İslam coğrafyası 18. yüzyıl sonu ve 19. yüzyıl başından itibaren Avrupalılar tarafından, tarihinde görülmemiş bir şekilde işgal altındadır. Bu süreci geçmiş işgallerden ayıran en önemli husus ise siyasi-askeri alanla sınırlı kalmayıp yerel kaynakların sömürülmesi yanında kültürel hasar ve düşünce dünyasının tahrip edilmesini de kapsamasıdır. Yıllar geçtikçe bu tahribatın sonuçları gün yüzüne çıkmakta ve en önemli izi ise Müslüman zihinlerde olan “parçalanmışlıkta” kendini göstermektedir. Artık Müslüman fert için geçmişten gelen miras, mevcut konum itibariyle bir şey ifade etmez hâle gelmektedir. Bu durum Müslümanları, yeni bir arayışa itmiş ve 200 yıllık süreçte farklı çözüm önerileri getirilmiştir.

Üstad Necip Fazıl’ın, “hakkımda yazılmış tek harika kitap” yorumunu yaptığı “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseri, Büyük Doğu’yu esas alarak, Mutlak Fikir’i, İslâm’a muhatab “Bütün Fikir”in gerekliliğini anlatır. “Parçalanmış zihin” sorununu fark edip, gerekli çözümü sunma konusunda Salih Mirzabeyoğlu istisnai bir konumda durur. Tespit ve çözümünde Büyük Doğu’ya nisbetle düşünen Mirzabeyoğlu, bu temel üzerine açıklamaları yapar ve İBDA düşüncesini şu şekilde ifadelendirir: “Büyük Doğu, insanın hadiseler karşısında “nasıl?” tavrını temsil eder. İBDA ise hadiselerin “niçin?” boyutu ile ilgilenir ve bu sorunun Büyük Doğu’ya nispetle açılımını yapar”. Yani Kumandan Mirzabeyoğlu yapmış olduğu fikri yolculuk neticesinde içine Büyük Doğu’yu da alan kapsamlı bir “ideolocya” ortaya koymuştur. Büyük Doğu’nun en temel yöntemi olan sentezciliği üstlenir ve Büyük Doğu’nun gayesi olan “İslam Tasavvufu ve Batı Tefekkürü” ikiliğinden ikinciyi birincinin önünde hesaba çekerek yeni “terkip”ler ortaya koyar.

Birçok başlığı barındıran kitabın ana mevzusu, İslâm aleminde, “dünya görüşü” fikrinin, “her örgüsü tezatsız” bütün bir fikir olarak kavranıp, açıklanamamasıdır. Örnek olarak sanayi girişimlerini ele alan Mirzabeyoğlu, bu yolla İslâmî bir atılım yapmak isteyenleri eleştirir. Diğer kültürlerden alınıp, içeriğine nüfuz edilmeyen her “ürün”ün, içine girdiği “kültür bütününü” bozacağı muhakkaktır. Bu nedenle taklide dayalı “Batı’nın iyi yönlerini alalım ve kötü taraflarını bırakalım” fikri, hatalı bir düşüncedir. Çünkü her “teknik ürün” belli bir dünya görüşünün sonucudur. Bu konunun daha iyi anlaşılması için “atların, Kızılderililerin hayatlarına etkisini” örnek vererek, dışarıdan alınan ve hesabı yapılmayan her yeniliğin zararlarının nereye kadar varacağını tahmin bile edilemeyeceğini, bunların muhasebesini yapacak bütüncül bir anlayışın ortaya koyulmasının zaruri olduğunu belirtir.

Mirzabeyoğlu, mevcut durumun tespiti yanında, “nasıl bir çözüm gerekir?” sorusunun cevabını da verir. Bunu şu şekilde dile getirir: “Ağır sanayi (endüstriyi) kurmadan önce, ağır sanayiyi doğuracak mücerret idrak zemininin müsbet ilim dallarının EDEBİYYAT’I lazımdır ki, gerek doğuş, gerek değer, gerekse ihtiyaç olarak bu idrak, “ruh”a mukavemet eden varlığı kavrama çilesini belirten “mücerret idrak-mücerret fikir”in yolda bıraktıklarıdır [fikrî buluşlarıdır. A.K.]”. Mirzabeyoğlu, “müspet ilim” olarak ifade ettiği “insanın varlığa şekil verme” bahsinden önce, bunun “edebiyyatı” olarak isimlendirdiği fikri zemini üzerine düşünülmesi gerektiği söyler.

“Nasıl bir fikir?” sorusunun cevabı alınmak isteniyorsa şayet, öncelikle şu soru açıklanmalıdır: “İnsan nedir?” Diyaloglar halinde kapsamlı tahlillere girişerek insan ve varlık üzerine temel meseleleri ele alan Mirzabeyoğlu, kendine has üslubu ile farklı sentezler yapar. “Peşin fikir”ler üzerinden yürüyerek, insanın ruhî ve bedenî iki yönünü ortaya koyar. Bu ulaştığı sonuç, inşa edeceği düşünce yapısının esası olacaktır. “Ruhî” olan devreye girdiği anda “ilahî” olan da ortaya çıkar. İşte burada “İBDA” düşüncesinde çok önemli bir yere sahip olan Tasavvuf devreye girer. Ruh hakkında söylenecekler bu kaynaktan beslenerek aktarılır. Burada vurgulanması gereken diğer bir husus ise, yapılan açıklamaların Müslümanlar ile sınırlı kalmayıp, cihanşümul olmasıdır.

