. Hem sanat hem de bilimle ilgili tüm faaliyetlerimiz ebatları küçültme, eşyayı düzene sokma ve son tahlilde, iç âlem düzenini tertip peşindeki bir ihtiyaçtan kaynaklanır. Çevrenizi şöyle etraflıca bir tarayın, milyarlarca detayla doludur. İzah etmeye kalkın, hemen söyledikleriniz arasında bağ kurma, bir şeyi bir başka şeye izafe ederek anlama ihtiyacı duyacaksınız. Edebiyat, sanat, ilim, efsâne… Hepsinin fonksiyonu aynıdır. Bunlar bizi dünyanın karmaşıklığından uzaklaştırır, bilinmezliğinden korur. Hayatın her alanında ihtiyaç duyduğumuz formlar, kesintisiz hayatın akışını içlerine alıp ona biçim ve intizam kazandırır. Ancak, muhteva kendini ideal bir zenginlikte, tek ve belli bir form içinde gösterir. Bunun idrakinde olanlar nezdinde, 21. Asırda İslâm’a muhatap anlayışın eşsiz, misilsiz, benzersiz bir zenginlikte kendini gösterebileceği ideal tecelli zemini, BD- İBDA dünya görüşüdür.

Batı’nın nesneye bakışı

Antik çağın sanatı, çok tanrıcılığın temeli olan mitolojiye dayalıydı. Avrupa, Endülüs Emevileri sayesinde Aristotoles’le tanışıncaya kadar, Orta Çağ Batı toplumunda her türlü değişikliğe karşı çıkan, durağan bir kâinat anlayışı hâkimdi. Yaratandan yaratılanın en küçük zerresine kadar, zincirleme seyreden hiyerarşik bir iktidar anlayışı, bu ictimaî yapıyı meşru kılıyordu.

Bu idrak ve meşruiyet zemininde eşya mutlaktır, inceleme ve çözümleme konusu yapılamaz. Kendi gerçekliğinden tecrid edilerek, Platon’un gerçek varlıklar kabul ettiği idealar âleminin bir parçası olarak ele alınır. Eşya insana bağlı bir gerçekliktir; değişimi – dönüşümü – çözümlenmesi ferdin geçirdiği değişimler paralelinde gerçekleşir. Sanatı tümüyle kiliseye bağlıdır, üslûbuna sembolizm hâkimdir. Resminde perspektif yoktur, üç boyutlu gerçekliği iki boyutlu bir zeminde temsil etmeye kalkışmaz. Eşyanın kendisi “gölge varlık”tır, dolayısıyla imgesinden de söz edilemez.

Fakat Rönesans’la birlikte her şey değişir. “Yeniden Doğuş” dünyada yepyeni bir sosyal ve zihni yapılanmanın başladığı tarihtir. Arnold Toynbee’nin tabiriyle, “dünyanın saldırıya uğradığı, Batı’nın hoyrat saldırısına uğradığı bir dönemin başlangıcı… “Ben insanım, insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” düsturu (insandan murad, kutsalın çekim gücünden kurtulan ferttir), Rönesans’ın estetik idealini dile getirir. Bundan sonra Batı kültürü, meşruiyetini Tanrı’da bulan iktidar düşüncesinden kesin bir biçimde koparak, giderek duyumcul bir kafa yapısıyla materyalist, kuşkucu, hedonist bir niteliğe bürünürken; akıl inanca ağır basacak, bilimsel tavır ön plâna çıkacak, nihayetinde zihnî çözülme ve ruhsal çöküş süreci başlayacaktır. Yapılan keşifler neticesinde, insanlığı hangi felâketlerin ya da hangi faydaların beklediğini ön göremeyen modern dünyanın mimarları, her türlü entelektüel sahtekârlığı bilim kılıfına sokup yuttururken, ölçüp biçme çılgınlığı eşyaya da sirayet edecek; eşya da müdahale edilebilir bir konuma yerleşecektir. Aklın devamı halinde ölçülüp biçilecek; parçalara bölünecek, elde edilen ölü parçacıkların her biri bir değişken kabul edilerek bütünle ilişkilendirilecek; bilimde bu bütün içinden üretilecektir. Hatta aklın yapısı eşyanın yeni konumu gereği, onun devamı ve neticesi halinde yeniden inşa edilecektir. Bu süreçte tanıyan özne – tanınan nesne mütekabiliyeti aranmayacak, fert kendisini objektifleştirme etkinliğinin bir parçası olarak görecektir. Böylelikle, “insan ve muradı olmadan eşyanın hakikati anlaşılamaz” ( S. Mirzabeyoğlu –Esatir ve Mitoloji) doğrusu hilâfına, merkez – çevre algısı değişirken, eşyaya öncelik atfedilecek, eşya merkezi bir konuma yerleşecektir. İnsan karakterindeki alçalmanın müesseseleşmiş hali; bayağı ve sıradan olana öncelikle hayat hakkı tanıyan Darwinci prensip ve gerçekliği bir zan – hayâl olarak gören görecelilik, bu istikametteki gelişmelerin kendini ifade imkânı bulacağı son zemin olacaktır.

