Gazze'de, İran'da, Suriye'de ve daha pek çok coğrafyada yaşananlar, Türkiye’nin yalnızca arabuluculuk rolüyle yetinmesini imkânsız kılar; onu aynı zamanda kurucu bir aktör olmaya zorlar. Bu rol, ancak caydırıcı bir askerî güç, bağımsız bir diplomasi ve adalet temelli bir vizyonla yerine getirilebilir.

Tarih bazen bir milletin omzuna yük bindirmekle kalmaz; aynı zamanda ona yeni bir yürüyüş imkânı da sağlar. Türkiye, bu noktada duruyor. Elinde yalnızca coğrafya ve güç bulunmuyor; aynı zamanda birikmiş bir ruh, tarihî bir hatıra ve medeniyet çapında bir teklif var. Sorulması gereken soru şudur: Bu teklifin muhatabı olacak mıyız, yoksa başka merkezlerin sahnelediği tarihin kenarında mı kalacağız?

Türkiye uzun süredir bir yorgunluk dairesinde dönüp durdu. Batı'nın çizdiği hudutlar içinde kendine bir kimlik biçmeye çalıştı. Ancak bu kimlik ne içeride sükûnet doğurdu, ne dışarıda saygı. Modernleşme kisvesiyle takdim edilen projeler, kendi medeniyet iklimimizle kavga eden kalıplara dönüştü. Bugün artık mesele, yalnızca ekonomik kalkınma yahut teknolojik gelişmeyle sınırlı kalmıyor. Mesele, bu kalkınmanın hangi ruhla, hangi hukukla ve hangi idrakle taçlandırılacağıdır. Tarihin merkezine dönmek, eskiye hasretle olmaz; yeni bir düzen inşa etme iradesiyle mümkündür. Bu düzen, dışarıdan ithal edilen modellerin yamalarıyla oluşmuş bir yapı olmayıp, içeriden filizlenen bir adalet fikriyle teşekkül etmelidir.

Peki bu nasıl olacak? Bir milleti kendine döndürecek olan şey, yalnızca sloganik bir söylemle sınırlı kalmayıp, bir bütün olarak siyasî teşekkülünü, toplum birliğini ve bölgesel sorumluluğunu yeniden düşünmesidir. Türkiye, bunu yapabilecek imkâna, hafızaya ve tecrübeye sahiptir. Ancak mesele şu: Bu iradeyi gösterecek cesaret var mı?

İçinde bulunduğumuz tarihî eşiğin dört temel alanı vardır: İçeride PKK’nın silahsızlanmasıyla açılan sosyal barış kapısı; bölgesel düzlemde İran–İsrail çatışmasının doğurduğu yeni düzen arayışı; bölgede konuşlu Amerikan kuvvetlerinin stratejik varlığı; ve nihayetinde Gazze’deki insanî felaketin Türkiye’nin ahlâkî liderliği üzerinden okunması.Bu dört eksen, Türkiye’nin yalnızca söylemle sınırlı kalmayıp, adım atarak yön değiştirmesi gereken mihenk taşlarıdır.

Her biri ayrı ayrı ele alınmalı, derinlikli bir medeniyet perspektifiyle yeniden yorumlanmalıdır. Türkiye’nin yüzyıllık suskunluğunu bozacak hamleler, ancak bu eksenlerde cesaretle yürüyerek mümkün olabilir. Ve ancak bu yürüyüş başarıyla tamamlandığında, en başta birlik fikrinin nerede olduğu ve o fikrin sisteminin ne şekilde kurulduğu cevaplandığı takdirde, bölgede gerçekleştirilmek istenen büyük projeler hayal olmaktan çıkıp inşa edilecek bir gerçeklik hâline dönüşebilir.

PKKnın Feshi ve İç Barışın Eşiği

PKK’nın 2025 yılı baharında silahlı mücadeleyi bırakacağını açıklaması, yalnızca bir örgütte yaşanan bir değişimle sınırlı kalmayıp, Türkiye için yeni bir sosyal sözleşmenin kapısını aralayan tarihî bir dönemeçtir. Ancak bu gelişmeyi yalnızca bir güvenlik başarısı olarak değerlendirmek, asıl fırsatı gözden kaçırmak olur. Mesele, bu sessizliğin hangi hukuk, hangi dil ve hangi içtimâî şuur ile anlam kazanacağıdır.

