İttihat ve Terakki çetelerinin zihniyetini sürdüren Batıcı kesim, İttihat ve Terakki’nin Abdülhamid Han’a attığı iftiraları da miras olarak taşımaya devam ediyor; resmi tarihin yalanlarını papağan gibi tekrarlayarak idrakleri iğdiş etme vazifesini yerine getiriyor.

Bunlardan biri de Emin Çölaşan… Mersin'in Taşucu Limanı'nda 2,5 ay bakım ve geliştirme çalışmaları yapılan Abdülhamid Han gemisi göreve başladı. Sözcü’nün Batıcı yazarı Emin Çölaşan dünkü yazısında bilene cehaletini izhar ederek, Türkiye'nin dördüncü sondaj gemisi üzerinden Abdülhamid Han’ı tahkir etme cüretinde bulundu.

Sondaj faaliyetlerine burun kıvırıyormuş gibi yapan Çölaşan’ın derdi, bu değil elbette. Fırsatını eline geçirmişken, Sözcü’nün tarihçisi Sinan Meydan gibi iftira dolu tarihlerini, kaynaksız ve delilsiz bir biçimde gündeme sıkıştırmak.

Kemalist rejimin Batıcı tarihçi ve yazarları, Osmanlı tarihini de kendi zihinleri üzerinden tartıp “işte Osmanlı tarihi budur” minvalinde gençlerin zihnini bulandırıyor.

İftira 1: Milli Mücadele başlayınca Vahdettin İngilizlere tüymüş

Çölaşan’ın, “Sultan 2 Abdülhamit Osmanlı'nın sondan üçüncü padişahıdır. Kendisinden sonra Sultan Reşat ve hain Vahdettin tahta oturmuştur. Milli Mücadele başlayınca Vahdettin İngilizlere sığınmış ve yurt dışına tüymüştür.” diyerek felç geçirmiş bir ülkeyi elinden geldiğince korumaya çalışan ve Mustafa Kemal’in Anadolu’ya geçip Milli Mücadeleyi başlatması için ikna eden Vahdettin’e “tüymüş” demesi edepsizce çarpıtmadan başka bir şey değildir. Ki Anadolu’da aylarca savaş devam etmiş, Mustafa Kemal daha sonra savaşa iştirak etmiş ve zafere ortak olmuştur. Zafer dönüşü olan hadiseleri ve Vahdettin Han’ın hazineye hiç dokunmadan eli boş bir şekilde niçin İngiltere’ye gittiğini buradaki yazıdan okuyabilirsiniz.

İftira 2: Abdülhamid astığı astık, korkak ve vehimli adamdı

Çölaşan, “Abdülhamit Osmanlı'yı tam 33 yıl boyunca Yıldız Sarayı'ndan astığı astık tek adam olarak yönetti. Korkak, vehimli bir adamdı.” diyor. Bundan daha büyük iftira dünya tarihinde olmuş mudur bilemeyiz ama Çölaşan, belli ki İttihatçılardan da vicdansız. Ki İttihatçıların bile bir kısmı Abdülhamid Han hal edildikten sonra onun merhametli, vicdanlı birisi olduğunu ve affetme konusunda zaafı bulunduğunu itiraf eder.

Aslında Çölaşan “33 yıl” diyerek, Rusya, İngiltere, Almanya eliyle çepeçevre sarılmış, içeriden ise Ermeni’si, Yahudi’si, Rum’u, dönmesi ve Batılılaşma hastalarının çöreklendiği, çökmekte olan imparatorluğu Abdülhamid Han’ın 33 yıl boyunca keskin zekâsı ve engin sezgisiyle ayakta tutmayı başardığını farkında olmadan itiraf etmiş. “Astığı astık” diye yaftaladığı padişah, kendisine suikast düzenleyenleri bile affedecek kadar merhamet zaafına duçar olmuşken, ülkede bozgunculuk çıkaran İttihatçılara “idam fermanı” verildiği halde sadece sürgüne göndermişken ve orada da aylık maaşa bağlamışken, nasıl oluyor da utanmadan “astığı astık” denilebiliyor? Acaba İttihatçı çetelerle işbirliği yapmadığı için mi veya Avrupa devletlerinin emrinden çıkmayan Mithat Paşa’yı dinlemediği için mi “tek adam” yaftası yiyor? Çölaşan “Astığı astık, kestiği kestik, tek adam” arıyorsa biraz daha yakın tarihe bakabilir, daha geriye gitmesine gerek yok.