Bu idrak silsilesi içinde Allah’ı dünyadan tahliye eden zihniyet, “Tanrı yoksa her şey mümkündür” anlayışıyla, modern kavramların ( özgür irade-bireysel tercih-seçme özgürlüğü) yapaylığı içinde istediği gibi eşyaya müdahale edecek, Yahudi – Hıristiyan bilinçaltı hep yeniden antik çağa bağlanarak onun imgelerine dönecektir.

Sanat- imge- mitos…

İmge, Fr. “image” – Lat. “imago”dan mülhem, dilimize hayâl – tahayyül – tasavvur kelimelerinin karşılığı olarak geçmiş, uydurukça bir sözcük. Modern terminoloji açısından imge; etkin bir müşahede ve mücerred düşünce birlikteliğinin ürünüdür, sanatçının bilincinde oluşan haliyle, âlemde tahayyül ettiklerimizin ideal bir tablosudur. Sanatçı bunu, eseri vasıtasıyla okuyucuya, seyirciye ya da izleyiciye ulaştırır. İmam-ı Rabbani Hz.lerinin ölçülendirmesiyle söylersek: “Mecaz hakikate köprüdür.” Ancak, imgenin hakikati her halde başkalaşım ve her surette zuhurdur. Dolayısıyla, imgeler vasıtasıyla gerçekliğin yeniden üretilmesinde göz ardı edilmemesi gereken husus; zuhurun hakikate değil, surete ait olduğu gerçeğidir. Zira hakikat her zaman nihândır. Bağlı olduğumuz dünya görüşüne nisbetle söylersek; ibdaî fikirler ihtiva eden imge, ancak gerçek bir sanatkârın eserinde dile geldiğinde inandırıcı olabilir. İbn Arabî Hz.leri “Hayâl İlmi”nden bahisle; “rüyanın ilmidir ” - “berzahın bilinmesidir” –“suretlerin bilinmesidir” buyuruyor. Bu mânâda, S. Mirzabeyoğlu’nun altı ciltlik “Tilki Günlüğü / Ruhî Roman” ve “Ölüm Odası- B Yedi” isimli eserleri, keşf edilmeyi bekleyen mümbit bir imge ormanıdır. Sanatçılara – sanat tarihçilerine duyurulur!