Barışın yalnızca silahların susması olmadığını bilmek gerekir. Asıl olan, birlikte yaşama iradesinin yeniden filizlenmesi; güvenin, adaletin ve aidiyetin yeniden inşa edilmesi ve beraber hareket edebilme kapasitesinin kazanılmasıdır. Bu çerçevede Türkiye’nin karşı karşıya olduğu üç temel sorumluluk bulunmaktadır:

İlki, adaletin tesisi ve toplum hafızasının dengelenmesidir. Devletin güvenlik kurumları ile terörle mücadele edenlerin hakkı gözetilirken; aynı zamanda, bu mücadele içinde mağdur olmuş kişilerin hukukunun da iade edilmesi gerekir. Ne romantik bir af anlayışı ne de mutlak bir cezalandırma yaklaşımı, yeni bir sözleşme inşa edemez. Mesele, hakkı herkes için geçerli bir prensip hâline getirmektir.

İkinci mesele, medeniyet merkezli bir vatandaşlık tanımıdır. Bugüne kadar Kürt meselesi, hep ulus-devletin dar kalıpları içinde ele alındı. Oysa Türkiye’nin yeni yüzyılına yakışan, herkesin ortak kültürel ve tarihî mirasta buluştuğu bir vatandaşlık fikridir. Bu fikir, İslâmî adalet anlayışının kurucu presibinden neşet etmelidir.

Üçüncü olarak, barışı yöneten dilin dönüşümüdür. Barış süreçleri çoğu zaman teknik belgelerle şekillenmekten öte, kullanılan dilin niteliğiyle belirlenir. Medeniyet dili; hakaret yerine hikmeti, düşmanlık yerine insafı, hesaplaşma yerine helâlleşmeyi önceleyen bir anlayışla konuşur. Türkiye’nin dili, artık yalnızca devleti temsil eden bir ses olmanın ötesine geçerek, milleti birleştiren bir sese dönüşmelidir.

PKK’nın silah bırakması, sadece bir sona işaret etmemelidir. Bu gelişme, Türkiye’nin kendini yeniden tanımlaması ve tüm vatandaşlarını eşit, haysiyetli ve sorumlu kılan yeni bir düzenin başlangıcı olarak değerlendirilmelidir. İç barış sağlanmadan dış politikada iddia kurmak yalnızca bir temenniden ibaret olur. Gerçek güç, içerideki huzurdan doğar. Türkiye, bu eşiği adaletle geçebilirse, kendi sınırlarının ötesinde, bölgenin vicdanını da temsil eden bir merkeze dönüşebilir.

İran–İsrail Savaşı ve Bölgesel Denge

2025 yılı yazında başlayan İran–İsrail savaşı, yalnızca iki ülkenin çatışması olmakla kalmayıp, bütün bölgenin tarihî bir yeniden şekillenme süreci olarak okunmalıdır. Bu çatışma, gücün mahiyetinden çok temsil ettiği değerler düzleminde bir sınav hâlini almıştır. İran’ın sahadaki etkisizliği, İsrail’in sivilleri hedef alan acımasız saldırıları ve milletlerarası hukukun felç hâli; bölge milletlerini çözüm arayışına sevk etmektedir. Bugün iddia edildiği gibi, Amerika ve işbirlikçisi Yahudi Devleti’nin bu arayışa cevap verme kapasitesi olsaydı, çoktan verir ve bölge 35 senedir bir düzene kavuşmuş olurdu. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri bölgede çözüm üretmekten ziyade, sorunların üretimi ve çözümsüzlüğün derinleştirilmesi noktasında faaliyet gösteren bu ikiliden medet ummak anlamsızdır. Yani, bugüne kadar yaptıkları, bundan sonra yapacaklarının teminatıdır. Bunun bölgedeki iktidarlara ve milletlere ezberletilmesi şarttır.

