Milyonlarca insanın bir arada yaşadığı büyük şehirlerin meydanları, caddeleri ve sokakları hiç boş kalmaz. Her zaman her yerde birileri bir işle meşguldür ve herkesin kendince çözmek zorunda olduğu büyük/küçük mutlaka bir problemi vardır. O yüzden küçükten büyüğe her yaştan insan sürekli bir şeylerle mücadele etmek zorundadır. Bu safhada kimseye, “Onu bırak, şunu yap!” deme lüksümüz yoktur!

İnsanlar kendi varlıklarını devam ettirmek için ellerinden gelen gayreti gösterirler. Yeni doğmuş bir bebek bile anne sütüne muhtaç olduğu anda kendisi için onu istemesini bilir!

İnsan, her halde varlığını devam ettirmek mecburiyetinde! Onun yaratılış itibarıyla istese de istemese de, kimi ihtiyaçlarını karşılama mecburiyeti, vazgeçilmez bir zaruret olarak hayatında yerini alır. Uyku, su, gıda, hava gibi... Bir insan, “Ben uyumayacağım, su içmeyeceğim, nefes alıp vermeyeceğim.” diyemez! Bedeni var eden Allah, onu sağlığı için gereken zamanlarda ihtiyaçlarını karşılayacak vasıtalara mahkûm etmiştir!

Buradan da anlıyoruz ki, bir kısım şeyler bütün insanlar ve diğer canlılar için bir zaruret. Bu mecburiyet bizim bedenlerimizin kendimize ait olmadığını gösteriyor.

Bir vasıta; diyelim ki araba, benzini bittiğinde onu kendi kendine tedarik edecek bir mekanizmaya sahip olsa ne olurdu? Ömrü kadar yaşamaya mecbur bir varlık olmaz mıydı?

Kendimize bahşedilen hayatı idame ettirirken bizden istenenler, bizim bildiklerimizin çok ötesinde! Bu yüzden insanlığa Kitaplar ve Peygamberler gönderilmiş!

Bu dünyada canlı-cansız bütün varlıklar kendi hallerine uygun olan şeyin gereği için varlar.
Bir çöp yığını etrafa yaydığı pis kokular ile varlığını devam ettirir. Adeta, “Ben buradayım!”, “Beni görün!” der!

Hiç bir şeyden haberi olmadığını zannettiğimiz bir ağaç, sabit durduğu yerde büyümeye ve gelişmeye devam ederken vazifesini ihmal etmez. Vakti saati gelince çiçeklerini açar, yapraklarını döker, meyvesini verir! 

Onun gıdası topraktandır; ama güneş, su, hava... Her şey işine yaradığı ölçüde gelişimine katkı sağlar! Bir anı, geçmişte kalan diğer bir an’ı ile bir değildir. Çünkü biraz öncesine göre daha da gelişmiş, biraz daha büyümüştür!

Çiçek, böcek veya insan hep böyledir, gelişmeye, daha doğrusu büyümeye devam ederler!
Kendilerine biçilen ömrün sonuna kadar bu böyle devam eder!

Ancak, burada dikkat çeken bir şey var. Onlar ömürlerinin sonunda da yok olmuyorlar!  Cansız bir nesne olarak var olmaya devam ediyorlar! Toz olur, toprak olurlar, yel olur havaya, sel olur suya karışırlar!

Maddeyi yok edecek bir güç yoktur bu dünyada! Buhar olur, buz olur, ateş olur, alev olur, is olur, duman olur, kül olur... Ama asla yok olmaz, kaybolmazlar!

Bu dünyada “yok” diye bir şey yoktur! Bir şeye yok diyebilmek, o şeyin var olduğunu kabul etmekle mümkün!

Var’a yok demek ise abesle iştigalden başka bir şey değildir!..
Bunun gibi kullandığımız her kelimenin mânâsına uygun, sağlam dayanağı olan özel bir geçmişi vardır. 

Bu alemde kullanılan her kelâmı -ne olursa olsun- yazan bir kalem vardır. O kalemlerin yazdığı şey iyi veya kötü ne yazarsa yazsın boşuna değildir!

Buradan anlıyoruz ki, boşlukta mekân işgal eden her şey bir sebeple var!
Sebepler bizi, bizi “var” eden asıl gerçeğe götürür!
O gerçek ise yaratılış kanunları ile sabitlenmiştir!

Ortaya koyduğu benzersiz fikirlerle ortada olan İBDA, “nakışta zaptedilmiş mânâ” dır. Selâm o mânâya tâbi olanlara!

“Hayâl:
Ezel ve ebed arası maddî ve manevî topyekün varlık ve oluşu kapsayıcı ve mahiyeti ebediyyen kuşatılamaz HAKİKAT ile İNSANOĞLU arasındaki biricik vasıta.” 
Salih Mirzabeyoğlu, Ölüm Odası  B-Yedi “Tarih”, Sh. 632


Baran Dergisi 660. Sayı