Marifetullah seyri ve Mirzabeyoğlu Marifetullah seyri ve Mirzabeyoğlu

Ruh’un insan faaliyetleri üzerindeki doğrudan etkilerini “bedahet”ler (isbatı kendinde, apriori hakikat, aksiyom) halinde ortaya koymaya başlayan Mirzabeyoğlu, bunlar ile insan ve hakikat ilişkisine geçer. Her insan kaçınılmaz şekilde bir “şeye” iman eder; bu durum “peşin fikir” olarak ifade edilir. İnsanın yaptığı her araştırma, aslında “imanı” tasdiklemek içindir. Burada birey tek başına olmayıp toplumun eğitim, ekonomik, siyasî vb. gibi durumu doğrudan etkin olan şeylerdir (“Yamyam kabilesinden Einstein çıkmaz” gibi). Her medeniyetin de bir “ideolocya”sı vardır. Burada Mirzabeyoğlu’nun “ideolocya” kavramına yüklediği anlam “fert ve toplum arası inanılan ve bağlanılan fikirler manzumesi”dir. Her insanın inandığı bir “şey” ve ideolocyası (farkında olmasa bile) varsa eğer, kendine ait bir hakikat algısı olacaktır. Ama akla önemli bir soru gelir: Her insanın hakikatinin kendisine olduğu bir yerde, miyar alacağımız, “mutlak ölçü” olarak ifadelendirdiğimiz, “hakikatin hakikati” olarak neyi kabul etmeliyiz?

Gaye İnsan-Ufuk Peygamber” olarak vasıflanan, mutlak ölçülerin belirleyicisi Hz. Peygamber burada kilit taşı görevi üstlenir. “Peygamberler olmasa, medeniyetler olmazdı” ölçüsü ile insanlık için Peygamberlerin önemi ifade edilir. Marksistlerin dediği gibi insan, sonsuz tekrar ile “ilk doğruya” ulaşamaz; çünkü bu durum “doğru” kavramının olmadığı bir yerde anlaşılamazdır. Bu nedenle “ilk doğruyu” ifade eden birisi olmalıdır ve bu da Hz. Âdem yani bir peygamberdir. Zaman ilerledikçe her peygamber insanlığın bir şubesi ile ilgili “ilk-mutlak doğruyu” ortaya koymuş ve bu şekilde “Gaye İnsan-Ufuk Peygamber”de bu çizgi nihayet bulmuştur. Buradan yola çıkarak “inkarcı”lar da kendilerini bu “mutlak doğru” ile ifade ederler; “mutlak doğru”nun “aksi” şekilde davranmak onlara hayat hakkı tanır.

“Hakikatin hakikati” ve “mutlak ölçü” olan Hz. Peygamber, her “güzel”, “iyi” ve “doğru”nun ölçüsüdür. İnsanın “özü” olan ruh, tasavvuf ile anlaşılır, alet olan akıl ise artık her türlü faaliyete girişebilir. Bu nedenle Batı felsefesi havuzu, verime dönüştürülecek şekilde kullanılabilir hale gelir, çünkü insanın hakikati artık anlaşılmıştır. Artık bundan sonra her ferdin kendi nefs muhasebesine girişerek, bu süreci “içselleştirmesi” gerekmektedir. Çünkü birey topluluğun bir cüz’ü değil, tek başına bir bütündür, “küll”dür; bu nedenle çabası kendisini bağlamaktadır.

Tüm bunlarla birlikte kitapta vurgusu yapılan ve ulaşılmaya çalışılan en önemli şey ise bilmeyi bilici olmak anlamına gelen, irfandır. İnsan bir konuda her şeyi bilemeyeceğine göre o konuda kendisine yeteni bilecek kadar bilgisi olması zaruridir. Burada İmam Gazali’nin “içtihat için kaç hadis bilmeli?” sorusuna verdiği “bilmesi gerekeni bildiği kadar” şeklindeki cevabı, anlatılmak isteneni özetler şekildedir. Kitap boyunca anlatılanların meleke haline gelmesi gerektiği vurgulanır ve ancak bu şekilde “insan şubelerinde” verimli faaliyetler yapılabileceği dile getirilir.

“Necip Fazıl’la Başbaşa” eseriyle anlatmaya çalıştığımız mevzular, bir filmin parçası hükmündedir. Kitap boyunca ahlâktan sanata, hukuktan siyasete, kültürden felsefeye yayılan çok geniş bir yelpazedeki farklı konularda, bütünlüğe nispetle hükümler verilmiş, kendine has düşüncelere varılmıştır. Ama esas üzerinden durulan mevzu, “bütün fikir”dir, diğer bahisler bu meseleye nisbeti üzerinden kısa açıklamalar ile anlatılır. Eserin ana konusu olan “her fikri, bünyeye şifalı hale getirme” düşüncesine yazarın kendine özgü fikirleri tutarlı bir şekilde aktarması nedeniyle hedefe ulaşıldığı görülür. Son yıllarda yeni fark edilmeye başlanan “bütüncül/bütünü kucaklayan fikir olmadan anlamlı hiçbir şey yapılamaz” söylemi, 1982’de ilk basımını yapan bu eser ile karşımıza çıkmıştır. Hem teorik hem de pratik zeminde bu düşünce hep dillendirilmiş ve tatbik edilmeye çalışılmıştır. Müslümanların yeni arayışlara girdiği bu dönemde, Salih Mirzabeyoğlu’nun “Necip Fazıl’la Başbaşa” eseri yol gösterici olacaktır.

Kaynak:

Salih MİRZABEYOĞLU, Necip Fazıl’la Başbaşa, İBDA Yayınları, 2014, İstanbul.

Aylık Dergisi 3. Sayı, Mayıs 2022

Yazan: Abdulkerim Kiracı