Yedinci Osmanlı Sultanı olan ve Allah Resülü’nün iltifâtına mazhar olan, Sultanlığının yanısıra din ve fen ilimlerini de ikmâl etmiş bir âlim, ince rûhlu bir şair ve derin bir gönle sahip olan Fatih Sultan Mehmed Han’ı, İstanbul’un fethinin 568. yıl dönümü vesilesiyle Osman Nuri Topbaş Efendi’nin kaleminden İstanbul’un fethi ve Fatih’in adaleti:

1451 yılında Osmanlı tahtına oturdu. 1453 yılında İstanbul Fâtihi oldu. 1481 yılında vefat etti. Cenaze namazı Şeyh Ebu’l-Vefâ Hazretleri tarafından kıldırıldı İnşa ettirdiği Fâtih Câmî’nin kıble tarafındaki türbesine defnoldu.

Akşemseddîn -kuddise sirruh- Hazretleri’nin manevi terbiyesinde gönül eğitimini ikmâl etmişti.

Hacı Bayram-ı Velî, Sultan II Murad’ı ziyarete gelmişti. Yanında talebesi ve mânevi evlâdı Akşemseddîn vardı. Sultan Murad Han bu mübârek zâtın feyzinden oğlu Şehzade Mehmed’in istifade etmesini istedi. Her cengâver sultan gibi Murad Han da İstanbul’un fethini hayâl ediyordu. Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’ne:

“–Acep İstanbul’un fethi kime müyesser olacak?”

“Feth-i mûbîni görmek şu şehzâde ile Akşemseddîn’e nâsib olacak!” cevâbını verdi.

Bu açık keramet ile duygulanan Murat Han,oğlunu Akşemseddîn’in terbiyesine vermek için Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri’nden izin istedi. Bu vesile ile Akşemseddîn, Şehzâde Mehmed’in mânevi terbiyesini üzerine alarak. Onu feth-i mübine mânen hazırladı.

Bir gün hocası Akşemseddîn, Şehzâde Mehmed’in odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:

“Oğlum niye uyumadın?” dedi.

O da:

“Hocam, ders çalışıyorum…” karşılığını verdi.

Hocası çalışdığı dersi merak edip o’nun masası üzerindeki yığınla evrâkı karıştırdı. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleri idi. O fethin nasıl gerçekleşebileceğini planlıyordu.

Çok erken yaşlarda küçük Şehzâde “feth-i mübîn”ile zihnen o derecede meşgul idi ki, âdetâ bu mes’elede fanî olmuştu. Buna rağmen, ilim yolundaki gayretini eksiltmeyerek kısa zamanda Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunancayı öğrendi.

İdâresi altındaki memleketlerden gelen misâfirlere-iltifat olsun diye-kendi lisanlarıyla hitab ederdi. Eğitimini gördüğü zâhirî ve bâtınî ilimlerle hem kendi nefsî hayatını, hem de devlet işlerini düzene koydu. Fen ve teknik bilgileriyle de savaşlarda kullanacağı harb aletlerini tekâmül ettirdi. Projesi kendine aid olan ilk havan topunu döktürerek. İstanbul’un fethinde kullandığı meşhurdur.

Tarihle meşgûl olarak: “Beyliklerin ve devletlerin, meydana gelişi, inkişâf ve nihayet târih sahnesinden yok olmalarının sebep ve neticeleri…” üzerinde imâl-i fikrederek kendine has bir tarih felsefesine sahip oldu.

Fâtih, ilmî seviye ve rûhî derinliğinin neticesinde ulu bir padişah, büyük bir cengaver, aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas rikkat-i kalbiyye sahibi bir şair olarak tarihteki yerini almıştır.

Hünkâr’ın rûhî derinliğini aksettiren şu iki beytinde. O’nun i’lâ-yı kelîmetullâh davasında sadece ve sadece Allah’ın nebileri ile velilerine isnad ettiği görülmektedir:

İmtisal-i “cahidü fillah”olupdur niyyetüm

Din-i İslam’ın mücerred gayretüdür gayretüm

….