Abdülhamid Han’ın korkak olmadığını Avrupa tarihi bile yazmakta ve korkmadığına dair birçok misaller de mevcut. Ama “korkak ve vehimli” denilmesinin sebebi de padişahın Hafiye teşkilatını kurmuş olması. Belli ki İttihatçıların baya zoruna gitmiş bu teşkilat. Ki Abdülhamid Han dünyada eşi benzeri olmayan bu teşkilatla yönetti Osmanlıyı.

“Âlemde, avamı kandırmaya mahsus bu ahmakça teşhisten daha süflisi gösterilemez. Süfliliği de hak ve hakikati bulandırmaktan gelir. Zira belli başlı suikastçı emeller, taktiklerini hep bu hakikat bulandırıcılığa bağlamıştır.” diyen Üstad Necip Fazıl, Abdülhamid Han’a evhamlı diyenlere şu cevabı veriyor:

Kimmiş, en küçük vehim ve hayâl payına değer vermeksizin, casuslar, fırsatçılar ve kundakçılarla dolu bir vatanda ihtimallere sırt çevirip yan gelen?.. Abdülhamid mi?.. Yine tam aksi!.. O halde Abdülhamid nedir? Vehimli midir, vurdum duymaz mıdır?

Abdülhamid ihtimaller âlemini, fezayı tarayıcı bir projektör gibi kurcalayan ve her şeyde gizli bir delalet arayan muazzam zekasıyla, elbette ki, zekadan ve yirminci asrın en büyük filozofu Bergson'un "Yaratıcı Muhayyile" ismini verdiği hayâl kudretinden başka bir şey değildir. En gizli hakikatlerin anahtar deposu olan İslam Tasavvufuna sorarsanız Kuvve-i vâhime: vehim kudreti" insanda gaibi kurcalamak için biricik kabiliyettir ve insan İlahi varlığı o kabiliyet sayesinde bulur. Elverir ki, insanı insan eden bu kuvvet, haddini aşmasın ve delilik çapına varmasın... O zaman da dürbünün ayarı, ters tarafından bozulmuş olur. Abdülhamid’de vehim, işte ayarı tam muvazene belirten harikulâde bir zekâ derecesindeydi; ve devrinin şartlarına, geçmişin gösterdiği ve geleceğin hazırladığı şeylere nisbetle de tam gerektiği kadardı.

Sûz-u dilârâ» faslının sahte vecdi içinde başına geleceklerden habersiz, yani vehimsiz Üçüncü Selim; ordu ve donanmasından emin ve horozların boynuna takacağı madalyalardan başka bir şey düşünmez, yani vehme yanaşmaz Abdülâziz ve daha nice memlekette en yakın zamanlarda nice misâl, kurban oluşlarını, vehim ve hayal yoksunluğundan başka ne türlü izah edebilirler?

Eğer Abdülhamid de bu ölçülü vehim ve ayarlı havalı kabiliyeti olmasaydı, Osmanlı İmparatorluğu, onun hal'inden on sene sonra tattığı izmihlâl ve inkırazı kırk sene evvel yaşamış olacak; belki de o zamanın milletler arası şartlarına göre millî kurtuluş hareketine de imkân bulamayacaktı. Abdülhamid, otuz üç yıl, devlet borçlarını vehmi sayesinde ödedi, iktisadî hayatını vehmi sayesinde düzenleştirdi, yabancı devletleri vehmi sayesinde birbirine düşürüp dünyanın en ince politikasını takip etti, devlet sırlarını vehmi sayesinde korudu, hafiyeliği vehmi sayesinde kurup onlardan hangisine ve ne zaman iltifat edeceğini vehmi sayesinde tesbit etti, harplerden vehmi sayesinde kaçındı ve bizzat verdiği tek harb olan Yunan Muharebesini vehmi sayesinde inceden inceye düzenleyip en kısa zamanda Atina önlerine hilâli dalgalandırdı. Şimdi bütün bu meziyetlerin sahibine meziyetlerinin bir müessiri de buyken ‘delice evhamlı’ sıfatını yapıştırmak, en hafif tavsif olarak hakikatin ırzına geçmeye kalkmaktır ve Abdülhamid'e aykırılık peçesi altında Türk düşmanı cereyanlara uşaklık etmektir.