Estetiğin temel bir kategorisi olarak sanatta imge, hayâl melekesiyle idrak ettiklerimizin bedenlenerek vücud bulmasıdır. “İmge, temsil ettiği şeyi ne kadar derinden hissettiriyorsa, eşyanın hakikatiyle kurulan temas da o denli derin olacaktır. İmgeye sahip olmak: Sezgiyle bilmek, ifade etmektir; intiba ve hislerimizin dışa vurumudur. Zira “suretler olmadan mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez.” Dolayısıyla bu izhar sürecinde, “ hayâl mânâlara suretler giydirecek ve onları bu suretler içinde izhar edecektir.” Ancak, “zahir mazharın istidadının hükmüyle sınırlanmıştır.”( İbn Arabî Hz.leri). Bu sebeple; imgeler vasıtasıyla gerçekliğin yeniden üretilmesinde mümkünün hakikati, imgenin taşındığı zeminde- bulunduğu hâl üzere tezahür edecek; sanatçı hâli nisbetinde bir imgelem gücüne ( ibdaî istidad) sahip olacak, ortaya çıkan sanat eseri de eşyayı değil, ondan tüten mânâyı ihsasen dile getirebildiği nisbette letafet ve estetik bir değer kesb edecektir. Ancak bu süreçte ne eşya ne de imgesi her bakan göze hakikatini vermez. Zira “işler/ gerçekler- senin inşan ve var etmenle değil de- kendilikleriyle gelirlerse, sana hakikatlerini verirler ve sen de oldukları hâl üzere onları bilirsin!” (Muhiddin-i Arabî Hz.leri –Fütûhâtı  Mekkiyye)

Ne var ki, “Mü’min gözlerin nuru – kâfirde olmayan bu” (S. Mirzabeyoğlu -Esatir ve Mitoloji) doğrusuna misâl, Batı’nın eşyayı anlayışı, algılayışı, yorumlayışı bu şuurdan tamamen uzak. Batılı şuurda eşya, bir imgeler yığınıdır. Kitle üretiminin mantığı ise, imgelerin yine imgeler vasıtasıyla yeniden üretimidir. Artık yasaksız, yaptırımsız, uyuşturulmuş günümüz toplumlarında imge, eşyaya tapınmanın nihaî bir biçimi ve günümüzün de metaıdır. Ondan meta üretiminin mantığı dışında bir şey beklemek, beyhude bir çaba olur. Anlamsızlığı, hiçliği imgenin içine yerleştiren modern dünyanın imge uzmanları, medyalar aracılığıyla insan bilincini istedikleri gibi yıkamakta, zihinleri kontrol etmekte ve beyinleri düzenlemektedirler. Batılı insan, bir yandan gerçekliği yalanın içinden yansıtıldığı biçimiyle algılarken, diğer yandan kendi iradesi dışında üzerine boca edilen imgeler yığınının çelişkisi içinde kalmakta, nihayetinde kendisine yabancılaşmaktadır. Her objenin bir imgeyle izharına yönelik sakat mantık, Batı insanını esir aldı. İnsan artık içine doğduğu dünyada yaşayabilmek için, doğuştan sahip olduğu donanımdan çok daha fazlasına muhtaç.

İnsanın talihsizliği fıtratı hilâfına davranmasında yatar. Dolayısıyla, “Hakk’ın dili halkın dili” ölçüsü bağlamında, “İnsanî olan ilâhî olana, İlâhî olan da insanî olana bağlanmalı.” Lâkin hayvanlarla paylaştığımız (semirmeyi tekâmül addetmek – S.M.) bir hayat ideali, kitle üretiminin mantığı, modernliğin yol açtığı sıkıcı yeknesâklık insanları sıradanlaştırdı; sürüden olmamak, farklı olmak, aranılan bir şey. İnsandan hayvana, nebattan cemada her şey kendini aşmak, “bir şey” olmak ister. Ne var ki, popüler kültürün endüstrileşmesiyle birlikte, mutasyona uğramış varlığıyla fert, şahsiyet olmaktan çıktı, toplum içinde bariz vasfıyla tebarüz edemediğinden (filânca olamadığından), başkasını öteki olarak üretmek zorunda kalan bir görüntü konumunda. Artık kimsenin ne anlatacağı kendine has bir dünyası, ne de kendine özgü bir üslûbu var. Eskinin düşünürleri, sanatı, sineması, efsânesi… Postmodern sanatçılar tarafından pervasızca yeniden üretilerek, “ölü bir dil” in içinden konuşuluyor. Medyatik teknoloji bir yandan tüketimi sanat kılıfına sokup pazarlarken, diğer yandan eşyanın görüntüleri durmadan değişiyor, anlık bir görüntünün yerine hemen bir başkası ikame ediliyor. Hayâl gücünü harekete geçiren şeyler, pornografiyle bütünleşen cinsellik ve formatlanmış beyinler arasındaki iletişim. İnsanlık, kurgulanmış bir kaderi yaşamak zorunda. “Yerinde doğru, yerli yerinin dışında kullanıldığı zaman, fikir gücünün insana vereceği bilgi ve hüküm budur!” ( Muhiddin-i Arabî Hz.leri –Fütûhâtı Mekkiyye)