Enbiya vü evliyaya isnadım var benim.

Lutf-i hakk’tandır heman ümmid-i feth u nusretüm

Fâtih Sultan Mehmed Han Ashab-ı Kirâm zamanından beri devam edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvî bir heyecan şeraresi halindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu. Yaratılışındaki istidatlar almış olduğu maddi ve kalbi eğitimle birleşerek. Onu “feth-i mübine”e çoktan hazırlanmış bulunuyordu. Çocukluğundan beri elinde kâğıt-kalem, daîma fetih projeleriyle meşgul olmuştu. Vird halinde:

“Ya Bizans bizi alır, veya biz Bizans’ı alırız!” diyordu.

Fahr-i kâinât’ın 900 sene evvelki mücadelesini geçekleştirerek, O’nun müjdesindeki iltifatlara nail olmak için asker, kumandan, sultan, âlim ve evliyanın gönülleri, heyecan ve istiğrâk çağlıyanı haline gelmiş bulunuyordu. Fâtih ve askerlerin asıl gücü, buradan kaynaklanıyordu. Nitekim Hâlid bin zeyd -radıyallâhu anh-’dan itibaren İstanbul’a karşı vâki her sefer ve fetih hamlesi, neticesiz kaldıkça, ümid ve cesaretleri kıracağı yerde, bilâkis dökülen mübarek sahabe kanlarının inzimâmıyla (ilavesiyle) mücahidlerin azmini bileyen bir müessir güç haline geliyordu. Evvelki başarısız hamleler ve bu yolda sarfedilmiş neticesiz emekler, sanki yağmur dolu bulutların mecburî bir inişle boşalması gibi fethin de, zuhur safhasına intikalini zaruret haline getiriyordu. Ashab-ı Kirâm Hazerâtı’ndan başlayarak vâkî müteaddid fetih hamlesinde dökülmüş olan mübârek kanlar, Fatih ve askerlerine bir vefa borcu gibi görünüyordu.

Fatih’in eşsiz dehasının eseri olarak, gemiler, karadan yürütülüyor, havan topları, mevzilerine oturtuluyordu. Gönüller, bir an evvel Bizans’a girip Ayasofya’da ezân okuyabilmenin heyecanını duyuyordu.

Asker:

“Ne olursa olsun inşallah zafer bizimdir!”

“Artık ya şehîd olup cennete, veya zaferle Bizans’a gireceğiz!..” diyordu.

Bu feth-i mübîne, Ortaasya’dan tayy-i mekân ederek Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin de iştirak etmiş olduğunu, torunu Hâce Muhammed Kâsım şöyle nakleder:

“Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkanttan dışarı çıktı. Talebelerine,

“-Siz burada oturunuz!” buyurdu.

Mevlânâ Şeyh adı ile maruf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri’nin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullâh Ahrâr Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ani yolculuğun hikmetini sordular. O da:

“Türk sultanı Mehmed Han, benden istiane etti. Yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allah’ın izni ile zafer kazanıldı…” buyurdular.”

Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirak eden pîr Ubeydullâh Ahrâr’ın oğlu Hace Abdulhâdî şöyle anlatır:

“İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bayezîd, babam Ubeydullâh Ahrâr’ın şekil ve şemailini şu şekilde tarif etti:

“Babam Fatih anlattı. Fethin en şiddetli zamanında Rabbıma iltica ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim. Şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

“Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

O pîre:

“Küffâr askeri çok fazla!” dedim.

O da bana cübbesini açarak:

“İçine bak” dedi. Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:

“Bu ordu sana yardıma geldi.” dedi.

Devam etti:

“Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücum emrini ver!” buyurdu. Ben de aynen öyle yaptım.”

İlave etti:

“O pir de, hücûma ordusu ile iştirak etti Feth-i mübîn gerçekleşti.”

Velhasıl Fatih’in, fetih sırasında cümle evliyanın ruhaniyet ve istiânesinden müstefîd olduğu tarîhî bir vakıadır.

