Mutlak hakikat yekparedir; tüm zaman ve mekânları ihata eder. Tüm mahlûkat Allah (cc) tarafından ihata edilmiştir. Tek ve Mutlak kuşatan “Allah Azze ve Celle”dir. Allah’tan gayrı her şey yaratılmış olduğundan dolayı, var olması da yok olması da Mutlak Varlık’a bağlı olan, Mümkinü’l Vücud olarak tasnif edilir. Mümkinü’l Vücud olan varlık da kendi içerisinde, bir varlık meratibine sahiptir. Bu meratibin zirvesi ise “Eşref-i Mahlûkat olan insandır.”

İnsan, esfel-i safiline inmeye de varlığın zirvesine çıkmaya da muktedir olarak yaratılmıştır. Varlığın zirvesi olan insanda öyle bir cevher vardır ki bu da içinde Allah’ın sırları barındırdığı “ruh” tur. Diğer varlıklardaki cevher ise “zaman ve mekândır.” Bu üç husus, insan tefekkürünün zirvesini meşgul eden temel meselelerden olmuş ve olmaya da devam edecektir.

Varlık meratibi içerisinde, akılla müşerref kılınmış tek varlık insandır. Onun içindir ki insan, bulmaya yani imana memur kılınmıştır. Başka bir ifadeyle önce bedahet, sonrasında ise arayış gelir. Bedahetle bilir iman ederiz; sonrasında akılla ararız. Arayan da, mutlak hakikati ancak imanla bilir. İman aklın üstünde bir kaynak olduğu için, akla yol gösterici bir mahiyettedir. Bu hususu belirttikten sonra, iman mihrakına bağlı arayışlar ile herhangi bir mihraka bağlı olmayan arayışlar olarak bir ayrımdan söz edebiliriz. Asli vatanından dünyaya düşen insan, kesret girdabından nasıl çıkacak, hakikatin son tecellisi olan dünyadan, kendisine bir yol bulabilecek mi?

Evet, akıl insana verilmiş bir nimet olduğu gibi aynı zamanda da sınırlı bir varlıktır. Sınırlı olan bir varlık, sınırsız olanı nasıl bulacak, istikameti belli olmayan, başıboş bir arayışla bulduğunun zan mı vehim mi hakikat mi olduğu hususu nasıl bilinecek? İşte bu sorular mihraksız arayışların açmazları olarak karşımızda durmaktadır. Bu şekilde olan başıboş arayışlar bir merkezden yoksun, boşluktan çıkarak yapılan arayışlardır. Akıl beş duyu ile sınırlıdır, aynı zamanda kuşattığını anladığı için satıhtan öteye gidememektedir. Felsefi arayışlar madde üzerinde müşahhas kavrayışlar gerçekleştirse dahi, bunları perçinleyecek bir mücerret âlemden yoksundur. Dolayısıyla hakikatten fersah fersah uzaktadır. Arayanın akli sınırları içerisinde varılan son noktayı hakikat zannetmesi, fertlere göre hakikatleri göreceli kılmaktadır. Hâlbuki hakikat tektir; hakikatin idrakleri fertlerin idrak derecelerine göredir.

Felsefi tarz arayışların idrak merkezi tektir, oda beş duyu ile sınırlı akıldır. Arayışın merkezi akıldır. Arayan dolayısıyla kendi akli sınırları içerisinde faaliyet gösterdiğinden, arayışın nihayeti, hakikat zannediliyor ve akıl kendi sınırlarında merkezîleşiyor. Bu tür arayış felsefi tarz arayıştır. Batı felsefe tarihi bu tür arayışların tarihidir. Filozofun tecrit istidadı ne kadar yüksek olsa da sınırlıdır, varacağı nokta ya kendinde merkezîleşmek ya da panteizmdir. Çıkış ve varış noktaları belli olmayan, felsefi tarz arayışlar ile Batı’nın insan ve varlık telakkileri birbiriyle muvazene içindedir.

Batı, insan telakkisinde insanın merkezini akıl olarak kabul eder, akıl ise kuşatılandır, akıl da kuşattığını anlamaya muktedir olduğuna göre, eşyanın dış kabartısını anlayabilir bir mahiyete sahiptir. İdrak imkânı kuşattığı müşahhaslarla ilgilidir. Batı bilgi telakkisi, akıl, varlık ve insan anlayışları aynı paralelde genişlemesine doğrudur. Dikey anlamda bir derinliğe sahip değildir. Batı, bilgide ve varlık anlayışında tek katmanlı olmasından kaynaklı, zaruri olarak materyalisttir. İslam’ın bilgi, insan, hayat ve varlık telakkisi ile mukayese edildiğinde arada devasa bir fark ortaya çıkar. İslam’da insan telakkimiz, zihni ve akli havza, ruhi ve kalbi havza olarak nitelendirilir. Bilgi ve varlık telakkilerimizde bir meratip zincirine tabidir.