Gerek Amerika ve gerekse Yahudi Devleti’nin bölgedeki varlıkları organik olmaktan uzak, inorganiktir. Binlerce kilometre öteden, sırf yumruk gücüyle gelip bir yere düzen verilemez. Keza “dedemin dedesi bu bahçedeki ağaçtan yemiş yemiş” diye bir diyarda hak iddia ederek de düzen kurucu olunamaz. Ki bunun adı olsa olsa eşkıyalık olur. Buradaki arayışın esas ve tabiî odağı Türkiye olabilir mi, sorusu ise, her anlamda artık ertelenemez bir gündemdir.

İran’ın Lübnan, Suriye ve Irak’taki gücünü yitirmesi; İsrail’in Gazze’de yürüttüğü savaşın her geçen gün bölge ve dünya milletleri nezdinde daha fazla tepki toplaması ve Amerika’nın bölgeye müdahalesi, yeni bir boşluk doğurmuştur. Bu boşluk, yalnızca askerî boyutla sınırlı kalmayıp; ahlâkî, diplomatik ve stratejik bir eksikliktir. Türkiye, bu boşluğu doldurma potansiyeline sahip tek ülkedir. Ancak bu potansiyelin açığa çıkması için üç düzlemde eş zamanlı hareket edilmelidir:

Birincisi, ahlâkî temsil gücünün inşasıdır. Türkiye, Gazze örneğinde olduğu gibi yalnızca insanî yardım gönderen bir ülke olmakla kalmayıp; bölgede adaleti savunan, zulme karşı açık bir siyaset yürüten ve bu siyasetin aksiyon planında gereğini yapan bir ülke hâline gelmelidir. Sözün kıymeti, eylemle desteklendiğinde artar.

İkincisi, stratejik hazırlığın tamamlanmasıdır. İran sonrası dönemde ortaya çıkacak boşluk, ancak hazır bir savunma sanayii, güçlü bir diplomasi ve gerektiğinde caydırıcı bir askerî varlıkla anlamlı bir etkiye dönüştürülebilir.

Üçüncüsü ise siyasî vizyonun yeniden tanımlanmasıdır. Türkiye, ümmet coğrafyasının tamamını kucaklayacak bir dil inşa edecek siyasî bir merkez olmaya yönelmelidir. Bu vizyon, kısa vadeli ittifaklarla sınırlı kalmayıp; fikir derinliği olan bir dünya görüşünün devlete benimsetilmesi ile mümkündür.

İran–İsrail savaşı yalnızca bugünün krizi olmakla kalmayıp; geleceğin düzenini belirleyecek bir mihenk taşıdır. Türkiye, bu düzenin kurucusu olmayı hedefliyorsa; söylemden çok daha fazlasına, yani sahici bir adalete, güçlü bir iradeye ve kapsayıcı bir siyasî teklife ihtiyaç vardır.

ABD Kuvvetlerinin Bölgedeki Konuşlanması

Amerika Birleşik Devletleri'nin Ortadoğu’daki askerî mevcudiyeti, artık eski anlamını yitirmektedir. Bir zamanlar sadece güvenlik politikası olarak sunulan bu varlık, uzun yıllar boyunca bölge siyasetine doğrudan yön vermenin aracı hâline geldi. Ancak 2025 yılında başlayan ve on iki gün süren İran–İsrail savaşı, bu mevcudiyetin zeminini ciddi şekilde sarstı.

Savaş boyunca İsrail’in tüm ısrar ve baskılarına rağmen Amerika, doğrudan bu çatışmanın tarafı olmadı. Başta İran’ın direncini kırmak için yapıldığı düşünülen nükleer tesis bombardımanı dahi, sonradan anlaşıldı ki Trump yönetiminin savaşı sınırlandırma ve bölgeden çekilme stratejisinin bir parçasıydı. Amerika artık, geçmişte olduğu gibi bu coğrafyaya saplanmak istemiyor. Askerî üsler aracılığıyla her gelişmeye doğrudan müdahil olma refleksi, yerini stratejik mesafe alma politikalarına bırakmış durumda. Washington’ın asıl odağı, Çin ile yürütülen küresel rekabet ve Hint-Pasifik hattındaki hâkimiyet mücadelesidir.

