Paranın, hayatî enerji kaynaklarının, teknolojinin ve medyanın tekelini elinde bulunduran “küresel güç merkezi”nin denetiminden geçmeyen bilginin bilgi olarak değer bulmadığı bir dünyada yaşıyorsanız, hayatınız da artık sizin olmaktan çıkmış demektir. Kendilerinin çizdiği bir kaderi yaşamanızı isteyenlerin arzusu bu istikamettedir. “Oyun”un kurallarına uymamak, siz tam adapte olmuşken değiştirilmelerine karşı çıkmak oyun bozanlıktır, cezayı gerektirir. Tek başına doğru yolda yürümektense sürüyle birlikte yanlış yolda yürümenin “ödül”ü olarak elinize tutuşturulan “oyuncaklar”ı yüksek ve değerli bularak, yönlendirildiğiniz “câzibe merkezleri”ne odaklanarak zamanınızı boş laflar üreterek geçirmek kaderinizdir…

Tek merkezden yönetilen, zihinleri örtüşen, düşünceleri bir noktada birleşen ve gerekçe olarak aynı verileri kullanan, ortak değer yargısına sahip bu tarz insanları yönetmek kolaydır. Buna mukabil, bir şeyi anlamaları maaşlarına bağlı olduğu için bir şey anlatmak hayli zordur. Açıklama peşinde koşarlar ve her şeyin kendi mantıklarına uygun bir îzahı olduğunu düşünürler… Düşündüklerinin içinde en âşikâr ve en sansasyonel olanı da açıklama diye etiketleyip hâdiselerin üzerine yapıştırırlar… Şeylerin kendi mantıklarını aşan bir üst mantığı olabileceğini akıllarına bile getirmezler! Gördükleri yahut akıllarının kuşattığı şeylerin tercih ettikleri kısımlarına odaklanarak görülmemişe, henüz gerçekleşmemiş olana genelleme yaparlar!

Bu hâl, düşünen şuurun kendisine şuurunun olmadığını, belirli bir “diyalektik” ve “ahlâk”ın ifadesi olan “şuur süzgeci”ne sahip olunmadığını gösterir. Böyle bir düzende her şey ters işler, düzeltilecek şeylerin sayısı hiç eksilmez, artar… Size doğru görünen pek çok şey, aslında yanlışın doğrusu olarak tezahür eder. Fakat, emrine yazıldıkları sistemin kusursuz bir biçimde çalışmasını engelleyecek her tür oluşumu daha doğmadan kaynağında boğmakla görevli, emre amâde, hizmete hazır felsefeci, akademisyen ve uzmanlar sistemin başarılarını âdeta zihnimize kazırken, başarısızlıklarını tam anlamıyla gömerler. Bu da yetmezmiş gibi, akademik bilginin insan ilişkilerindeki rolünü, gerekliliğini fazlaca abartır; metalaştırılmış, açıklanabilir ve kanıtlanabilir resmî bilgiyi tek-doğru bilgi olarak dayatmakta hiçbir beis görmezler. Canlı varlıkları tanımanın yolunun sayılardan değil, ruhtan geçtiği gerçekliğinin üzerinden kuru bir mantıkla atlayıp, izah edemediğiniz, fakat bedahetlerle iş görerek elde ettiğiniz, sizi yeni ilham ve fikirlere gebe bırakan, tecrübeyle edindiğiniz bilginin hafife alınmasına sebep olurlar. Bilginin akademik çevrelerde yapılan araştırmalar sonucunda üretildiği bunun teknolojileri doğurduğu, teknolojilerin pratiğe yansıdığı, bunun da iktisadî büyümeyi sağladığı tezi, çok dar bir alanda ve belirli projelerin gerçekleştirilmesinde geçerli olsa da, hayatın diğer alanlarında bunun tam tersi geçerlidir…

Tüm bu yanlışlıkları görmezden gelip, insanlara yanlış şeyler öğretmeye, zihinlerini “düzmece bilgi”yle yıkamaya devam ediyorsanız, onlardan insanî hasletlere sahip iyi, dürüst insanlar olarak yetişmelerini, doğru davranışta bulunmalarını beklemeniz abesle iştigâl olur… “Kuralları ben koyarım, istediğim zaman uyarım”, mantığının ürünü olarak koyduğunuz, hayatı düzenleyen kurallara harfiyen uymaları, ideal bir çevrenin içine doğdukları, doğru bilgiyle beslendikleri, bu sebeple değerlerine bağlı dürüst insanlar olarak yetiştikleri anlamına gelmez… Kararlarında, tercihlerinde ve davranışlarında belirleyici olan aslî unsur, “maruz kalma” ve bunun bedelinin ne olacağıdır… Bağlayıcı olan bu unsurlardır. Bunlardan kurtulabileceklerine inandıkları anda, tüm o koyduğunuz kuralların pervasızca ihlâl edildiğini görmek, sizi şaşırtmamalıdır…

