“Liberal demokrasiler” ve “otokratik revizyonistler”

1963'ten beri düzenlenen Münih Güvenlik Konferansı, Batılı ülkelerin-elitlerin siyasî ve askerî meseleleri masaya yatırdığı platformların en önemlisi olarak görülür. İlk olarak "Uluslararası Askeri Bilimler Buluşması" adıyla düzenlenen konferans, uzunca bir süre sadece NATO üyelerinin toplandığı bir zirve hüviyeti taşırken 1994'te "Güvenlik Politikaları İçin Münih Konferansı" adıyla anılmaya başlandı. 2000’ler ile birlikte Rusya, Hindistan, Japonya ve Çin gibi ülkelere de kapılarını açarak uluslararası bir hüviyet kazanan konferans, 2008 itibariyle "Münih Güvenlik Konferansı" ismini aldı. 2007 yılında konferansa katılan Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Batı’ya meydan okuması ise hâlâ meselenin ilgililerinin hatırında…

Dünya düzeninin iktisadî meselelerinin konuşulduğu Davos Zirvesi’nin, siyasî ve askerî meselelerin görüşüldüğü ikiz kardeşi olarak kabul edilen Münih Güvenlik Konferansı’nda, son yıllarda yayınlanan raporların sadece başlıklarına bakılması dahi dünyanın nereden gelip nereye doğru gittiği konusunda fikir sahibi olmamızı sağlarken, bunlar üzerindeki teferruatlı bir inceleme -bakan göze nisbetle- ufuk açıcı bir netice elde edilmesine de kapı aralayabilir.

2010’lu yıllar ile beraber hem Batı kampında hem de dünyanın genelinde büyük değişikliklerin yaşanabileceği yönündeki tartışmaların damga vurduğu konferanslarda, Brexit ile beraber kıta Avrupası güçlerinin Anglo-Saksonlardan ayrışmaya başlaması ve uzun bir geçmişi olan Avrupa’nın bağımsız bir güç olarak ortaya çıkması gerektiği düşüncesi temelinde Batı blokunda oluşan çatlak tartışma konularından biriydi. Öte yandan yükselen Çin tehlikesine vurgu yapılırken Batı blokunun yeniden konsolide edilmesi gerektiği bilhassa ABD tarafından dile getiriliyordu. Trump’ın ilk iki yılında, Avrupa Çin’in karşısına yek vücut olarak çıkmaya ikna edilemedi; bölünmüşlük görüntüsü bir türlü ortadan kaldırılamadı. Rusya’nın ise kurallara uymayan birtakım davranışlarına mukabil, bu devletin uluslararası sistemi destekleyen politikalarının da olduğu, bilhassa Suriye ve Ukrayna konusunda Rusya’sız bir çözümün düşünülemeyeceği konuşulurken, 2018 yılına gelindiğinde işler tamamen değişti.

2018 yılında yayınlanan Münih Güvenlik Raporu’nun kapağında “treaty-anlaşma” ibaresinin yazılı olduğu kâğıdın yırtılması eşliğinde “Felâketin eşiğinden dönülecek mi?” başlığını gördük. Raporda Batı ülkeleriyle Rusya arasında yükselen gerilim ile uluslararası liberal düzenin krizleri ve Brexit’in Avrupa savunma sistemine yönelik etkileri gibi meseleler tartışıldı. Bu tarih itibariyle Anglo-Saksonların Rusya’ya yönelik tahrikleri de artmaya başladı.

Konferansın 2019 yılında düzenlenen zirvesinde ise ABD ile Avrupa arasındaki münakaşalar ve Rusya ile Çin’in Batı’ya karşı giriştiği rekabet çerçevesinde hararetli tartışmalar yaşandı. Dönemin Almanya Şansölyesi Merkel ısrarla “çok taraflı ve çok milletli çözümlere yönelik bir ihtiyaç” olduğunun altını çizdi. Bu esasında Batı’nın Rusya ve Çin’i karşısına almaktansa bu güçlerle birlikte yürünmesi gerektiğine dair Anglo-Saksonlara verilen bir mesajdı. 2019 senesinin raporu da “Büyük bilmece: Parçaları kim birleştirecek?” başlığını taşırken Antonio Gramsci’ye atıfla “Eski ölüyor, yeni bir türlü doğmuyor.” ifadesine yapılan vurgu dikkat çekiciydi.