Bu yeni tablo, bölge ülkelerine önemli bir mesaj vermektedir: Güven ve emniyet, artık Atlantik ötesinden ithal edilemez. Amerikan güvenlik şemsiyesinin gölgesi daralmakta, bölge kendi istikrarını kendi kurmak zorunda kalmaktadır. İşte bu noktada, sorulması gereken soru şudur: Bu yeni güvenlik düzeninin adresi kim olacaktır?

Cevap açıktır: Türkiye.

Türkiye, yalnızca askerî kapasitesiyle sınırlı kalmayıp; tarihî hafızası, diplomatik ağı ve ahlâkî temsil gücüyle bu bölgesel boşluğu doldurabilecek yegâne ülkedir. Fakat bunun için güvenlik stratejilerinin yanı sıra, bölge merkezli bir medeniyet teklifinin de inşa edilmesi gerekmektedir. Türkiye, yalnızca kendi sınırlarını gözetmekle kalmayıp; bölgedeki halkların kaderini de kuşatan bir vizyonla hareket etmelidir.

Bu çerçevede, diplomatik, ekonomik, kültürel ve askerî unsurları içeren yeni bir güvenlik paradigması kurulmalıdır. Amerikan üslerine karşı tehdit üretmektense; bu üslerin etkisini sıfırlayan yeni ittifaklar, enerji hatları, dijital hâkimiyet alanları ve bilgi savaşları inşa edilmelidir. Savaş artık yalnızca cephede yürütülmekle kalmayıp; propaganda, istihbarat ve psikolojik alanlarda da sürdürülmektedir.

Bunun yanı sıra Türkiye'nin askerî altyapısı, yalnızca savunma kapasitesine odaklanmakla kalmayıp; caydırıcılık ve liderlik kapasitesini de yansıtacak şekilde güçlendirilmelidir. Savunma sanayii, bir vitrin olmak yerine; bir kader meselesidir. Bu bağlamda, insansız sistemlerden siber güvenliğe kadar her alanda yeni nesil çözümler üretmek artık zarurettir.

Özetle mesele, Amerika’nın ne kadar kaldığıyla sınırlı kalmayıp; Türkiye’nin ne kadar kendi oyununu kurduğu meselesidir. Kendi stratejisini kuramayan her ülke, başkalarının oyununda figüran kalmaya mahkûmdur. Türkiye ise bu eşiği, ancak cesur bir medeniyet yürüyüşüyle aşabilir. Çünkü yeni dönem, dışarıdan ithal edilen güvenlik reçetelerine bağlı kalmak yerine; içeriden inşa edilen bir istikrar mimarisiyle şekillenecektir. Ve bu mimarinin baş mimarı, bölgenin ruhunu anlayan ve taşıyan tek ülke olarak Türkiye olabilir.

Gazze ve Ahlâkî Liderlik İmtihanı

Gazze, artık salt coğrafî bir mekân olmaktan çıkmış, global ahlâkın ve insanlık vicdanının sınandığı bir eşiğe dönüşmüştür. Çocukların, kadınların, sivillerin acımasızca hedef alındığı bu kuşatma, modern dünyanın adalet söylemini temelden sarsarken, İslâm dünyasına da ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Bu sorumluluk, yalnızca insanî yardım kampanyalarıyla sınırlı kalmayıp; aynı zamanda siyasî, diplomatik ve stratejik açılımlar gerektirmektedir.

Türkiye’nin Gazze bağlamındaki rolü, sembolik hassasiyetleri aşan bir derinlik taşımak zorundadır. Kudüs’le kurulan tarihî bağ, İstanbul’un taşıdığı medeniyet mirası ve Türkiye halkının mazluma duyduğu sahici merhamet; Gazze’deki sınavın merkezine Türkiye’yi yerleştirmiştir. Bu konum, pasif bir sempatiyi aşan, aktif bir liderlik çağrısını ifade etmektedir.