Gerçekliği algılayışın dumura uğradığı böyle bir idrak zemininde, işin form ve suretinin görüneceği yer olan “mevcud”un başka bir boyutunu oluşturan mitoslar da üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele olarak ortaya çıkar. Mitoslar, insanî tekâmülün ilk aşamasını yaşayan topluluklarda, maddenin ideaya galip geldiği bir dünyada, aklın eşya ve hadiseleri kuşatmakta yetersiz kalması sonucu üretilmiş bir nevi savunma mekanizmalarıdır. İnsanın tabiat karşısındaki güçsüzlüğünün ifadesi halinde, imgelem yardımıyla hayatı yorumlama yolunda atılmış ilk adımlardır. Fert kavrayamadığı, anlayamadığı, bilemediği objeleri mitoslar vasıtasıyla hayata taşımakta, onlara yeni mânâlar atfetmekte, kendisiyle bütünleştirme imkânı bulmaktadır. Bu vechesiyle mitoslar, ferdi şuurla eşyanın hakikati arasında bir ara zemindir ve imgeyle de ilişki içindedirler. Bu mânâda imgelere: “Âlem Allah’ın lisânlarından bir lisândır” ölçüsü bağlamında, “ taayyün ve beliriş” mânâsına, mitosların kendilerini ifade imkânı buldukları “dil – lisân” demek de mümkün. Ancak, popüler kültürle birlikte, günümüz toplumlarında bu “dil”; farklılıkları yok sayan, sürekli kendini tekrarlayan, benzerini üreten, simgesizleştirilmiş mekanik bir dildir.

Peki, bu şartlar altında; radikalizm ve aşırı modernizmlerin birbirine karıştığı bir ortamda, yani günümüz toplumlarında “mit”ten yararlanılabilir, bir mitos düzeni kurulabilir mi? Bu soruya kurulabilir ya da kurulamaz diye cevap vermezden önce, mitolojinin; “DOĞRU YOL’un gösterilmesinde toprak seviyeli bir vesile rolü oynadığının ve Peygamberler tarihinin salkım saçak görünümlü usaresi olduğunun” ( S.Mirzabeyoğlu – Esatir ve Mitoloji) peşinen kabulü gerekir. Zira başlangıcından günümüze mitoloji, bu usarenin içinden üretilmekte olup, farklılık sadece üretiliş ve tüketiliş biçimindedir. İptidai toplumlarda mitos bir sıra istihâleden geçtikten sonra, nihayetinde imgede karar kılarken; günümüz toplumlarında ise imgeden hareketle üretilmekte ve tüketim için kullanılmaktadır. Bu bağlamda hem imge hem de onun mitikleşmiş hali, artık günümüzün metaıdır.

