Hem global mânâda hem de memleketimizde son derece ehemmiyetli hadiseler yaşanmasına mukabil; insanların sanki hiçbir şey olmuyormuşçasına davrandığı bir vaziyeti idrak ediyoruz. Cemiyetin nazarında saygınlığa sahip kişileri, siyasî ve iktisadî sahada tesir sahibi olanları, hatta dünyayı idare ettiği düşünülenleri tenakuzlar kumkumasına düşüren bu vaziyet, kimsenin hadiselerin nereye varacağını tam olarak kestiremediğini, kestirebiliyorsa dahi neticesinin ne olacağını ve dolayısıyla ne yapması gerektiğini bilmediğini ele veriyor. Esasında dile getirilmese de hem içte hem de dışta büyük bir hesaplaşmanın içerisinde olduğumuz artık herkesin rahatlıkla idrak edebileceği kaskatı bir gerçeklik hâlinde karşımızda duruyor.

Batı devletlerinin pastadan daha fazla pay alabilmek için birbirini yediği, Avrupa’nın harabeye döndüğü iki büyük savaşla ortasına kadar gelinen 20. yüzyılın ikinci yarısı dünyanın paylaşıldığı, görünürde iki kutuplu bir dünya çerçevesinde oluşan güçler dengesi ekseninde yine Batı tarafından şekillendirildi. Bilhassa savaşlardan en az zararla çıkan ABD, başta İslâm dünyası olmak üzere ulaştığı her yeri talan etti. Kendi menfaatlerine hizmet edecek devletler, aynı maksada uygun müesseseler, kaynakları kendisine aktarmak adına emrine amade sermayedarlar, Batıdan daha Batıcı politikacılar üreterek şeytanî maksadına matuf bir düzen kurguladı. Gittikçe Batılılaşan, böylelikle devlet eliyle daha zararsız hâle getirilen “ıslah” edilmiş fertler ve cemiyetler ortaya çıkması için çaba sarf etti.

ABD’nin bu politikasından en fazla nasibini alan ülkelerin başında hiç şüphesiz Türkiye geliyor. Daha önce İngilizlerin daha etkin olduğu, II. Dünya Savaşı yılları itibariyle ise Amerika’nın müstemlekesi hâline gelen Türkiye, aradan geçen takribî 70 yıl boyunca “müttefiklik” martavalıyla uyutuldu, tüm politikalarını Amerikan ekseninde şekillendirmesi sağlandı. ABD, Türkiye’ye karşı havuç-sopa oyununu o kadar güzel oynadı ki, Türkiye, ABD’nin çizdiği çizginin dışına çıkmaya her teşebbüs ettiğinde sopa devreye girerken beklenen havuç ise hiçbir zaman gelmedi. “Dost ve müttefik Amerika”nın Türkiye’ye bugüne kadar attığı kazıkları tek tek yazmaya kalksak sayfalar yetmez, bu sebeple ileride sadece bazılarına atıf yapmakla iktifa edeceğiz; fakat öncelikle “Son Roma”nın çöküşünü özetleyelim…

Sistemik Yıkım

Menfaatlerine uygun tarzda devletler, müesseseler ve idareciler oluşturmak konusunda yer yer büyük başarı sağlayan ABD, Sovyetlerin dağılmasının ardından kendisini dünyanın tek hâkimi ilân etti. Bunu yaparken de düşmansız kalmanın sebep olacağı ivme kaybını hesaba katmadı; dolayısıyla ABD’nin kendisini zirvede gördüğü nokta, gerçekten zirveydi ve o günün ardından hızla aşağı doğru yuvarlanmaya başladı. Düşmansızlığın hedefsizlik olduğunu fark eden ve Sovyetlerin yerine Müslümanları düşmanlaştırma çabasına girişen ABD, İslâm âleminin zayıflığı ve bütünlük ifade etmemesi dolayısıyla bu işte de başarılı olamadı. I. Körfez Savaşı, 11 Eylül, Afganistan işgali, Irak işgali ve bu sırada yaşanan ekonomik krizler derken Amerikan hegemonyası iyice sarsılmaya başladı. Amerikan hegemonyası bu derece sarsılırken tabiî olarak diğer global ve yerel güçler için de hareket alanları ortaya çıktı.

Bugün gelinen noktada ise; Kongre binasının kendi halkı tarafından basıldığı, içeride kutuplaşmaların artması sebebiyle iç savaş tehdidinin hiç olmadığı kadar yükseldiği, Afganistan’dan -bir asra yakın süre boyunca uğraşarak kurguladığı “işbirlikçiliğe dayalı” sistemi zedeleyecek şekilde işbirlikçilerini terk ederek- arkasına bile bakmadan kaçan, dünyayı istediği gibi dizayn etmekten, bunu temin için sözünü dinletmekten uzak bir ABD görüyoruz. Hülasası; son birkaç yıl içerisinde yaşanan gelişmelerle birlikte ortaya çıkan global değişim, hâkim bir gücün dünyaya tahakküm ettiği düzenin ortadan kalktığını açıkça gösteriyor. “Sam Amca” o iri cüssesine rağmen, artık makineye bağlı bir şekilde hayatını sürdürüyor.