İnsanın dünyayla kurduğu ilişkiyi “mutlak”la olan ilişkisi belirlemiyorsa, hayatı düzenleyen kurallar dine değil bilime aitse, ahlâkî-vicdanî hiçbir bağlayıcılıkları da yok demektir. Uygulanabilirlikleri zora dayalı olmalarına, “zor”un da yasaların içine ustaca gizlenmiş olmasına bağlıdır. Dolayısıyla, modern kültürün sivil toplum düşüncesinin içine ustaca gizlediği şiddet tehdidi ve tekelini görmezden gelip demokrasi güzellemeleri “yakmak”, insanı insan yapan hasletlerin model şartından mahrum, yol gösterici ve denetleyici olarak da hiçbir işe yaramayan formlarla kuşatılabileceğini, sözleşmeye bağlanabileceğini ve sözleşmeyle korunabileceğini düşünmek hamakâttir… İçinde en ufak bir şüphe kalmamacasına dönmüş, İslâm’a olan kinleri ve garazları iliklerine işlemiş, kendi zırvalarına fazlaca inanan soysuzlara has bir davranıştır. Bunlardan değerlerine bağlı insanların imanını, ihlâsını beklemek nâfile bir bekleyiştir…

Ferd içine doğduğu çevrenin, yaşadığı çağın insanıdır. Ve bunlar insanın kişiliği üzerinde belirleyicidir. İnsanı anne-babasından, ailelerinden daha fazla kendilerine benzetirler. Zaten kuşaklar arası çatışma denilen anlaşmazlıklar da böyle bir şeydir. Lâkin, günümüz dünyasında iş o hâle geldi ki, hem aile içi ilişkiler, hem toplumu oluşturan ferdlerin birbirleriyle olan ilişkileri, klâsik kuşaklar arası çatışmayla izah edilebilir olmaktan çıktı… Ailede anne-baba otoritesi çoktan ortadan kalktı. Toplumlar biçimsiz yığınlara dönüşürken, ferd hayatı ve onunla içiçe olan sosyal hayatı, kitlelerin afyonu olan kitle kültürü teslim aldı. Edeb ve terbiyeden yoksun işsiz, güçsüz, eğitimsiz ve vasıfsız, tutulacak bir yeri olmayan, tuttuğunuz zaman elinizde kalan ve dokunduğu her şeyi yoran insan müsveddeleri hayata hâkim hâle geldi. Kısacası; kendini tanımadığı gibi, kendi dışındaki hayatı da tanımayan, kitlesel bir biçimde yozlaşan ve soysuzlaşan; giderek fosilleşen, “tersinden hârika” bir insan modeliyle karşı karşıyayız!

Şüphesiz, bu ucube insan tipi öyle durup dururken, hüda-i nâbit misâli kendiliğinden ortaya çıkmadı. Nasıl ki, modernizmin arkasında Rönesans kültüründen ve Protestan ahlâkından tevarüs edilen bir birikim varsa, “tersinden hârika” dediğimiz bu insan tipinin yetiştiği popüler kültür ortamının arkasında da, özü itibariyle kiç, neticesi itibariyle hiç; kof, bomboş, acıyı da günahı da benimsemekten uzak bönlere has Amerikan kültürü ve Amerikanlaşmış Batı kültürü var. Modern işkencenin tezgâhından tüm insanî hasletlerini yitirmiş olarak çıkan ve dünyanın kâbusu hâline gelen modern birey, Tanrı rolüne soyunan kötü taklidçilere baka baka onlara dönüştü, onların özellikleriyle nitelendirilir hâle geldi. Modern kültür üzerinden yürüyerek hiçbir derinliği olmayan, kitleleri uyuşturan kitle kültürüne vardı.

Hüviyetinin makyaj malzemesi gibi yanında gezdirdiği ezbere bilgi ve fikriyle bilgiçlik taslayan, âlim edâsıyla konuşan, olmayan bilgisinin zevkini yaşayan ya da peşinden koşan bu insanlarla aynı hayatı paylaşıyor olmak, insanı gerçekten yoruyor… Tüm tutum, söz ve davranışları; “ben zır cahilin biriyim ya da aklını kullanmasını bilmeyen budalanın tekiyim” demekle eş anlamlı olsa da, hâllerinden şikâyetçi olduklarını söylemek hayli güç! Kitle kültürüyle yıkanmış anlamsız bir yüze, mânâsız boş bakışlara, “zevk”ten mahrum bir estetik anlayışa sahip olsalar da, kendilerinden bir hayli memnunlar. “Manda rehaveti” içinde bir hayat sürmek, moda ve markayla yatıp kalkmak, komikliğe varan bir ciddiyet içinde, olmayan bilgisinin zevkini yaşamak ya da paylaşmak kendilerine yetiyor… Kendilerine ve kendileriyle özdeşleştirdikleri ruha yorgunluk veren ahmak tiplere ölesiye hayranlar. Lâkin hayranlığının ötesine geçemedikleri için asıl olmaları gereken hâlden; kendileri olmaktan, saygı duymaktan ve anlamaktan çok uzaklar…