“Batısızlık” başlıklı raporuyla Batı’nın çöküşünün ilânı olarak düşünülen 2020 yılındaki konferansta Çin’den daha fazla söz edilirken Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Güney Asya gibi bölgelerdeki dinamikler üzerinde daha fazla duruldu. Bugünden bakıldığında, “Batısızlık” başlığının Batı’yı yeniden yekvücut hâline getirmeye yönelik adımların sıklaşacağının ihtarı olduğu ve bunun da Avrupa’yı “Rusya sopasıyla terbiye etmek” yoluyla icra edildiği daha net anlaşılıyor.

2021 yılında düzenlenen zirve ise ABD’de Biden’ın iktidara gelişinin ardından düzenlenen ilk konferanstı. Kovid-19 sebebiyle sanal ortamda gerçekleştirilen konferansta Biden, Trump döneminde ABD ile Avrupalı müttefikleri arasında oluşan buzları eritmeye çalışırken “Rekabet ve işbirliği” başlığı altında “demokratik ve otokratik” sistemler arasındaki belirginleşen rekabet ve Kovid-19 çerçevesinde uluslararası işbirliği vurgusu yapıldı. Her ne kadar işbirliğinden bahsedilse de, burada asıl dikkat çeken rekabet ekseninde ele alınan ötekileştirmeydi.

Dünyanın büyük buhranlara sürüklendiği yıllar insanların da geleceğe karşı ümitsizliğinin arttığı, çaresizliği iliklerine kadar hissettiği yıllar olmuştur. 2022 yılına girerken de dünyada böyle bir atmosfer vardı. Kovid-19 pandemisinin hiç bitmeyeceği, tüm dünyada enflasyonun hızla yükselişinin durdurulamayacağı, Rusya-Ukrayna ve Çin-Tayvan gerginliklerinin bir savaşa doğru evrilip 3. Dünya Savaşı’nın kapısının açılacağı düşünceleriyle girilen 2022’de düzenlenen konferans da spesifik olarak bu meselelere odaklandı; “Akışı tersine çevirmek: Öğrenilmiş çaresizliği unutturmak” başlığıyla yayınlanan raporda Batı blokunun “çaresizliği unutturmak” şartıyla başarılı olabileceğinden bahsedildi.

Nitekim 2022 senesi tam da insanlardaki ümitsizlik kat sayısını artırır biçimde başladı. Anglo-Saksonlar tarafından yıllardır tahrik edilen Rusya, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya karşı bir operasyon başlattı. Bu operasyonun ilk günlerinde Rusya’nın Kiev’e inip işi çabucak bitireceği konuşulurken bu süre sürekli uzamaya, Rusya sahada beklenmeyen neticeler almaya başladı. Batı’dan Ukrayna’ya akan silah yardımlarıyla birlikte askerî sahada istediği neticeyi alamayan ve yaptırımlarla boğulmaya çalışılan Rusya, savaşı finansal boyuta taşıyarak petro-dolar sistemini-rezerv para doları hedef aldı ve dünya düzeninin ekonomi ayağına dinamit koydu. Rusya’nın Batı blokunun birlikte hareket etmesini engellemeye yönelik olarak enerji kozunu kullanmasına karşı, Anglo-Saksonlar Rusya’ya yönelik birçok sabotajda bulundu ve bunların bazıları Avrupa’yı da zor durumda bıraktı. Yine bu süreçte İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliği, Polonya sınırında yaşanan askerî gerginlikler gibi meseleler Rusya’nın askerî cepheyi genişletmesine yönelik Batı tahriki olarak göze çarptı. Son birkaç aydır ise Ukrayna’nın direnci kırılmaya ve Rusya’nın ilerleyişi hızlanmaya başladı ki, Batı’nın Ukrayna’ya maddî ve askerî desteği had safhaya ulaştı.