Mitoloji neticesi ve sahici bir muhtevası olmayan “zengin bir çöplük”, “tezkiyesi gerek”. Modern çağın “imge cambazları”, sistem kavramıyla bütünleştirdikleri ifade tarzlarıyla, medyalar aracılığıyla insan bilincini istedikleri gibi yıkamakta, sapkınlık ve azgınlığa sebep olmaktadırlar. Modernizmin devşirme ve tutarsız bir geçiş aşamasında olan sanat akımlarıyla ve eşyayla bütünleşerek geldiği yer burasıdır.  Post moderniteyle birlikte günümüz toplumlarında, artık eşyaya dair bir gerçeklik zemininden söz etmenin mümkün olmadığını; imgeyle gerçeğin aynılaştırıldığı yerde imgeleşmiş şeyin mitikleştiğini de söyleyebiliriz. Esrarına ve teshirine memur olduğumuz eşyanın yerini, teknolojik nesne aldı. Her şey insan fıtratı hilâfına hızla değişirken, efsâneye dönüşmekte, çok geçmeden de unutulup gitmektedir. Fert eşyayla ilişkiye ancak onun güncellik kalıbına dökülmüş imgesiyle girebilmekte, mitosların daha önceki oluşumunda “ dil “ fonksiyonu gören imge ferdin hakikati halini almakta; mitoslar da önceki konumlarına nisbetle bir efsâne olmaktan çıkıp, birer imgeye dönüşmektedirler. İmgelenen objenin bulunduğumuz ortamdan imgeye intikâlinde, imge “ dil ” olma özelliğini yitirmiş, gerçeğin kendisi olmuş, mitoslar da imgeye ait bir efsane olmaktan çıkarak, onun yerini almıştır. İlk çağlardan günümüze, eşyanın geçirdiği istihaleler neticesi geldiği yer burasıdır. İlk zihin halinde; pagan dönemin insanı tabiat unsurlarını tanrılaştırıp onlara taparken, modern çağın insanı da, bilinç düzeyine yükselttiği eşya fetişizmiyle teknolojik hayranlık arasında gidip gelmektedir. Her iki halde de insan; “Allah’tan mahrum olan neye mâliktir?” Ve böyle bir dünyada yaşamanın insan için ne önemi olabilir ki? Sorularıyla baş başa kalmaktadır.

Doğu’nun-İslâm’ın eşya ile ünsiyeti

İnsanî var oluşun mânevî şartlarından mahrum Batı, kültürel bazda kendi hakikatinin ürettiği bir sürü olguyu kitle iletişim araçlarını da kullanarak üzerimize boca ediyor. Gerçekliğin estetik özümsenme alanı genişleyip yayıldıkça da sanatın bir fikir, his ve kıymet alışverişi olduğunu, kötüyü yüzlerce kez teksir ederek, hem kendi toplumuna hem de bizim gibi; eşyayla ünsiyeti farklı olan Doğu’lu toplumlara unutturdu. Bu yüzden eşyayla kurduğu ilişki de hep problemli oldu. Batılı toplumlarda hakikat zemininin yitimiyle birlikte, toplum yeniden “vaftiz edilerek” belirleyici olmaktan çıkarılıp, belirlenen konumuna yerleştirildi. Devlet ve ideolojik devlet mekanizmaları, artık kamuoyu adı altında cehaleti düzenleme gibi bir fonksiyon görüyor. Gelinen noktada, “farklılıklar demagojisi”yle problemler çözüme yeğ tutulurken, kriz bir ilişkiler bütününden başka bir ilişkiler bütününe geçerek devam etmekte, parça parça hakikatlerle bütün kuşatılamadığı içinde, bütünün idaresi elden kaçmaktadır.

Doğu’nun, özellikle İslâm’ın dünyayı, hayatı algılayışı, eşya ve hadiseye yanaşan şuuru Batı’nınkinden tümüyle farklı. Eşya, Allah’ın lisânlarından bir lisân olan âlemin, esrarına ve teshirine memur olduğumuz bir parçası ve bütünün habercisidir. Her parça bütünün bir unsurunu kendinde taşır. Zira âlemde, “her bir şey Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharıdır.” Dolayısıyla gerçekliği imgelerle izhardaki becerimiz, parçadan hareketle bütüncül değerlendirme yapabilme, tikel olandan genele varma, müşahhas hadiselerde geneli keşfetme becerimizden ayrılamaz. İnsan bu istidadı ve idraki nisbetinde kendini, dolayısıyla Rabb’ini bilecek, Hakk’ı halkta, âlemde tanıyacaktır. İki zıddı birleştirmesiyle de, umut ve tutkularımızın temelinde yatan sessiz çığlığı; “Ben Kimim- Ölüm Nedir?”in “BİR” olduğunu haykıran çığlığı duyacaktır.