Batı, insanı tek buudu ile ele aldığı gibi, bilgi ve varlığı da aynı zaviyeden değerlendirir. Bu bakış külli bakışın tam zıttı olan bir tarzdır, parçalar ve böler; bütüne nispet olmadığı için, parçalardan teşekkül eden üretimler, tezat teşkil ederek, kesret girdabına mahkûm olurlar. Bir misal üzerinden izah edelim: Batı her şeyi parçalayarak tahlil eder, insanı da aynı şekilde tek yönüyle ele alır. Bunun en bariz örnekleri felsefe tarihinde muhtevidir. Sadece aklı öne çıkartarak (Rasyonelizm), ruhu baz alan (Spiritüalizm), insandaki sezgiyi merkeze alan (Entüisyonizm) vb. misallerde müşahede edildiği gibi, insan bütününden mahrum, tek bir buudun öne çıkarılması şeklindedir. Temel meselelerdeki bu parçalı anlayış, alt sistemlerin kuruluşunda da kendini gösterir. Oysaki her bir parçanın birbiriyle muazzam bir ahengi vardır. Batı felsefesi bundan mahrumdur.

Mihraksız arayışlar kesret âlemini bir merkeze irca edemediğinden bütün fikrinden ve bütünü irtibatlandıracak mihraktan mahrumdur. Felsefi tarz düşünce ile varılan noktada bazı doğrulara isabet edilse dahi, bu, parça doğru olur; parça, bütünden mahrum olduğu için tezat teşkil eder. Bütün ancak imanla bilinebilir, aklın hakikat diye bulduğu veya anladığı şeylerin hepsi nihayetinde Allah’ın mahlûkudur. Hâlbuki gayb aklı aşar; “aklın gözleri amadır, gayb karşısında” kuşatılanın kuşatanı pusulasız bulması muhaldir. Onun içindir ki felsefe tarihinde her bir filozofun kendi idrak sınırları, bütüne şamil olmayan göreceli hakikatlerdir. Kendinde merkezileşen aklın hakikat zannından kaynaklanan bir kumkuma… Felsefi tarz arayış, boşluktan çıkarak, ebedi bir meçhule doğru bir arayış ameliyesidir.

Başıboş arayışa misal teşkil etmesi açısından, Tolstoy’un itirafları oldukça dikkate şayandır. Tolstoy, hülasa olarak; “İtiraflar kitabında, çocukluğunda Hristiyan inancına göre yetiştiklerini, onun da sadece şekli olarak bazı gereklerinin yapıldığını anlatıyor. İtiraflar’da, inancın hayatın içinde müessiriyetinin olmadığını anlıyoruz. Okula gittiklerinde arkadaşlarından, Tanrı’nın öldüğünü, olmadığını duyuyor. Bu hususun çocuklar üzerinde tesir ettiğini görüyoruz. Ve üniversite yıllarında yazar olmaya karar veriyor, bol bol yazı yazın telkiniyle yazmaya koyuluyor. Telkinde bulunan yazar arkadaşlarının, hayat felsefelerinin özü: Hayat, genel olarak ilerleme yoluyla gelişmektedir. Bu gelişmede en büyük pay fikir adamlarına aittir. Evet, Tolstoy, ‘yazıyordum, neyi öğrettiğimi bilmeden öğretiyordum; fakat yazalım da ne yazalım, hayat ne ben kimim, dünyaya nasıl geldim, biri bana şaka mı yaptı’ gibi düşüncelerle sarsılır.” Ve kardeşinin ölümünden etkilenerek niçin yaşadığını hiç anlamaksızın, hele niçin öldüğünü hiç anlamaksızın kardeşinin öldüğünü anlatır. Kısaca özetlemeye çalıştığım bu hadisede, belli bir iman mihrakına bağlı olmadığınız zaman her şey anlamsızlaşmaya başlıyor. Tolstoy’un bu arayışı mihraksız başıboş bir arayıştır. Meçhule uzanan bir arayış… Bunun cevabı ancak, bedahet hissiyle bağlanılacak imanla mümkün olduğu hakikatidir.