Aralarında ABD Başkan Yardımcısı Kamala Harris, Almanya Şansölyesi Scholz, NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Polonya Cumhurbaşkanı Andrzej Duda, İngiltere Başbakanı Rishi Sunak ve Avrupa Birliği (AB) Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen dahil olmak üzere 40'tan fazla devlet ve hükümet başkanı ile yaklaşık 100 dışişleri ve savunma bakanının katıldığı, Rusya ve İran'dan yetkililerin davet edilmediği, Çin'i de Çin Komünist Partisi (ÇKP) Merkezi Dış İlişkiler Komisyonu Direktörü Vang Yi’nin temsil ettiği 2023 konferansı ise 17-19 Şubat tarihleri arasında gerçekleştirildi. 59. Münih Güvenlik Konferansı’nda verilen mesajlara geçmeden önce konferansın gerçekleştiği süreçteki global meselelere de bir göz atalım:

Tayvan dolayısıyla ABD ile Çin arasındaki gerilim zaten yüksek iken, Amerikan hava sahasında Çin’e dair keşif balonlarının düşürüldüğü iddiaları yeni bir gerilim alanı oluşturmuştu. Çin ile ABD arasındaki zıtlaşmanın artışı, Çin’i Rusya’ya daha fazla destek vermeye iterken, Batı’da Ukrayna savaşının kendileri için hayatî bir meseleye dönüştüğü ve Çin-Rusya birlikteliğinin doğrudan bir savaş sebebi olduğu konuşuluyordu. Nitekim Zelenskiy bunu doğrudan dile getirdi, “Çin, Rusya’ya destek verirse bu 3. Dünya Savaşı demek olur” diyerek. ABD Dışişleri Bakanı Blinken ise “Çinli şirketlerin Rusya’ya desteği ciddi sonuçlar doğurabilir” ifadelerini kullandı.

17-19 Şubat tarihlerinde gerçekleştirilen Münih Güvenlik Konferansı’nın “Revizyon” başlıklı altı bölümden oluşan raporunda, en özet hâliyle, son yıllarda Batı merkezli tüm konferans ve zirvelerde âdet hâline geldiği üzere “revizyonist güçler” olarak tanımlanan Çin ve Rusya’nın statükonun altını oyduğundan ve uluslararası düzeni değiştirmeye çalıştığından bahsedilirken tıpkı Biden-Harris Millî Güvenlik Stratejisinde belirtildiği gibi asıl tehlikenin Çin olduğu, Rusya’nın Çin’le birlikte hareket etme potansiyeli bakımından tehlike arz ettiği vurgulanıyor.

Belki de Soğuk Savaş’tan bu yana ilk kez, dünya “liberal demokrasiler” ve “otokratik revizyonistler” olarak bu kadar kuvvetli bir şekilde tavsif ediliyor ve “Dünyanın liberal demokrasileri, otokratik revizyonistlerin ortaya koyduğu meydan okumaları geri püskürtmek için önemli olan ilk adımları attılar. Ancak liberal-demokratik ilkelerin otokratiklere galip gelmesi için, demokrasilerin ‘arzu edilir bir uluslararası düzen’ vizyonlarını yenilemeleri gerekir. Otokratik rejimlerle kıyasıya sistemik rekabetin yaşandığı bir çağda, demokratik dayanıklılığı güçlendirmek için yeniden tasavvur edilmiş liberal kurallara dayalı bir uluslararası düzene ihtiyaç var. Ancak bu vizyonu daha geniş bir uluslararası toplumda daha çekici kılmak ve gelecekteki uluslararası düzen için yarışmayı kazanmasına yardımcı olmak adına demokrasiler, uluslararası toplumun meşru eleştiri ve endişelerini de dikkate almalıdır.” denilirken uluslararası düzenden sadece otokratik revizyonistler diye nitelenen güçlerin değil, herkesin rahatsız olduğu bir kez daha kabul ediliyor.

Batılı güçlerin en büyük çekincesi ise, köşeye sıkıştırılan Putin’in nükleer silaha başvurup başvurmayacağı meselesi… Konferans boyunca üzerine en çok konuşulan meselelerden birisi de buydu ve raporda da bu endişe “Revizyonist otokrasiler, nükleer düzene ve stratejik istikrara çeşitli meydan okumalar ortaya koyuyor. En önemlisi, Rusya’nın Ukrayna’ya karşı savaşta nükleer silah kullanma tehditleriydi ve dünya çapında endişelere yol açtı. Çin, şeffaf olmayan bir biçimde ek nükleer yeteneklere önemli ölçüde yatırım yaptı. Ve Kuzey Kore ile İran, nükleer düzene kendi meydan okumalarını yapıyorlar.” şeklinde belirtildi.

