…bütün bu sanat devirlerinin en büyük olgunluk zirvelerine eriştiği hengâmelerde, mantığın, asil malzemenin, bu malzemeye verilecek en makul ve doğru şeklin, en mükemmel işçiliğin; ve bütün teferruatıyla ruhu okşayan bir sadelik ve ahenk kıymetinin mevcudiyetini görüyoruz.
Bir Sinan mâbedindeki plân sadeliği, malzemenin vereceği imkânları gözeterek mevcut ihtiyacı en vakur ve asil olarak ifade edebilmek kudreti, Osmanlı işçisinin en yüksek mertebeye varmış kabiliyeti, Osmanlı sanatkârının teferruata kapılmak küçüklüğüne düşmeden tekmil bünye üzerinde uğraşması ve bütün teferruatı o bünyeyi tamamlayıcı, yardımcı unsurlar hâlinde kullanmak büyüklüğünü göstermesi, bediî heyecan zevkini son mertebeye ulaştırması, Osmanlı mimarisinin, kendi itila devrinde, bütün cihanı ne-den hayretlere düşürdüğünü anlatabilir.
Mimarînin düşkün devirlerinde ise sanatkâr, teferruat üzerinde yaptığı oyunlar ve süslerle, bünyeyi kuvvetlendirmeyen, ona tamamıyla yabancı kalan, yapıştırma ve sahte bir dekor havası doğurmuştur.
Bu hava, sağlam ve ebedi güzelliği ihmal ederek sahte dekorlara bağlanan insanların ruhlarına da sirayet etmiş; sanat çökerken ruhları da beraber sürüklemiş, çökertmiştir.
Bu bakımdan mimarî eserleri, âit oldukları muhit ve devrin yaşama seviye ve kudretinin tarihe bıraktığı en müşahhas ve canlı misaller olmuştur. Roma mimarîsinde Roma İmparatorluğu'nun azamet ve satvetini, Yunan mimarîsinde Yunan felsefe ve sanatının heybetini, Osmanlı mimarîsinde ise asalet ve zevk üstünlüğünü ne derin ve ne yakından duyarız!
Mimarîde mahallî seciye; tabiat, iklim, malzeme ve içtimaî bünye ile beraber, sanatkârın inandığı hakikatleri, duyduğu ihtiyaçları, ruhunda mevcut imân kaynaklarını, samimiyeti, aşkla kendisini zorlamadan ifade edebilmesinden doğar. Bir sanat eseri doğurabilmek için evvelâ inanmak, bu inancın verdiği kudretle, her türlü tesirden sıyrılıp, bütün mevcudiyetiyle kendini ona verebilmek lâzımdır. Süleyman'ın kudretine inanan Sinan, o kudretin ruhunda yaktığı alevle, Süleyman'ın büyüklüğüne birer misâl olacak şaheserlerini meydana getirmek ve cihan'ı sonsuz hayranlıklara düşürmek imkânını buldu.
Sadelik, tevazu, mantık, muvazene, asalet, zevk yüksekliği, Osmanlı'nın ruhundaki ilk köklerdir. Bu köklere olan inancımızın sarsıldığı devirlerde yaptığımız eserler bize yabancı kalmıştır. Yabancı sanatkârlara yaptırdığımız eserlerse ya kendi memleketlerinin birer mimari numunesini temsil etmiş veya milli imân ve aşkın verdiği kudretle yapılamadığı için mahalli seciyeye uy-mak temayülünü göstermiş olsa bile, birer özenti olmaktan kurtulamamıştır.
Bizden evvelki mimarî neslinin eserlerinde, Osmanlı seciyesini tekrar ihyâ edebilmek için yaptığımız hamleler, çok ulvî olmakla beraber, sivri kemer, çini tezyinatı ve bazı ziynet işçiliklerine inhisar etmiş, bünyedeki ahenk, mantık, fikir, zevk ve nisbet ölçüsü, bu dekor havası içinde maalesef kaybolup gitmiştir. Ankara palas, Meсlis binası, Vakıf hanları vesaire...
Bugünkü mimarî neslinin, binbir cereyan içinde bocaladıktan sonra nihayet kendini bulma-ya başladığını görüyoruz. Yeni mimarimizin, en yeni ve şatafatlı örneklerinden tutunuz, tabiata kenetlenmiş gibi duran basit ve kerpiç bir Anadolu evine kadar her eserde, aynı mütevazi, asil, sade ve ölçülü ruhu ifâdelendirmeğe çalışan bir arayıcılık var. Bu hususiyet, doğmasını beklediğimiz yeni mimarinin en bahtiyar müjdecisidir.
Bu mimarîde eskilerin şuursuz bir kopyası değil, zaman ve mekânın her şubedeki inkişafiyle beraber içtimaî hayatımızın en samimi ifâdesi yaşayacak; ve dedelerimizin şaheserleri, bir köke bağlanmak lüzumu bakımından, ona en nurlu birer ilhâm kaynağı açacaktır.
O zaman, gelecek nesiller bu eserlerde gerçek inkılâbın heyet ve hakikatini ne derin bir inanış ve hayranlıkla seyredebilirler.
Salih Mirzabeyoğlu, Damlaya Damlaya, İbda Yayınları, S. 234-236