Hâkim gücün çöküşünün getireceği sistemik yıkım ve bu gücün hâkimiyet devresince yaptıklarının hesabının sorulmasıdır. Bu da kaosa işaret etmektedir. Bu noktada hızla çöken ABD’nin çöküşünü diğer güçlerin yavaşlattığı iddiasını ortaya atmak dahi mümkündür. Yaşananlar, bunun farkında olan ABD’nin, kendisini dışarıda tutmak ve işbirlikçilerine tetikçilik yaptırmak suretiyle dünyanın geri kalanının sürüklendiği kaosu derinleştirmek, bu sayede zaman kazanmaya ve görece gücünü muhafaza etmeye çalıştığı gibi bir görüntünün ortaya çıkmasına sebep oluyor.

Ukrayna’ya müdahale edileceği kestirilmesine rağmen Rusya’yı caydırıcı tedbirler alamayacağını bilen ABD’nin, işbirlikçilerini ve ekonomik gücünü kullanarak kendisine tehdit olarak gördüğü Rusya’yı yıpratmaya çalışması, Ukrayna’ya askerî envanter ve eğitim desteğini artırması, Rusya’nın İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğini “savaş sebebi” ilân etmesine mukabil bunun gerçekleşmesi için bu yönde adımlar atması bahsettiğimiz çerçevede gerçekleştirilen manevralar olarak değerlendirilebilir. Elbette Uzak Doğu’yu, yâni son birkaç senedir “ABD’nin en büyük rakibi” olarak gösterilen Çin’i de unutmamak gerek. Çin ile Tayvan arasındaki en ufak sürtüşmeden dahi kendine pay çıkaran Amerikan siyasîler, her fırsatta Çin’in Tayvan’a muhtemel bir müdahalesinde askerî karşılık verecekleri yönünde beyanlarda bulunuyorlar; Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesi öncesinde de aynı yolu takip ediyorlardı.

Türkiye’nin Fırsatı

Suriye’de hem ABD hem de Rusya’nın aleyhinde faaliyetleri sebebiyle son derece zor bir pozisyonda kalan Türkiye, salgının getirdiği ağır şartlara mukabil bu sahada bir rahatlama yaşamıştı. Salgının bittiği günlerde ise Rusya ile Ukrayna arasında baş gösteren savaş, tüm dünyanın dikkatini buraya vermesine sebep oldu. Bu vaziyet Türkiye’ye Afrika ve Orta Asya’da rahat hareket alanı kazanmak için imkân tanırken, Rusya’nın Suriye’deki etkinliğini azaltmaya başlaması da, Türkiye’nin 12 yıldır savaşın devam ettiği bölgeye yönelik politikasında potansiyel gücünü harekete geçirmek için bir fırsatı beraberinde getirdi.

Buna mukabil; çevresindeki birçok ülkeyle sorunu olan Rusya’ya bu ülkeler üzerinden, Çin’e ise Tayvan üzerinden sopa gösterip ıslah etmeye çalışan ABD’nin tarihî-kültürel kodları ve stratejik konumu başta olmak üzere önemli bir potansiyeli olan, bu sebeple de 70 yıldır kontrol altında tuttuğu; fakat son 10 yıldır kontrolünden çıkmaya başlayan Türkiye için, öncekilerden daha büyük bir tuzak hazırladığı da aşikâr. Zira bizim Amerika ile kapanmamış çok büyük bir hesabımız olduğu gibi Amerika’da da son 10 yıldır oyunlarını bozan, 15 Temmuz’da kendisine büyük bir hezimet tattıran, dünya düzenini yıkmaya namzet olan Türkiye’ye karşı bir kin var.

Yunanistan Tuzağı

Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de etkinliğini artırmaya başlamasının ardından Yunanistan ile arasındaki sorunların yeniden ayyuka çıkmasına, Yunanistan’ın Türkiye’nin Afrika’daki faaliyetlerinden rahatsız olan Fransa gibi ülkelerden aldığı uluslararası destekle yüzyıldır olduğu gibi Türkiye’yi tekrar karalara hapsetmeye çalışan faaliyetlerde bulunmasına şahitlik etmiştik. Gerginlik zaman zaman savaşın eşiğine kadar gelinmesine de sebep olmuştu. Tüm bunlar yaşanırken ABD de okyanus ötesinden Türkiye’nin 50 km ötesindeki Dedeağaç başta olmak üzere Yunanistan’a askerî yığınak yaptı. Doğrudan memleketimizi çevreleme gayesine matuf yapıldığı açık olan bu askerî yığınak ile “dost ve müttefik Amerika”nın Türkiye’yi hedef almadığı iddiası televizyonlarda, gazetelerde kocaman “stratejist”ler tarafından iddia edildi. ABD’nin amacının Rusya’ya gözdağı vermek olduğu söylendi, millet aptal yerine koyuldu. Fakat Rusya-Ukrayna arasında yaşananlar ve Yunanistan-ABD ilişkilerinin gelişimi ilham vermiş olacak ki, hedefin doğrudan Türkiye olduğu yeni yeni fark ediliyor.

