Marmara denizi kıyılarına vuran kirli beyaz renkli bir tabaka ile beraber deniz salyası ismi hayatlarımıza girmiş oldu. Bu beyaz renkli tabakanın ne olduğu, ne zamandan beri böyle bir sorunun şekillendiği, nerelerde görüldüğü, nasıl temizlenebileceği ile alâkalı her gün çeşit çeşit yayınlar yapılıyor ve bu sorunun suçlusu ile çözümü aranıyor.

Bir de memleket gündeminin kıyılarına vuran, neredeyse her kesimden tipin içinde olduğu, bu sebeble de rengini tarif etmek için en uygun ifadenin alaca bulaca olacağı diğer bir tabaka daha var, o da rejim salyası.

Bu deniz salyasının neden oluştuğunu arıyorlar ya, bilimsel milimsel tâli sebebler içinde, ha işte o deniz salyasının meydana gelmesinin esas sebebini de bu bahsettiğimiz rejim salyası teşkil ediyor.

Deniz salyasının en azından neye benzediğini herkes bildiğine göre, biz rejim salyasına odaklanalım.

Normalde deniz içinde homojen vaziyette bulunan, gözle görünmemesi gereken organik maddeler nasıl ki birçok yanlışın bir araya gelmesi neticesinde denizin doygunluk oranını aşıyor ve bunun neticesinde bir araya gelerek koskocaman kirlilik katmanları oluşturuyorlarsa; 1923 senesinde kurulan rejim de memleketin taşıyabileceğinden fazla ahlâksızlık ve hukuksuzluğa sebeb olmak suretiyle deniz salyasının kıyıya vurması gibi çok kalabalık kirlenmişler katmanları oluşturuyor.

Tabiî şartlar içerisinde ahlâksız ve hukuksuz işler ile bu işleri işleyen kimselere nadir rastlanması, istisna olması icab eder. Bu sebeble de ahlâksızlık ve hukuksuzluk insanların gözüne batmaz. Türkiye’de cumhuriyetin ilânı ile beraber tesis edilen rejim ise başından beri belli zümrelere hukuk karşısında imtiyazlar sağlamak üzere kurgulandığından, o zamandan bugüne dek hukuk düzeni olma vasfını bir türlü kazanamamış ve bunun yerine çete düzeni olagelmiştir. İşte, bu sebeble kirli insanlar katmanlar hâlinde gündemin kıyılarına yığılmış bulunmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti rejimini, İttihat ve Terakki’nin komitacı zihniyetinin devlet formuna sokulmaya çalışılmasının bir neticesi olduğunu tesbit eder, bugün siyaset, sermaye, ordu, yargı, emniyet, medya ve illegâl çeteler arasındaki ilişkinin su üstüne çıkıp, yeniden gözle görünür hâle gelmesini de bu açıdan değerlendirecek olursak, hükmümüz, tüm bu rezilliklerin anlaşılmasında geç bile kalındığı olacaktır.

Şimdi, gelelim deniz salyasına. Bu kirliliğin Ak Parti iktidarı döneminde mi, 90’lı yılların meşhur koalisyon hükümetleri zamanında mı, köyden şehre coşkuyu veren Özal’ın zamanında mı başladığı konuşuluyor. Gazeteci arkadaşlar hem suçlu arıyor, hem de kirliliğin ne zaman başladığını. Oysa ki bir az evvel dediğimiz üzere hukuk karşısında belli başlı zümrelere imtiyaz ne zaman tanınmaya başlamışsa, bunlar üzerindeki yaptırımlar ne zaman kalkmışsa kirlilik de o zaman başlamıştır diyemiyorlar.

Belli başlı zümrelerin hukuk önünde imtiyazlı olması rejimle beraber bir zihniyet hâlini aldıktan sonra, bunu yalnız tek planda değil, bütün memleket sathından başlayarak ilçe belediyelerine kadar genelden daha mahallî olana doğru iç içe halkalar şeklinde değerlendirmek gerekir. Genel olanı yukarıda siyaset, ordu, sermaye falan diye sıralamıştık. Bunlar kocabaşlarsa, bunların bir de küçük başları var, onlar da hukuk önünde memleket çapında imtiyazlı değiller ama işte kendi çaplarına göre il yahut ilçe çapında, büyük adam(!)lar.

Sermaye elinde tutmuş olduğu servet ve yatırımın büyüklüğüne göre, daha fazla kazanmaktan başka hiçbir mukaddesat tanımaksızın üretimden kaynaklanan atık suları arıtacak tesis kurmaya gerek görmeden, konumuna göre, bazen akarsular ile dolaylı yoldan yahut direkt denizlere deşarj etmek suretiyle denizin bünyesini bozuyor. Niçin bozmasın ki? Atıkların arıtılması için bir tesis kurup, kazancını mı azaltsın? Nasılsa hukuk önünde imtiyazları var, işinin çapına göre üç beş lira ateşler çıkar işin içinden. Hesap falan da vermezler.

Bir de tabiî belediyeler var. Biz de arıtma tesisi geleneği olmadığından, anlaşılan diğer işlerde olduğu gibi arıtma tesisi işinden malı nasıl götüreceklerini hâlen çözememiş olacaklar ki, hiçbiri bu işi yapmaya yanaşmıyor, şehirlerin kanalizasyon atıklarını olduğu gibi denizlere deşarj ederek, şehircilik faaliyeti sergiliyorlar. Şimdi sorsan, “biz o işin altından nasıl kalkalım” diye bir de yavuz hırsızlık yapmaya kalkarlar. Kalkamayacaksanız talib olmasaydınız, bize ne? Bu arada, bunlar da o imtiyazlı zümreden. Şimdi biz size soralım. Herkes kendi ilçesi yahut ilinde belediyeler tarafından ne gibi “indirme” işlerine imza atıldığına en az bir kere muhakkak şahit olmuştur. Peki, siz hayatınızda hiçbir belediye başkanı bulunduğu makamdan ayrılıp da yerine bir başkası seçildiğinde, bu “indirme” işlerinin hesabını verdiğine şahitlik ettiniz mi? Yeni gelen belediye başkanı eski belediye başkanının defterlerini karıştıracak da şikâyetçi olacak. Hiç olur mu öyle şey, o zaman kendisinden sonra gelen de onun defterlerini karıştırmaz mı? Kim hukuk karşısında elde ettiği imtiyazları kaybetmek ister, hele ki bizimki kadar rantın döndüğü bir memlekette.

Sözün fazlası ahmağa söylenir hesabı, artık toparlayalım.

İslâm’a muhatab anlayışı yenilemiş bir dünya görüşü benimsenmediği, bu dünya görüşünün ahlâkına dayanan bir hukuk sistemi pıhtılaştırılmadığı, o memleketin en tepesinde olandan en uzak dağının en uzak köyünde yaşayan vatandaşına kadar bu hukuk sistemi karşısında herkes eşit olmadığı sürece rejim salyası sorunu çözülemeyecek ve dolayısıyla Marmara’daki deniz salyası sorunu da çözüme kavuşmayacaktır.

Hadi deneyin, denerken de unutmayın, yine indirmeye de devam edin.

Sonra başarısız olunduğunda bir daha konuşuruz.

Görüş: Yavuz Beyoğlu