İlk olarak, diplomatik seferberlik hayata geçirilmelidir. Türkiye, milletlerarası hukuku salt teorik bir söylem olarak görmekle kalmamalı; bunu somut müdahale araçları olarak devreye sokmalıdır. İsrail’in sivil hedeflere yönelik saldırıları, insan hakları mahkemelerinde, uluslararası ceza hukukunda ve diplomatik platformlarda sürekli ve somut dosyalarla takip edilmelidir. Çıkan kararların uygulanması için her planda baskı kurulmalıdır. Bu süreçte Türkiye, yalnız kalmamalı; İslam İşbirliği Teşkilatı başta olmak üzere bölgesel ve global aktörleri de sürekli baskı altında tutmalıdır. Bu konuda çokça gayret edildiğini biliyoruz; fakat iş bir noktadan sonra bal yapmayan arının hikâyesine dönüyor. Bugüne kadar izlenen siyaset sonuç vermemişse, o zaman daha farklı diplomatik girişimlerin geliştirilmesi ve işletilmesi gerekiyor demektir. Aynı şeyleri yapmak suretiyle farklı sonuç beklemenin ne anlama geldiğini biliyorsunuz.

Gazze’ye yönelik insanî yardım meselesi, yeni bir modelle yeniden müesseseleştirilmelidir. Yardım tırlarının ötesine geçen, sağlık, barınma ve güvenlik alanlarında sürdürülebilir bir “Gazze Destek Mekanizması” kurulmalıdır. Türkiye, bu mekanizmanın öncüsü ve ana koordinatörü rolünü üstlenmelidir. Böylelikle Gazze, salt savaşın odağı olmaktan çıkarak, yeniden inşanın merkezi hâline gelir. Bölge iktidarlarının çekinceleri nedeniyle böyle bir mekanizma kurulup işletilemiyorsa, bu kez büyük kitle hareketleri organize edilmeli, onların yolundaki engeller diplomatik yollarla kapalı kapılar ardında ortadan kaldırılmalı ve ambargonun kırılmasının ardından söz konusu müesseseleşme gerçekleştirilerek kalıcılık sağlanmalıdır.

Ahlâkî liderlik mutlaka inşa edilmelidir. Bu liderlik, Batı’nın çifte standardına karşı yükselen bir sesin ötesinde, bizzat adaletin ve merhametin resmî temsilini ifade eder. Gazze üzerinden verilecek bu mesaj, yalnızca İslâm dünyasını değil; aynı zamanda global kamuoyunu da hedef almalıdır. Türkiye, bu noktada salt bir ülkenin sesi olmak yerine, bir medeniyetin temsilcisi olarak konuşmalıdır. Üstelik konuştuğu ile yaptığı birbiriyle sıkı sıkıya uyumlu olmalıdır ki, söyledikleri karikatürize edilmesin.

Gazze, Türkiye’nin medeniyet yürüyüşü için önemli bir mihenk taşıdır. Orada gösterilecek cesaret, sabır ve kararlılık; bölgede kurulacak yeni düzenin ahlâkî temelini oluşturacaktır. Türkiye, bu temel üzerinde yükselirse, Gazze’ye olduğu kadar bütün mazlum coğrafyalara da yeni bir adalet umudu sunabilir.

Rejim Değişikliği ve İslâmî Nizamın Zarureti

Tarihin bazı anları, mevcut rejimlerin yalnızca sınırlarını zorlamakla kalmaz; aynı zamanda o rejimlerin ruhunu aşan bir fikrî dönüşüm ihtiyacını da gün yüzüne çıkarır. Türkiye, bugün tam da böyle bir eşiğin ortasında yer almaktadır. Mevcut anayasal düzen, modernleşme hamleleriyle dini resmî alandan uzaklaştırmış, toplumu fertlere indirgemiş ve devleti medeniyet ruhundan yalıtılmış bir biçimde şekillendirmiştir. Bu düzen, kısa vadede istikrar sağlamış olsa da uzun vadede barış, birlik ve yön tayini üretememiştir.