Türke değil ama Türkten başka her şeye uşak olmuş Çölaşan’a Üstad’ın bu cevabı kâfi gelir mi bilemeyiz.

İftira 3: Yurtsever Mithat Paşa'yı sürgün etti ve boğdurttu

Çölaşan, iftiralara devam ediyor ve “Padişah ve halife idi ama 33 yıl boyunca İstanbul dışına adımını bir gün olsun atamadı. Ülkeyi, kendisine hafiyeleri tarafından verilen jurnallerle yönetti, binlerce aydını imparatorluğun Yemen, Fizan gibi ucu bucağı belli olmayan bölgelerine sürgün etti. Büyük yurtsever ve devlet adamı Mithat Paşa'yı da bugün Suudi Arabistan sınırları içerisinde bulunan Taif zindanına sürgün etti, hapishanede boğdurdu.” diyor.

Padişahın merhamet abidesi olduğunu yukarıda dile getirmiştik. Eğer Hafiye teşkilatı olmasaydı, nice casuslardan ve vatana ihanet eden nice hainlerden, Avrupa’da da Osmanlı için yapılan planlardan haberdar olunmayacaktı. Ki bugün hangi ülkenin hafiye teşkilatı yok ki? Bir devlet bünyesinde böylesi bir haber alma teşkilatı kurmamışsa tenkide maruz kalması gerekirken, neden kurdu diye şikâyet edebilecek olanlar ancak bu toprakların düşmanlarıdır. Ayrıca bu teşkilat olmasaydı, Çölaşan gibileri nasıl tesbit edebilecekti Abdülhamid Han?

Çölaşan, Abdülhamid Han’ın sürgünlerinden baya içerlemiş; fakat veli mizaçlı Abdülhamid Han’ın yerine orada Yavuz oturuyor olsaydı, bugün bu topraklarda Çölaşan gibiler cirit atabilir miydi? Orada Yavuz oturuyor olsaydı, tahta çıkar çıkmaz, sahte kahraman Mithat Paşa’yı anında astırıp kellesini de burçlara dikmez miydi? Fakat Abdülhamid Han böyle yapmadı, ülkede sürekli fesat çıkaran, düşmanın menfaatine bir politika güden Midhat Paşa’yı hediyelerle sürgün etti ve maaşa bağladı. Mahkemeden ve fetva meclisinden idam kararı çıktığı halde bunu yapmayan ve sürgüne gönderen padişah, onu niçin boğdurtmuş olsun?

İftira 4: Padişahlığı boyunca Osmanlı donanmasını Haliç'e kapattı

Çölaşan, imparatorluğun sırtından geçinip imparatorluğa ihanet eden Ermeni çeteleri gibi, “dönme” icadı iftiralarına devam ediyor.

Çölaşan, “Onun ismini bugün modern bir gemimize verenler Abdülhamit'in denizler ve denizcilikle olan ilişkisini acaba biliyorlar mı! Padişahlığı boyunca Osmanlı donanmasını Haliç'e kapattı. Hareketsiz yatan gemileri orada çürümeye mahkûm etti. İçlerinde adı Ertuğrul olan ahşap bir gemi de vardı.” diyor.