Osmanlı’nın yıkılmasında büyük pay sahibi ve karşısında Millî Mücadele’yi verdiğimiz Yunanistan… Yüzyıl önceden kapanmamış başka bir hesabımız olan Yunanistan, ilâhî hikmet icabı olsa gerek ABD tarafından yeniden önümüze sürülüyor; âdeta Yunan’ı çiğnemeden bize ulaşamazsınız deniliyor.

Hesaplaşma Yaklaşıyor Ama…

Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı silahlandıran ABD, Suriye’nin kuzeyinde YPG-PYD üzerinden doğu ve güneydoğusunu da içine alacak bir devlet kurarak Türkiye’yi Anadolu’da küçücük ve işlevsiz bir devlet hâline getirme gayesiyle hareket ediyor. Şartlar Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorlarken Türkiye’nin önüne çok önemli fırsatlar çıkıyor. Bu fırsatların layıkıyla değerlendirilmesi ve yüzyıllık hesapların kapatılması için esaslı, her türlü yarımlıktan azade küllî, içten dışa doğru bir oluş evresi kendisini dayatıyor. Dışa doğru oldurmanın yolu içeride sağlam bir tahkimattan geçiyor ve iş yine aynı yerde düğümleniyor.

Yaklaşık bir asırdır müstemlekesi durumunda bulunulan Amerika’nın kendi zihin tipine uygun insanlar yetiştirip önemli mevkilere sevk etmesinin neticesi olarak, bugün memleketimizde kendi adına, kendi inancı, kültürü, değerleri adına düşünemeyen insan sayısı bir hayli fazla… Zihnen Amerikanlaşmış tipleri siyasetten akademiye her sahada görmek mümkün ve televizyonlarda-radyolarda konuşulanlar, gazetelerde-kitaplarda yazılanlar kendilerini ele veriyor. En basitinden; Yunan’ın Türkiye’ye karşı silahlandırıldığını anlayamamak, Afganistan’da ABD’nin yenilmesine sevinememek, hâlâ “dost ve müttefik Amerika” martavalları okumak yahut akademide bilgi tekelini elinde bulunduranların sunduğu konseptin dışına çıkamamak ve sözde “uluslararası hukuk”tan, “insan hakları”ndan filan dem vurmak zihnen yabancılaşmanın, hainleşmenin aksülamelidir.

Savaşlarla diz çöktürmeyip yapamadıklarını, içimize yerleştirdikleri Batıcılık ve Batılılık ile bizi öz benliğimizden koparmak suretiyle yaptılar. Asırlardır geri kalmışlığımızın sebebini İslâm’a bağlamayı kabul etmeye zorlanan bu millet önce İngiltere, akabinde ise ABD tarafından öyle bir halkalanıp müstemleke durumuna getirildi ki, yüz yıldır bunun ceremesini çekiyoruz.

1940’lar itibariyle gelişen ve patronaj ilişkisine dönüşen Türk-Amerikan ilişkileri, özellikle 1947 yılında, Truman doktrini çerçevesinde Türkiye’nin tamamen müstemleke hâline getirmiştir. 1940’lar ve sonrasında Türkiye’de siyaset, ordu ve istihbarat Amerikancı düşünceye göre dizayn edilmiş, üniversiteler Amerikan çıkarlarına mutabık düşünen fertler yetiştirmek üzere kurgulanmış, sermaye bu memleketin varlığını dışarıya aktarmak gayesine göre düzenlenmiştir. Editörlüğünü Cristopher Simpson’ın yaptığı “Üniversiteler ve Amerikan İmparatorluğu (Soğuk Savaş Döneminde Sosyal Bilimlerde Para ve Siyaset)” isimli kitapta Türkiye’nin Batılı kalıpta yetiştirme tekniklerinin uygulanması açısından bir laboratuvar olarak kullanıldığı açıkça belirtilmektedir.

İçte tahkimatı tamam etmeden yaklaşan büyük hesaplaşmada muvaffak olmak mümkün olmadığı gibi, bu tahkimatın yapılmasının önünde durabilecek hiçbir engel de yoktur!

Görüş: Faruk Hanedar

Aylık Baran 4. Sayı