Konferansın ardından da önemli gelişmeler yaşanmaya devam etti. ABD Devlet Başkanı Joe Biden, Polonya’ya gidecekken bir anda Kiev’de göründü. Rusya açısından rahatsızlık verici olan bu ziyaret, gerek Rusya’nın önüne atılan Ukrayna’ya ‘yalnız değilsiniz’ gerek Batılı müttefiklere ‘Ukrayna meselesi bizim için hayatî bir ehemmiyete sahip’ gerekse de Rusya’ya ‘savaş alanına kadar gireriz, haberiniz dahi olmaz’ mesajlarını içeriyordu.

Biden’ın ziyaretinin hemen ardından bir ulusa sesleniş konuşması yapan Rusya lideri Putin, Batıya ağır eleştirilerde bulunurken Batıyı düşman olarak tavsif etti ve hemen sonraki gün nükleer silahların denetimiyle alakalı Yeni START anlaşmasını askıya aldıklarını açıkladı.

Batının “Sakın Rusya’ya destek verme” dediği Çin’in, Münih Güvenlik Konferansı’na da katılan ve burada Avrupa’ya bilhassa Anglo-Saksonları kastederek “ortalığı kızıştıranların oyununa gelmeyin” diyen, bazı Avrupalı liderlerle de birebir görüşmeler gerçekleştiren ÇKP Dış Politika Temsilcisi Vang Yi, bu konferansın ardından Rusya’ya gitti. Yi burada “Batı’nın tehditlerine mukabil tüm alanlarda karşılıklı yarar sağlayan işbirliğini geliştirmek için Rusya ile güçlerini birleştirmeye hazır olduklarını” söylemesi bir meydan okuma olarak yorumlanırken Çin lideri Şi Cinping Rusya ve Ukrayna’ya seslenerek barış görüşmelerine başlama çağrısında bulundu.

Anglo-Sakson bloğun tüm zorlamalarına rağmen Tayvan ve balon krizlerinde kuyruğu dik tutmak suretiyle itidal mesajları veren Çin, Batı bloku tarafından savaşı uzatmak suretiyle terbiye edilmeye çalışılan Rusya ile de böylece bir patronaj ilişkisi kurma teşebbüsünde bulundu. Her ne kadar Cinping, ABD’yi ve diğer Batı ülkelerini “Soğuk Savaş politikaları yürütmemeleri” konusunda ihtar etse de, Çin’in Rusya’ya yaklaşımıyla blok liderliğine yönelik tavrı da kendisinin de bu yönde bir politika yürütmesi şeklinde değerlendirilebilir. Başka bir ifadeyle Çin’in savaşın cephesini genişletmek istememesi şeklinde yorumlanabilir.

Hülasası gerginliğin son derece arttığı bir süreçte, bu gerginliğin sıcak çatışmaya evrileceği her noktada, bir tarafın tavizlerle ortamı yumuşatmaya çalıştığı bir Soğuk Savaş süreci ABD ile Çin arasında yaşanıyor. Vaziyet böyle olsa da, Rusya’nın Çin’in patronaj ilişkisine boyun eğmesinin yahut Putin’in biraz daha köşeye sıkışırsa nükleer düğmesine basmamasının bir garantisi yok ve hadiseler de bu yönde akıyor.

Hadiseler bu yönde akarken yukarıda da belirttiğimiz üzere; 2010’lu yılların tamamında ve 2020’lerin şimdiye kadar geçen süresince düzenlenen tüm uluslararası zirve ve konferanslarda eski düzenin iflas bayrağını çektiği itiraf edildi. Fakat eskinin yerine yeni olarak neyin ikame edileceğine dâir bir çözüm teklifi hâlâ yok. Teklif olarak sunulanlar ise eskinin sulandırılmışından başka bir şey değil. Ve bu sürünceme de gerginliği her geçen gün artırıyor. Bu durum âdeta tüm Batı bloku ile Rusya arasında Ukrayna sahasında yaşanan savaşta cephenin genişleme ve gerginlik arttıkça patlamanın daha büyük olma ihtimalini artırıyor.

Dünya tek cephede yürütülen bir savaştan çok cepheli bir savaşa adım adım ilerlerken bizim için ise burada asıl soru, Türkiye’nin hangi tarafta yer alacağı ki, bu da başka bir yazının meselesi.

Görüş: Faruk Hanedar

Aylık Baran Dergisi 13. Sayı