Modası geçmiş, tüm Avrupa ülkelerindeki donanmaların en kötüsü, top menzili çok düşük olan ve düşmana karşı mukabele edebilecek bir çapta olmayan, ayrıca personeli de olmayan donanmayı ne yapacaktı Abdülhamid? Denizde sefere çıkarıp da asker mi telef edecekti? Rus donanmaları, bizdeki donanmanın bilmem kaç misli büyüklüğünde ve teknik manada da çok çok ileride iken nasıl kullanılabilirdi? Ki Abdülhamid Han bu donanmayı Yunan Harbinde kullandı ve -kazanmamıza rağmen- donanma hiçbir şekilde yardımcı olmadı ve Yunan harp gemilerine karşı mukabele edemedi.

Donanmanın kullanılmamasına dair Üstad Necip Fazıl şu tesbitlerde bulunuyor:

“İImî ve riyazî bir kat'iyetle, donanma, dünyanın net yerinde üç unsura dayanır.

Materyal, yâni gemi.

Personel, yâni idareciler.

Muharrik kuvvet, yâni o gün için kömür.

Batı’nın ‘istikraz’larımızın, yâni borç aldığımız para mukabilinde bize sattığı gemiler, yelkenden buhar makinesine yeni geçilmiş olduğu ve her gün meydana yeni bir terakki geldiği için, baştanbaşa modası geçmiş ve ekseriyetle harp hattı dışına çıkarılmış teknelerdi.

Batılı hem bir taraftan bizi borçlandırılıyor hem de öbür taraftan, karşılığında kıymetten düşmüş gemileri bize en yüksek fiyatla satarak çifte kâra geçiyor, ayrıca da bizi büyük bir nimete konmuş olmakla da pohpohluyor ve biz bunların hepsini birden yutuyorduk. Bize satılan gemilerin tonilâto ile kuvvet hesabı yapılamayacağını, dubaların tonilâto tutarı ile top sayısını ele alarak da, adî bir kemiyet hesaba göre kendimizi dünyada ikinci deniz kuvveti sayıyorduk.

Kimse tonilâto ile kuvvet hesabı yapılamayacağını, dubaların da muazzam tonilatoları bulunduğunu hesap edemiyordu. Toplara gelince, acaba iki kilometre menzilli 1000 top mu daha kuvvetli, yoksa onun beş misli menzilli 100, hatta 10 top mu? Siz Sarayburnu'ndan attığınız gülleleri Moda Koyu'na ulaştıramazken, düşman sizi Büyük Ada'da dökecek...

Bu mu kuvvet?

Bu halde olan donanma materyalimize karşılık personelimiz, kökünden yoktu. Zaten böyle bir personel mevcut olsaydı, satın alınacak gemilerin vasıfları bilinmiş olurdu.

Abdülâziz'in donanmasında sevk ve idareciler kadrosu, sırmalı elbiseler içinde o gemileri beklemeye memur, tamamiyle bilgisiz ve tecrübesiz bir kalabalıktan ibaretti. Muharrik kuvvete gelince, düne kadar malımız olan Musul, Kuveyt ve Hicaz petrolünden ne kadar istifade edebiliyorduysak ve bugün bile öz petrollerimizden ne derece faydalanabiliyorsak, Zonguldak ve Ereğli kömür havzasından o nispette bir verim sağlayabiliyorduk.

Netice:

Materyal: Modası geçmiş gemiler.

Personel: Mevcut değil.

Muharrik kuvvet: Personele yakın vaziyette

Ve sonra:

Donanman var, niçin kullanmıyorsun? suali ve suçlaması…

Bu donanmanın, nazariyede on misli üstün olduğu Rus donanmasına karşı Türk-Rus harbinde ne aciz duruma düştüğünü gördük. Yunan harbinde de donanmamızın, duvar oyuklarına saklanmış böcekler gibi ortadan silindiği ve meydanı Yunan harp gemilerine bıraktığı ayrı ve hazin hakikat. İşte Abdülhamid, donanma bahsindeki ‘dünyada ikinci’ yalanının rezaletini anladı ve onu bir kenarda bırakıp bütün kuvvetini kara ordusuna verdi. Kara ordusunu, zamanın en modern silahları olan Martini ve Gra tüfekleriyle teçhizatlandırdı; ve kendi iradesiyle verdiği ilk savaş olan Yunan harbinde bu ordunun ne olduğunu gösterdi. 40 gün içinde Atina önlerinde göründü ve Yunanlılara pes ettirdi.”