Fatih, manevî terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemseddîn’i çok çok sever, O’na pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyaretine gider, oradan gönlü huzur ve sükûn içinde dönerdi.

Akşemseddîn de, ara-sıra Fatih’i ziyarete gelince Fatih, ayağa kalkar, O’nu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmûd Paşa, birgün merak ve hayretle:

“Aziz sultanım, siz hiçbir alime göstermediğiniz hürmet ve tazimi Akşemseddin’e gösteriyorsunuz!.. Onun yanında size bambaşka bir hal oluyor. O’nun diğer alimlerden ne farklı tarafı var?” diye sordu.

Fatih de cevaben:

“Hiçbir zaman ve mekânda ve şahısta görmediğim heybet ve cazibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt üst ediyor. Beni apayrı alemlere sevkediyor. Muhabbet ve heybet birbirine zıd iki hâl olduğu halde, ruhumda nasıl birleşiyor?! Ben de buna hayret ediyorum. Bu hal nedir? Bu hal, neyin nesidir? Anlıyorum ki bu, O’nun cismani varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır. O’nun huzurunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, aciz bir çocuk gibi kalıyorum. O’nun gönül penceresinden, ayrı alemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu halim, O’nun ruh dünyasının bana olan in’ikasıdır. Aynı zamanda O’nun kendi ruhî derinliğini resmeder.” dedi.

Akşemseddîn (k.s.) Hazretleri’ne, fetihten sonra:

“Niçin fethi önceden haber vererek, istikbal hakkında sözler söyledin?” diye sorulunca, O da:

“Kardeşim Hızır -aleyhisselâm-’dan, fethin ne zaman zuhur edeceğini ledünnî ilimden istifade ederek öğrenmiştik!” buyurdu.

Cihangir Hünkâr, fetihten sonra hemen İstanbul’a girmedi. Mübarek gün cum’ayı bekledi. Alimler, arifler, ve paşalarla beraber -hatta sonradan kendisini muhakeme edecek olan kadı Hızır Bey’le de yanyana muhteşem bir merasim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.

Fatih, Şehzadebaşı, Bayezîd yolunu takip ederek ilerliyordu. Yol kenarlarında askerler selama durmuştu. Rum kızları ise, genç padişahı çiçek yağmuruna tutuyorlardı. Bu sırada bir dervîş, yolun ortasına çıktı Fatih’e hitaben:

“İstanbul’u fethettim, diye bu kadar kendine paye alma! Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duası ile aldın.” dedi .

Fatih cevaben:

“Doğru söylersin dervîş baba. Lakin bir harb, dua askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse zafere ulaşır. Duayı bırakanları, ahiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur! Zaferin sırrı, Hz. Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in izini takip etmektir.” der.

Büyük Hünkar, bu suretle kendisinden sonra gelecek nesle de, zaferin mecburî şartının, kılıcın, Kur’an ruhu istikametinde kullanılması ile mümkün olacağını ne güzel ifade eder.

Fatih Hazretleri, velilerin ziyaretlerinden büyük bir huzur bulurdu. Onların feyz ve berekâtından gönlü feyz ile dolar ve taşardı.

Birgün, zamanın evliyasından Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri’ni ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkanı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.

Hünkar üzüldü. Rengi soldu. içeride Ebu’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda idi. Mürîdan da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu ışın sırrı nedir?” diyerek hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadis-i şerifin tecellîsine mazhar olan zata kapatılmıştı’?! Fatih, mahzun bir şekilde geri döndü.

Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.

Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkar, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’1-Vefa Hazretleri’ni ziyarete hazırlanıp, erkanı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara, kapı kapalı! Hünkâr’ın dehşeti arttı.

Yaverine:

“Kemal-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi? Bu muamma nedir? Bu ne acep bir haldır?” dedi.

Yaver huzûra girdi. Ebu’1-Vefa Hazretleri yavere dedi ki:

“Hünkârımız Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim alemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez! Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkar oluruz!