Batı akıl terkibini anlamak açısından, Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanında kullandığı şu cümleler mevzumuz açısından oldukça manidardır. “Sosyalizmim sadece bir işçi sınıfı sorunu olmadığını, Tanrısızlık anlayışının ortaya atılması olduğunu söyler ve devam eder. Zira Babil kulesi Tanrıyı inkâr eden bir yapıydı, aynı zamanda yeryüzünden göklere ulaşmak için değil, göktekini yeryüzüne indirmek” için.  Dostoyevski’nin maksadını tabii ki anlıyoruz; fakat bu sözlerden Batı’nın felsefi tarz arayışlarının da deşifre edilişini ve akıl terkibinin nasıl işlediğini görüyoruz. Şöyle ki insan Babil kulesi inşa etti, göklere yükselmek için değil, göktekini yani Tanrı’yı yeryüzüne indirmek için sözü, Tanrı’nın aklın sınırları içine dâhil edilerek, Tanrı’nın insanileştirmesini görüyoruz. Modern çağ vahyin ve Risalet’in iptal edildiği, Tanrının bile rasyonelleştirilmeye çalışıldığı bir çağdır. Nihayetinde öyle olmadı mı? Hz. İsa’nın Tanrılaştırılması… Tanrı’nın, inancın rasyonelize edilmesi…

Evet; Batı, Tanrı’yı Hz. İsa’nın bedenine hulul ettirerek öldürdü. 2500 yıllık felsefe tarihinde salt bir ateizm yoktur. Tanrı inançları vardır; fakat her bir filozofun kendi tasavvur ettiği Tanrı’ya inanma… Görüldüğü gibi arayanların kendi hakikatlerinin Tanrı olarak addetmesi. İslam’da ise Allah Azze ve Celle’nin kendini bildirdiği ve Resul’ünün (s.a.v) öğrettiği şekliyle iman ederiz.

İslam’ın insan telakkisinde, idrak merkezlerini şöyle sıralayabiliriz. Akıl (beş duyu ile sınırlı), akl-ı selim (İslam’ın akıl terkibi) ve son olarak, ruhun müşahedesidir. İslam insan telakkisinde, idrak merkezleri Batı insan telakkisinin çok fevkindedir. Batı aklı insanı pozitivist mecraya hapsederek, materyalist bir havzada hareket eder. Akılda bu mecranın içerisinde faaliyet gösteren nefis kutbuna bağlı pozitif akıldır. İslam, bilgi ve varlıkta bir meratip silsilesine tabidir. İslam’ın insan telakkisi, insanın idrak merkezleri, bilgi ve varlık telakkimiz bir mütekabiliyet serdetmektedir.

Evet, İslam’da hakikat yekparedir; iman bizim yekpare olan hakikate ilk çıkış noktamızdır. Önce bulma, sonrasında arayış esastır; kısaca, “İman idrake mukaddemdir.” İmandan mahrum akıl kifayetsiz akıldır. Felsefi arayışlarda olduğu gibi bir boşluktan yola çıkılmaz. Bizim medeniyetimiz ilk insan ve ilk Peygamberle başlar, son Peygambere kadar devam eder ve kemale erer. İslam tefekkürü, Peygamberlerin getirdiği mutlak doğrudan yola çıkarak derinlemesine keşfe çıkar. Mihrakı imandır… Felsefi tarz arayışlarda bulunan batı uygarlığının insan telakkisinde, insanın idrak merkezinin beş duyu ile sınırlı aklın olduğunu söyledik. Filozof istidadı gereği nihai bir tecritte bulunsa da aklın ufkuna mahkûm oluyor; çünkü idrak melekeleri açısından yeterli olamıyor. Farklı bir âlem hissedilse bile o âleme yönelik bir alt yapıya sahip olmadıklarından dolayı idrakleri akim kalıyor. Felsefi tarz arayışlar, aklı tek rehber olarak kabul ederler. Akıl standart bir değer değildir ve akıl dereceleri farklı olup, akıl sayısınca yol ortaya çıkmaktadır. Bu sebepten mütevellit, felsefi arayışlar birbirinin hatalarını tekzip etmekten ileri gitmemektedir.

İslam tefekküründe arayışın çerçevesini şeriat belirler, ondan sonra derinleşme süreci başlar. Akıl kuşatılan olarak, kuşatanın esrarı içindedir. Aklın üstü sır dairesidir… Buranın idraki, ancak aklı aşan bir kaynaktan beslenildiği zaman mümkün olur. Salt aklın harcı değildir. Aklın üstünde, akla da kaynaklık teşkil eden, his idraki vardır; ruha bağlı bir keyfiyet olan akl-ı selim vardır; onun idraki ham aklın oldukça fevkindedir. Merkez ruhtur, ruhi idrak yani müşahede hepsinin zirvesidir. Hakikat kaygısıyla hareket eder ve sır dairesi içinde bazı meçhulleri keşif istidadındadır.

