Yazıya bir bilgelik hikâyesiyle başlamak istiyorum:

Bilge Kadının Taşı…

“Dağlarda gezen bir bilge kadın, nehirde değerli bir taş bulmuş. Ertesi gün kendisi gibi bir seyyahla karşılaşş. Ama seyyahın karnı açmış. Bilge kadın torbasını çıkarmış ve yemeğini onunla paylaşş. Aç seyyah, bilge kadının torbasındaki değerli taşı görmüş ve taşı çok beğendiğini söyleyip onu kendisine vermesini istemiş. Bilge kadın hiç tereddüt etmeden taşı ona vermiş. Seyyah karşısına çıkan bu şansa çok sevinip, bilge kadının yanından ayrılmış. Taşın, hayatının geri kalan kısmını güvence altına alacak kadar değerli bir taş olduğunu biliyormuş

Fakat bundan uzun yıllar sonra seyyah, uzun uğraşların sonunda bulduğu bilge kadının karşısına yeniden çıkmış. Seyyah, bilge kadına, “Senden bu taşı değil, bundan daha değerli bir şeyi istiyorum. Bana onu verebilir misin?” demiş. Bilge kadın, seyyahın kendisinden ne istediğini sorunca, seyyah yanıtlamış: “Bu taşı bana vermeni sağlayan şeyi.”

Şehirler, medeniyetlerin yeryüzüne nakşedilmiş izleridir. Medeniyetlerin derinlikleri, felsefesi, gelişmişliğive büyüklüğü inşa ettikleri şehirlerden anlaşılır. Şehir siluetleri, orada yaşayanların kültürel kodlarını, inanç dünyalarını ve dünya görüşlerini yansıtır. Bunun içindir ki insanoğlu gittiği her yerde kendi değer ölçülerinigötürmeye ve onları yaşayabileceği bir yapılanmayı ilk iş olarak gerçekleştirmeye çalışır.

Silueti, amentüsüdür bir şehrin. Silueti oluşturan binalar, oraya ait kültürel kimlik kodlarını yansıtırlar. Bir başka deyişle; şehrin insanının inanç ve değerler manzumesinin ete kemiğe bürünmüş hâli, üç boyutlu manifestosudur siluet…

Bir şehrin geçmişinden bugüne taşıdığı kültür ve maneviyatına ilişkin değerler onun ruhunu oluşturur. Ruhu olmayan şehirler yaşa(n)mayan, kitlelerin mecburen içinde yer aldıkları ve aidiyet hissetmedikleri binalar yığınından başka bir değer ifade etmezler. Kendi ruh ve kültür iklimini yansıtmayan şehirden uzakta, ayrık, yabancı ve yalnız hisseder orada insan.

İnsan merkezli estetik kaygılarla inşa edilen ve toplumun asırlardır içinde yaşadığı harmanlanmışkültürü yansıtan yapılar olduğunda o şehirde ruh var demektir. Şehrin ruhu, o şehirde yüzyıllardır yaşayan insanların oluşturduğu anlamlar bütünüdür.1 der Mehmet Mazak!

İslam şehirlerinin silueti yaratılana saygılı mimarisi, kültürel geçmişin her tonunu ifade eden farklı tarzlardaki binaları, yükselen minare, kubbeleriyle tevhidi terennüm ederdi. Yaklaştıkça etkileyen merhametli duruşuyla, cami, külliye, hamam, han, çarşı ve evlerin alaturka kiremit kaplı çatılarıyla adeta tek bir ustanın elinden çıkmış gibi tevhidî mimarinin nadide büyük bir tablosu gibiydiler. Ruhu yücelten bakışıyla yamaçlarda yer alan evleri manzara ve güneşi herkese sunardı. Efendimizin (SAV) (…) “Oturmayacağınız binayı yapmayın2 uyarısıyla geçmişte taşa-toprağa sermaye bağlanmaz, yılın iki ayını bile dolu geçirmeyen yazlık ve malikâneler yapılmazdı. Efendimizin evi büyüklüğü on metrekareye varmayan, yüksekliği de ayağa kalktığında eli tavana değecek yükseklikte küçük bir odadan ibaretti. Peygamber Efendimiz’in daracık evlerde yaşaması, yokluktan değil, dünyâ hayâtına zerre kadar değer vermemesindendi.

Tâbiînin büyük imamlarından Saîd bin Müseyyeb, bu odaların Emevîler döneminde yıkılıp Mescid-î Nebevî’ye ilhâk edilmeleri sebebiyle duyduğu teessürünü şöyle ifâde etmiştir: “Vallâhi bunların aynen bırakılmalarını ne kadar arzu ederdim! Böylece yeni yetişen nesil ve buraları ziyârete gelen insanlar, Allâh’ın Resûlü’nün hayatta ne ile iktifâ ettiğini görürler de mal çoğaltmaya ve bununla övünmeye rağbet etmezlerdi.3

Şehirleri “imar” etme iddiasıyla yola çıkıp, rant kavgasıyla beslenerek şehri “talan” etmeye yol açan, şehrin estetik ve ruhundan mahrum belgelere “imar planı” denilerek gelinen nokta ortada. İki boyutlu yaklaşımla ve çoğunlukla masa başında cetvelle çizilen, mahalleliden ve mahallinden bihaber, şairin deyimiyle “kartondan şehirler” birer heyula gibi üzerimize çökmekte.

Bizim sokakları şekillendirdiğimizden daha fazla, sokakların bizi şekillendirdiğini unutmamalıyız. Dikkatle incelersek yolların ve sokakların, mümkün mertebe hiçbir hayatı yıkıma uğratmadan, mahremiyetlere, özel hayat alanlarına müsamaha göstererek, hiçbir hatırayı, düşü, düşünceyi bozmadan kendiliklerinden güzergâhlarını buldukları görürüz.

Bir şehir, sakinlerinin taleplerini yansıtan sivil karakterinin etkinliği oranında kimlik kazanır ve kendi insan tipini ortaya çıkarır. Sokaklarından insanların geçtiği o şehrin sokakları araçlardan önce insana hastır,insanla kaimdir. İnsanlar hayata açılan adımlarla, muhabbetle, bazen de sıkıntı ve hüzünle, sessiz, gürültülü, kavgalı ama hep insani yanların yansıyan yüzüyle; yani kendilerinden kopmadan buradan geçerler. Bu anlamda bizim sokaklarımız insanı eğitir, besler, büyütür ve yaşatır. Hayat ve ölümün iç içe olduğu şehirde öte dünyayı hatırlatan mezarlıklar, şehrin tabii parçası olarak mahallenin görünebilir bir yerindedir. Yaşadığımız dünya ile öteki dünya algılarının birbirini tamamladığı şehrimizde, bütün bu anlatılanların üzerinde bizim gerçek mutluluğumuz; görünenleri aşarak ilahi hikmete uzanan bir üst kavrayışla, ötelerinötesindedir.

Kaynaklar:

1 Ebû Dâvûd, Edeb 160

2 Mazak M. (2016). Ruhu olan ve olmayan şehirler, http://mehmetmazak.net/makale/3/367-ruhu-olan-ve-olmayan-sehirler#.YChiAGgzZPY

3 İbn-i Sa’d, I, 499-500

Görüş: Mehmet Osmanlıoğlu

Aylık Baran Dergisi 5. Sayı

Temmuz 2022