Atatürkçü Çölaşan’a elbette bu açıklamalar da kâfi gelmeyecektir. Çünkü resmi tarih neyi emrederse ona inanmaktadır. Biz tarihin doğru tarafından hadiseleri Üstad Necip Fazıl’ın eşsiz tesbitleriyle gösterdik.

İftira 5: Rezalet ve günahın öyküsü, Ertuğrul gemisi

Çölaşan, “Şimdi size bir benzeri daha olmayan o görülmemiş büyük rezaletin ve günahın öyküsünü kısaca anlatayım.” diyerek Abdülhamid Han’ın Japonya ile iyi ilişkiler kurmak ve bunun da ötesinde İslam’a ısındırmak gayesiyle “Ertuğrul” isimli gemiyi göndermesini ve başımıza gelen elim hadiseyi rezalet olarak telakki ediyor.

Japonya yolculuğu için seçilen Ertuğrul gayet sağlam olarak güzel bir şekilde vazifesini ifa etmiş fakat dönüşte Japon denizinin korkunç tayfununa yakalanmıştır. Gemideki mürettebatımız belki Japonların fırtına uyarısını dinlemiş olsaydı bir süre daha hareket etmeyecek ve bu elim kazaya rastlamayacaklardı. Bu ulvi ziyaretin Abdülhamid Han için ne kadar önemli olduğunu da yine Üstad necip Fazıl’dan gösterelim:

Abdülhamid’in Japonlar ve Japonya mevzuunda başlıca emeli, Avrupalılaşırken şahsiyetini elde tutan ve ondan zırnık feda etmeyen bu milleti, şiddetle atıldığı yükselme yolunda gerçek dine de ulaştırmaktı. Nitekim Japonya'da «Dinleri İnceleme» adında bir de teşekkül kurulmuş ve kongre tertiplenmişti. O güne kadar Japonya'da pek fena ve kaba şekilde yürütülen İslam propagandası, işte bu vesileyle birdenbire Japon halkının ruhuna yöneltilebilir ve Doğunun bu muazzam milleti elinde Müslümanlık yepyeni bir hamleye kavuşabilirdi. Abdülhamid, bu dâvaya çok ehemmiyet verdi ve Japonlar tarafından istenilen din kitaplarını, kütüphanesinin en nadide eserleri arasından seçip gönderdi.

Fakat araya Çölaşan gibi din düşmanları girdi ve fesat karıştırarak Abdülhamid’in bu emelini engelledi.

Çölaşan “Ertuğrul faciası olayını Japonya biliyor ama biz ne yazık ki bilmiyoruz!” diyerek de içerlemiş ve sondaj gemimize Abdülhamid Han’ın isminin verilmesini uygun bulmamış. Çölaşan, kendi Kemalist tarihine bakarak nasıl ki, sondaj gemisine Abdülhamid Han’ın isminin verilmesini abes buluyorsa, biz de aslî tarihimize bakarak vatanın herhangi bir yerine sahte kahramanların isminin verilmesini, özellikle İslam’la alakalı yerlere verilmesini abes buluyoruz. Evet, donanmanın ne olduğunu baştan çözüp fayda vermeyeceği için karaya yönelen Abdülhamid Han’ın isminin sondaj gemisine verilmesini gayet tabii buluyoruz. İşin esası ise şu, bir asırlık hâkimiyet devrenizde sabahtan akşama kadar heykel yapacağınıza kafayı çalıştırıp sondaj gemisine yatırım yapsaydınız da, adını ister Mithat Paşa, ister Topal Recep Paşa, ister Mustafa Kemal Paşa, ister İnönü Paşa koysaydınız! Zira bu isimleri taşıyan havaalanı, kültür merkezi, köprü vesaire yerleri de siz değil “ezik muhafazakârlar” yaptı ve rejimden korkusuna bu isimleri verdi.

Görüş: M. Taha İnci