Dünya insan fıtratına aykırı bir hızla değişti, insan kendisine yabancılaştı. Madde plânında pek çok şey kazanmış olsa da, mânen iflâs etti, içi boş bir görüntüye dönüştü. Varlığa dair tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu kabul etme istidadını yitirdi… Fıtratında varolan nitelikleri geliştirerek eksiksiz ve kusursuz bir biçimde varolamıyor... İnsanın kendisi tükendi, artık yücelemiyor! İç âlemindeki düzen, savaş sonrası bir kasabanın görüntüsünden farksız; yıkık, dökük ve perişan! Fakat, hâline şuuru olmadığı için teselliyi yanlış yerlerde ve yanlış şeylerde arıyor. Bunların hiçbiri derdine deva olmadığı gibi aksine aklı yolundan saptırıp gerçek sorunlarla ve sorunlarıyla ilgilenmesini engelliyor. “Sorun üreten bir düşünce tarzıyla sorunlarını çözmeye çalıştıkça” biraz daha batıyor…

Mâliki olmadıkları bilginin zevkini yaşayan veya peşinden koşan insanları, olamadıkları mânânın maliki gibi göstermek için o kadar çok aptallıklar yapıldı ki, bu insanlar, gördükleriyle göremediklerini temsil eden renk körü misâli, renk hakkında ders vermeyi kendilerinde bir hak olarak görür hâle geldiler. İşlemedikleri suçun, işlemedikleri günahın bedelini ödemek zorunda kalan fikir adamlarının sırtından geçinen ve adı tarihe geçenlerin toplum tarafından benimsenen ve emilen düşünceleri, binlerce diğer benzerleriyle birlikte aklı meşgul etmeye, başka bir biçimde varlık alanı bulmaya ve kitaplık çapta referans noktası oluşturmaya başladı. Böylece aynı görüşler, aynı analiz çevreleri etrafında birleşme eğilimi artarken, birbirlerinden etkilenen zihinler düşünceleri ortak bir noktada birleştirdi… Kategoriler keyfileşti; bir şeyin aynını aynı olduğu şeyden farklı kılan özellikler gözardı edilerek, her şey Batı’da üretilmiş kavramlarla kategorize edilir hâle geldi; gerçeklik de bundan nasibini fazlasıyla aldı. Artık insanı yöneldiği şeyin hakikatle bir bağının olup olmaması değil, bunların kendisine sağladığı maddi çıkar, sunuluş ve hikâye ediliş biçimi ilgilendiriyor. Bu sebeple de, nefsin beklentilerinden başka bir şeyi göremiyor…

Hiç şüphesiz, insanlara “yanlış” şeyler öğretiyorsanız, onlardan “doğru” davranmalarını beklemek abesle iştigal olur. Fakat, asıl abes olanın, zihnindeki belirleyici olan kodlar Batı’nın kodları olduğu hâlde, bu kodlar üzerinden kendi öz kültürüyle ilgili doğru muhakeme yürütebileceğine, doğru hüküm üretebileceğine inanan ve sıkı bir Müslüman olduğunu düşünen mekanik zihinler olduğu kanaatini taşıyorum… Hayata ve hâdiselere zihnini şekillendiren Batı kültürünün kodları üzerinden bakan gözün, “gerçek iyi, doğru ve güzel”i görebileceğine inanmasına da şaşıyorum! Çünkü, herkese keyfî bir biçimde davranma, kendi kaprisi, tutkusu ve ruh hâli istikametinde yazma, konuşma imkânı sunan böyle bir başıboşluk Müslüman için ölçü olamaz… İslam’ın âlemşümul mesajını Batılı formlar içinde yeniden üretmek ve bunu İslamî addetmek hamakâttir… Bu hâl, düşünen şuurun kendine şuurunun olmadığını, okuduğunu anlayacak, anladığını sindirebilecek ve yeniden üretebilecek bir istidada, hâfıza ve hayâl gücüne sahip olmadığını gösterir…