“Siz bildikleriniz ile amel edin”, bu kula ait bir sorumluluk şuurudur; “biz bilmediklerinizi öğretiriz”, Rabbimizin lütfudur. Bu hadiste buyrulduğu gibi kul bildiği ile amel ederse bilmediğini biz öğretiriz. Kulun kendi başına, sadece gayretiyle olmuyor. Allah cc. Öğretiyor bu hadis bile tek başına kulun felsefi yolla varacağı bir nokta olmadığını göstermiyor mu? “Bir gününüz, diğer güne eşit olmasın” hadisi şerifi devamlı arayışı ve İslam’a nüfuz etmeyi gösterir. Devamlı ebedi yeniye nüfuz etme. Hadisten anlaşılacağı gibi İslam merkezde devamlı tekâmül seyri.

Ruhi idrak süreci insan telakkimizdeki ruh-i kalbi havzaya tekabül eder, tekke olarak müesseseleşmiştir. Zihni akli havzada medrese olarak, akl-ı selim merkezinde müesseseleşmiştir. Ruh insanın hakikatidir, ruh “Elest Bezmi”nde Allah cc. ile mukabelede bulunmuş ve sırlarla dolu olarak, insan bedenine taalluk eder. İşte tasavvuf mektebinde, nefis aslına yani ruha irca edilerek, ruhi nizam tesis edilir. İnsan kendi hakikatine ulaşır ve sırlarla dolu ruh asli vatanına doğru, kahramane bir şekilde, ruh başta olmak üzere, tüm letaiflerle beraber asli vatana doğru yola çıkar. Bu yolculuğu ruhi idrak süreçleri olarak anlayabiliriz. Mutlak hakikat ötelerin ötesinde… Şeriat teyitli mütemadi arayışHakikat arayışı varışın muhal, takarrüb etmenin mümkün dairesi içerisinde olduğu namütenahi bir arayış… Hakikat aklın altında aranmaz, aklın üstünde aranır; çünkü aklı kuşatan esrar oradadır. Bu arayış da ruhi nizamı elzem kılar.

Hira, bulmanın, imanın remzidir; çünkü iman Hira’da Peygamber Efendimiz vesilesiyle insanlığa teklif edilmiştir. Önce iman yani bulma ve iman mihrakına bağlanma olarak telakki edebiliriz. Hicrette Efendimiz (a.s) ile Hz. Ebubekir’in sığındığı mağara ise arayışın remzini ve usulünü bize vermektedir. Bu zaviyeden baktığımızda, Hira Sevr’e mukaddemdir.

Sevr’de ise idrak süreçleri ve ruh ile çıkılan yolculuk olarak telakki ediyorum. Hira sürecinde bağlanan akıl, Sevr’de hakikat arayışına çıkan Müslümanın namütenahi arayışı olur. Hıra mağarasındaki tohum, Sevr’de fert planında ağaca döner, mutlak inkılabın fertte gerçekleştiğini görürüz. Efendimizin, Hz. Ebubekir’e dilini damağına yapıştır ve Allah’ı zikret telkini, “Sıddık-ı Ekber’i” “Has Oda” sırrına eriştirmiş ve ruhla bir yolculuğa çıkılmıştır. Bu yolculuk, ruhun “Elest Bezmi”nde şahit olduğu hakikate doğru seyirdir. Sevr’i ayrıca fert planındaki mutlak inkılabın derinlerde elde ettiği kıymetlerin cemiyetini ve hayatını inşa etmeye başlama süreci olarak da ifadelendirebiliriz. Fert planındaki mutlak inkılabın, cemiyet planına taşınması, Kuba mescidi ve cemaatiyle beraber Medine’de tahakkuk etmiştir.

Aklın sınırlarda beklediği ve mükellef olduğu Şeriat ile çevre emniyetini sağladığı, ruhunda derin sularda inci avcılığı yaptığı ve seyrettiği hakikat tecellileri… Merkez sabit, arayış mütemadi devam eder. Hiçbir oluşta donmamak, mıhlanıp kalmamak. Bir günü bir gününe eşit geçirmemek. Asıl mesele budur.

Yazı: Bülent Civan

Aylık Dergisi 209. Sayı, Şubat 2022