Sonra; ruhu buranın manevî havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infak edecek. Dula, yetîme, garibe, bîçareye ve bîkese gidecek olan imkanlar, buraya akacak! Aynı zamanda mürîdânın gönlüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..

Hünkârımız Efendimiz’e bizler buradan dua ve teveccüh halindeyiz. Gönlümüz, gönlünün içindedir…” buyurdu.

Yaver huzurdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkâr’a bu sözleri nakledince, Hünkâr sordu:

“Hazret bu hislerini ifade ederken nasıldı?”

Yaver:

“Hünkârım Ebu 1-Vefa Hazretleri, Bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicrân ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu.” dedi.

Fatih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir aleme döndü. Gözleri nemlenerek, bahar dallarında biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. O’nunla hayat boyu bir daha görüşmek kendisine nasib olmadı.

Vaktaki Fatih’in vefatı haberi gelince, Ebu’l-Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkâr’ın cenaze namazını kıldırdı.

Hassas, ince ruhlu, müşfik bir padişah olan Fatih, zahirî alemdeki yükselişini, maneviyat aleminde, yani tasavvuf vadîsinde de gerçekleştirmiş, zülcenahayn (iki kanatlı, iki veçheli) dev bir şahsiyetti. Kısacası O, zahirde de batında da emsalsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddî ve manevî babası idi. Bir merhamet abidesi olan Fatih, ümmete sayısız vakıflar tesîsi ile devrim insanlık ve adalet sembolü haline getirmişti. Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvî yüreğinin inceliklerini sergiler.

Bir vakfiyesinin bir bölümü şu şekildedir:

“İnşa ettirdiğim imarethanemde İstanbul fukarası yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehîd ailelerine ve yetîmlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikram edile!..”

Fatih görüldüğü gibi, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ve şefkat ölçülerini aksettiren bu ulvî kaideleri asırlarca evvel bu şekilde ortaya koyuyordu.

Şehîd ailelerine olan ihtimamı, kâ’bına varılmaz bir vefa örneğidir. Bilhassa, zamanımız insanına bir nezaket, bir vicdan, bir merhamet ve bir edeb dersidir.

Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adalet, hak ve hukuk hâkim durumda idi. Kanun önünde bütün insanlar eşitti. Sanki;

“Adalet, mülkün temelidir.” hadîs-i şerifi O’nun için varid olmuştu.

Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipli. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vedîatullah, yani devlete Allah tarafından emanet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riayet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı’nın bu adaletini gören Hristiyanlar, onlara adeta aşık oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütuhatın sür ‘atle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adaleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhasara altında iken Papalık yardım istenmesi teklifine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu tarihte pek meşhurdur:

“-İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”

İşte bu yüce adalet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle bir ok rahibe, Müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan Hristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzur ve adalete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefa borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükafatlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular.

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, bir umumî afv i’lan etmiş ve Bizanslı mahkumları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki alim filozof papaz kimse vardı. Fâtih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da:

“-Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezalet ve sefahatten dolayı kendisini ikaz ettik. Akıbetinin, kötü yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu ikazımıza kızarak bizi zindana attı.” dediler.

Bu ifadeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Ve papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifade ettiler.

Papazlar, ellerindeki beraatla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:

“-Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.

En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlakî üstünlük sahneleyen hallerini müşahede ettiler.

Bir çarşıya girdiler ki, o esnada ezan okunuyordu. Esnaf, dükkanını kilitlemeden camiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminatı altında idi. Namazı, huzur içinde ve adeta son namazlarını kılıyormuş gibi ikame ediyorlardı.

Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyamet günü Mevla’nın huzûruna çıkmak istemiyordu, istisnasız herkes, Allah rızasını düşünüyor, Allah rızası için konuşuyor, Allah rızası için yaşıyordu. Sultanın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için dua ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi derin insanlarla doluydu.