İslâm’da dünya, ahretin ekim yeri… Dünyada ne ekilirse öbür tarafta o biçilecek. Hz.Peygamber, “Dünya mü’minin ne güzel bineğidir! Onun üzerinde iyiliğe ulaşır, kötülükten onun vasıtasıyla kurtulur” buyuruyor. Dolayısıyla aklın görevi, mihraksız tümevarımın zafiyetiyle mâlül bir arayış içinde eşyayı değiştirmek – dönüştürmek – sorgulamak değil, eşyaya dair bilginin zorunlu olarak Hakk’a dair bilgiyi öncelediğini bilmenin şuuruyla, eşyanın hakikatine yakın düşebilmektir. Allah insanı kendine halife olarak yarattı… Eşya ve hadiseleri teshire memur etti. Bu sebeple, Yaradan – yaratılan ilişkisinde insanın vazifesi tabiatı teslim almak değil, hakikatin güzelliğini bulup ortaya çıkarmak, bu güzellikten pay almak ve onu hayatına katmaktır. Ancak, güzelin fethinde sadece teorik ve aklî tahliller güçsüzlük ifadesidir. Zira kaba maddeci estetiğin aksine İslâmî estetikte sanat, Hakk’ı âlemin Rabb’i olarak bilmeyi gerektirir ve tüm sanat faaliyetlerinin sistematiği bunun üzerine kuruludur.

Doğu yüzlerce yıldır, kendi geçmişinden tevarüs ettiği en küçüğünden en büyüğüne, her biri eşsiz bir zevkin numunelerini yok ederek, Batı’yla bütünleşme derdinde. Ne yazık ki Doğu’yla birlikte, İslâmî toplumlar da artık kendilerine has bir şuura sahip değiller. Dolayısıyla, Batı’nın ürettiği objektifleştirme etkinliğine karşı koyma imkânını da yitirdiler. Batı’nın bir ilişkiler bütünü içinde seyreden kültüründen, teknolojilerini ithal ederken, beraberinde ideolojilerini de ithal etmektedirler. Kitle iletişim araçlarının hızı, “bilgi işi”ni sadece kendi tekelinde görenlerin toplumu inanmaya hazır hâle getirildiğimiz “cazibe merkezleri ”ne yönlendirmedeki başarısı, İslâmî toplumları da Batı’nın imge sistemine ve görüntü üretme etkinliğine ister istemez tabi kıldı. Yaşanan kültürel sindirimsizlik ve erozyonla birlikte hızla bir yok oluşa sürüklenmektedirler. Bir toplum kendi hatasını idrak istidadını yitirmişse, o toplum için var olmanın ne anlamı kalır ki!

“Her asırda, asrın bir yenileyicisi var”  (Muhiddin-i Arabî Hz.leri). Bu mertebedeki büyük şahsiyetler, toplumun geçirdiği ciddi bunalım dönemlerinde ortaya çıkar ve tarihe damga vururlar. Ortaya koydukları eserler de, yaşadıkları fikir çilesinin ürünüdür. Saçma sapan fikirleri elbirliğiyle onaylayan, tabiî bir meraktan yoksun aydınımız, iş S. Mirzabeyoğlu’na gelince eşi bulunmaz bir ödleklikle “sükût senfonisi”ne “yazılsa da”, asrın yenileyicisi İBDA MİMARI, asrın “yönlendirici ilke”si de BD–İBDA dünya görüşüdür. Hayâlini kurduğumuz İslâm Medeniyeti’nin muradına denk bir kültür, toplumun genel fikir çerçevesine, ancak” bu dünya görüşü” nü yerleştirebildiğiniz zaman üretilebilir. Zira çağımızda, İslâm’a muhatap anlayışın ideal bir zenginlikte kendini gösterebildiği tek tecelli zemini BD-İBDA Dünya görüşüdür. “Müslüman olarak ya bunu göreceksin ya da daha iyisini ortaya koyacaksın…”

(*) Esatir ve Mitoloji / Güneş ve Ay, Salih MİRZABEYOĞLU, İBDA Yayınları, Ekim 2010, İstanbul.

Aylık Dergisi 110. Sayı Kasım 2013