İdrak edileni yeniden üretmek, tekrar inşa etmek, az veya çok meseleye dahil olan temel değişkenlerin miktarına ve korelasyonuna bağlı bir süreçtir. Her şeyden önce de, sürekli kendini revize eden hâfızayla ilgili bir meseledir… Anlamak, dinamik hâfızadır ve özü itibariyle bir “okuma” problemidir. “Okuma” okuduğunu yaşama; “yaşama” da mübdiinden etkilenip ibdayı iade edebilme meselesidir. Ancak tüm bunları yapabilmek öncelikle hakikat ve bilgi mefhumlarıyla alâkalıdır. Bilgi ise her zaman hem bir tecrübe hem bir zihnî dönüşümdür… Karşımızda duran objeyi isimlendirebilirsek önce okumuş, sonra da anlamış oluruz. Yaşamadığını okumak, “okuyamadığını” anlamak, anlamadığına inanmak ve lâyıkıyla temsil etmek muhâldir…

Muhâlin kâbile tedbili için “fikrin sesi”ni bulması gerekir, bu önemlidir… Yaşayacağımız en güzel duygu, ses ve hissin ayrılmazlığında mündemiç sırrı duymaktır… Sırlarla dolu bir âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kavramanın, bütün bir âlemin karşısında bütün bir insan olarak durabilmenin ve fikrin sesini içimizde duyabilmenin ilk düsturu sırrı duymaktır. Bu da bir mücerred fikir istidadı ve dil sanatıdır, zirvesi de “şiir idraki”dir… Şiir idraki de, “kainat idraki…” Kainatı idrakte bilginizin keyfiyeti, Allah’ın güzel isimlerinin sırlarına ve nurlarına olan ünsiyetiniz kadardır. Böyle bir istidadınız yoksa, ruhunuzdaki değişime şuur seviyenizdeki değişimin karşılık vermesi, bakışınızın başkalaşması, şeylerin maddî kabuğunu delip dış yüzünün açığa vurduğu, fakat göze görünmeyen hakikati görmesi mümkün değildir.

Hakikatleri bulundukları hâl üzere görebilmeniz için, “Kurtarıcı Fikir”leriyle sizi bütünlemeye; “Kurtuluş Yolu”nu göstermeye, selâmete erdirmeye çalışan “bütünleyici”nin kazandırmak istediği bütünlük, âhenk ve yüceliğin ruhunuzda yankı bulması, sizin de aynı iştiyakı duymanız gerekir… Fikrin sesini içinizde duymuyorsanız, sizde “dölleyici fikir”in tutunacağı bir rahim yok demektir. Fikre “gebe” kalmanız, doğum sancısı çekmeniz ve sağlıklı bir doğum yapmanız mümkün değildir. Lâyıkıyla temsil edemediğiniz fikir adına göstereceğiniz her tür çirkin performans, “Kurtarıcı-Bütün Fikir”i zedeleyecek; bütünlüğünü yok edecektir…

Bu sebeple, “BÜYÜK DOĞU-İBDA” gibi bir muhteşem -bütüncül yapıyı temsil mesabesinde olanların, her şeyleriyle fikre yaraşır bir tutum ve davranış içinde olmaları, bunu yansıtmaları elzemdir. Fikirden âzâde, kategorilerin keyfiliği içinde gösterecekleri her tür faaliyet fikre zarar verecek, fikri gerçek hâliyle değil de, temsil mesabesinde olanlar üzerinden değerlendirme zemini meşruiyet kazanacaktır. Dolayısıyla, fikri temsil ettiğini iddia eden hiç kimsenin keyfî biçimde davranma, kendi kaprisi ve ruh hâli doğrultusunda konuşma, yazma; tesadüfen bulunmuş, kazara verilmiş bir kararla iyi-doğru ve güzel bulduğu, bir kalıcılığı ve bağlayıcılığı olmayan, sık sık yer değiştirmeleri, sürekliliklerini devam ettiremeyip zıddına dönüşmeleri her zaman mümkün olan duyguları dayatır biçimde lanse etmesi; fikirle bağdaşır, fikre yaraşır bir hâl değildir… Körü körüne bir bağlanıştır. Böyle bir tutum, hem “muhteşem mimari”ye büyük bir zarar veren, hem “Büyük Mimar”ını yaralayan, başkalarının tanımasına, değer vermesine ve takdir etmesine mâni olan bir hâldir… Bu sebeple, “fikrin sesi”ni bulması, ses ve hissin ayrılmazlığındaki “sır”rı duyacak, terennüm edecek, “ses”ler olması mühimdir… Dünya görüşünü toplumun genel fikir çerçevesine yerleştirmenin ve kalıcı olmasını sağlamanın olmazsa olmaz şartıdır.

Görüş: Mevlüt Koç

Aylık Baran Dergisi 8. Sayı

Ekim 2022