Papazlar, bu halleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları halde, mahkemelerde ağır cezalık bir davaya rastlamadılar. Hırsızlık, katil, ırza tecavüz, dolandırıcılık -âdetâ- meçhuldü. Bir muhakeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.

Kadı efendiye bir davacı ve davalı gelmişti. Davacı, şöyle bir mes’ele arz etti:

“-Efendim, bendeniz bu dîn kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm. O da:

“-Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!..” deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”

Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da:

“-Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vakî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsulden bir hakkım yoksa, altındakinde de öyledir…” dedi.

Papazların hayretle temaşa ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hadise idi İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir haldi.

Kadı, bu iki gerçek müslüman insan arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin salih bir oğlu, diğerinin de saliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızası ile bu iki gencin nikahlarını kıydı. O, bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı.

Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adaleti sergileniyordu.

Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere:

“-Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misafir eder misiniz? Çaresisiz…” dediler. Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.

Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hadiseyi şöyle anlattılar.

“-Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle «Rabbimiz bizleri cehennem azabından korusun!.. Bizleri, anı istikballe değiştiren ahmaklardan eylemesin!.» diyorlardı. Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile”

Bu misal, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların teminat altında olduğunu sergilemektedir. Lakin böyle misaller çoktur. Mesela Fâtih’in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermanında:

“Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demesi de, İmparatorluktaki iffet ve namus teminatının diğer bir tezahürüdür.

Fâtih bu fermanı ile, hem askerlerini, hem de teminatı altındaki hıristiyan teb’anın kızlarının iffetini muhafaza etmiş oluyordu.

Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar, hıristiyan mahallelerini de görmeden edemediler.

Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hıristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasen değişmiş, sokaklardaki pislik dahi azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Nasıl başka türlü olabilirdi ki, hıristiyanların gözü önünde Kadı Hızır Bey, padişaha bile ceza vermekten çekinmemişti. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nara atarak sarhoş olamıyordu. Fakir hıristiyan ailelere bile ev dağıtılmıştı.

Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzuruna çıktılar.Müşahedelerini bir bir arz edip:”Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyamete kadar devam eder. Böyle bir ahlak ve yaşayışa sahib olan insanların dîni, elbette hak dînidir.” dediler.

Kelime-i şehadet getirip müslüman oldular.

Fâtih’in devrine aid olmak üzere daha sonraları da öyle hadiseler cereyan etti ki, bunlar adalet tarihinde eşi, emsali olmayan vak’alardır. Mesela:

Papazları, hayretler içinde bırakan diğer bir hadise de şuydu:

Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, vazîfesini emrinin hilafına yapan bir hıristiyan mîmarın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fâtih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fâtih tayin etmişti.

Eli kesilen hıristiyan mîmar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fâtih’i dava etti. Fâtih’e hitap tarzı «es-Sultan ibnü’s-Sultan el-Gazî Ebu’1-Feth MUHAMMED HAN-ı Sanî» iken Hızır Bey, teb’anın herhangi bir insanına kullanılan hitabla «Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi.

Fâtih, murâfaa (duruşma) günü mütevazî bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir surette mahkemeye gitti. Maznun sandalyesine oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhakeme başladı.

Mahkemelerde hakim adalet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifade verirdi. Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, O’na:

“-Suç murâfaası üzresin, ayağa kalk!” diye ihtar etti.

Bu îkaz üzerine Fâtih, ifade için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhakeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hıristiyan mîmarı mazlum buldu. Kısas ayetini okudu. Ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.

Hıristiyan mîmar, bu ulvî adalet sahnesinden fevkalade duygulanarak gözyaşları içinde:

“Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi. Ayrıyeten Fâtih de, şahsî malından kendisine bir ev bağışladı. Hristiyan mîmar:

“Dünyada böyle bir adaletin eşi yoktur. Ben bu andan itibaren müslümanım…” diyerek kelime-i şehadet getirdi.

Fâtih, Hızır Bey’e:

“-Benden değil de Allah’dan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.

Muhakemeyi takip eden iki papazın şaşkınlıkları iyice arttı. Birbirlerine:

“İslâmiyet nasıl bir dîn ki, hatalardan bile istifade edilerek hayırlar işleniyor!..” dediler.

Fâtih, adalete ve adaleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukuku tenfîz etmesi için kendilerine daima yardımcı olurdu. Bu husustaki şu misal çok ibretlidir.

Devrin ricalinden Davûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikayet edilmişti. Kadı efendi, Davûd Paşa’yı bu işten vazgeçmesi için önce îkaz etti. O’na alacağı cezayı bildirdi. Aralarında bir münakaşa çıktı. Bu münakaşada ileri giden Davûd Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih:

“Adaletin hizmetkarı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harab etmiş olur…” diyerek, Davûd Paşa’yı ağır şekilde cezalandırdı.

Davûd Paşa, maddî ve manevî ızdırabından yataklara düştü. Nihayet tevbe edip pişman oldu. Allah’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusur etmeyeceğine dair söz verdi. Bundan sonra Fâtih’le aralarında yeniden yakınlık peyda olup vezirlik payesine kadar yükseldi. II. Bayezîd zamanında ise, vezîr-i azam oldu.

Bütün bunlar, Fâtih’in ruhî olgunluğunu gösterdiği gibi; “Halk, idarecilerinin üslubu üzeredirler.” Hadîs-i şerîfinde ifade edilmiş olan gerçek üzere milleti de, aynı liyakati göstermiştir. O’nun devri, bütünüyle İslâm’ın emanete, insana, mahlükata bakış tarzının hassas, ince ve en mükemmel örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikamet mirasıdır. Bugünün insanının da nice zamandır kaybetmiş olduğu ve bir türlü elde edemediği büyük bir haslettir.

Şimdi bize ne oldu ki; o halden bu hale sürüklendik?!.Ruhî yapımız harabeye döndü..

Bir mirasyedi hoyratlığının hazin akıbetine uğradık!..

Bugünün hod-gam, maddeye esir olan merhamet mahrumu insanına, acaba Fâtih’in maddî ve manevî şahsiyeti ne mesaj vermektedir?..

Öz benliğimizi kaybettik!. Onu aramanın çırpınışları içinde bunalıyoruz…

Fâtih’i rüyamızda görsek; bize:

“- Maddî ve manevî emanetimi ne yaptınız? Otranto’dan sonra kızılelma olan Roma’ya da ulaşabildiniz mi? Ayasofya’m ne alemde?” diye sorsa, acaba utançtan aynaları çatlatacak olan bu muhasebe, bizim yüzümüzü kızartır mı?!. Yoksa, vurdum-duymazlıkta bertine devam mı oluruz?!. Herkes ayrı ayrı kendini yoklasın!..

Hünkâr’ın Ayasofya ile alakalı bedduasının hışmına mı uğradık? O’nun vasiyetnamesindeki şu bedduayı hatırlamak, acaba bizi bir uyanış ve silkinişe kavuşturabilir mi?

“Benim bu camîmi, camîlikten çıkaranlar, Allah’ın, meleklerin ve bütün müslümanların lanetine uğrasınlar!.. Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azab içinde bulunsunlar!.. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın!..”

Bu bedduanın muhatabı, elbette sadece Ayasofya’yı camîlikten çıkaranlar değildir. Elinde imkan olduğu halde, burasının camî olarak açılmasına yardımcı olmayanlarda bu bedduanın muhatabıdırlar.

Şair bugünkü hazîn manzarayı ne içli olarak ifade eder:

“Mahvoldu hayalim bu nasıl korkulu rü’ya?

Şaşdım; neyi temsil ediyorsun Ayasofya?!.

Ne mutlu, nice yıllardır aslından koparılmış olan milletimizi, tekrar ve yeniden Fâtih’in izlerine avdet ettirme yolunda himmet ve gayret sarf etmenin azim ve dirayetine sahip olan genç mücahidlere!..

Altınoluk Dergisi 126 ve 127. Sayılar, 1996