Türkiye’nin bugün ihtiyaç duyduğu şey, sistemin içinde yapılan restorasyonlar ya da yüzeysel reformlarla sınırlı kalamaz. Bu ülke, kendi ruh köklerinden beslenen, adalet ve hikmet esasına dayalı bir İslâmî nizama muhtaçtır. Böyle bir nizam, dışarıdan alınmış modellerin kopyası olmayıp; bizzat kendi medeniyet tarihimizin özünden süzülen bir adalet düzeni olmalıdır.

Yeni bir rejim ihtiyacı üç sacayağı üzerine oturmalıdır:

İlki, millî birliğin yeniden tesis edilmesidir. Yazının başında, bölgedeki birlik için “nerede birlik” sorusuna cevap verilmesi gerektiği ifade edilmiştir. Bu sorunun cevabı yalnızca bölgesel bir perspektifle sınırlı kalmamalı; Türkiye’nin kendi içindeki sosyal yapısını da kapsamalıdır. Anadolu’nun kendi içindeki birliğini sağlamak için, “nerede birlik” sorusunun cevabı, kavim ve kültür farklılıkları arasında hapsolmamalı; bu farklılıkların ötesine geçerek ortak bir aidiyetin temeliyle açıklanmalıdır. Bu temelin İslâm olduğu ortadadır.

Türkiye’nin millî birliğini inşa edebilmesi, farklı etnik ve kültürel kimliklerin yalnızca yan yana yaşamasına dayanamaz; ortak bir üst kimlik etrafında bu kimliklerin birleşmesi gerekir. İslâm, yalnızca bir inanç sistemi olmayıp; toplumları bir araya getiren, ortak değerler ve ahlâkî prensipler sunan, adaletin, eşitliğin ve sorumluluğun esas alındığı bir hayat nizamıdır.

Eğer gerçekten bir savaşın eşiğinde duruyorsak, İslâm’dan başka bir ortak payda bulamayacağımızı da belirtmek gerekir. Unutulmamalıdır ki, bu memleket son savaşını İslâm devleti kimliğiyle vermiştir ve laik bir kimliğe büründüğünden bu yana hiçbir savaşa girmemiştir.

Ayrıca, Anadolu’da “nerede birlik” sorusuna verilecek cevabın merkezine İslâm’ı yerleştirmek ve bu cevabın kurumlaştırılması, bölgedeki “nerede birlik” sorusunun da anahtarını oluşturur.

İkincisi, bölgesel iddia taşıyan bir devletin, Batı’dan ithal kavramlarla şekillenmiş değil; Müslüman bir şuurla oluşan bir siyasî vizyonla yol almasıdır. Türkiye, salt bir ulus-devlet olmanın ötesinde, İslâm medeniyetinin güncel taşıyıcısı konumundadır. Bu misyon, dış politikada sergilenen bir refleksle sınırlı kalmayıp; rejime dair bir duruşu da beraberinde getirmelidir.

Üçüncüsü ise, irade ve meşruiyetin yeniden tanımlanmasıdır. Mevcut siyasî sistemin temel zaafı, irade zayıflığı ve temsil bunalımıdır. Oysa İslâmî düzen, ferde sorumluluk; yönetime meşruiyet; topluma ise güven ve aidiyet kazandırır. Bu, rejim ile halk arasında tesis edilen sahici bir hukuk ilişkisine dayanır.

Türkiye’nin yeni bir anayasa sürecine yönelmesi, salt teknik bir metin değişikliği olarak görülmemelidir. Bu adım, tarihî bir yürüyüşün başlangıcı olarak değerlendirilmelidir. Rejim, artık dinle bir mücadele alanı kurmak yerine; dini adaletin kurucu ilkesi olarak benimseyen bir yapıya bürünmek zorundadır.

Bu dönüşüm, yalnızca iç politikaya yön verecek bir hamle olarak kalmaz; Türkiye’nin bölgesel pozisyonunu, ahlâkî duruşunu ve medeniyet iddiasını güçlendirecek köklü bir inkılâba dönüşür. Artık mesele, sadece sistemin nasıl işleyeceğini tartışmak değil; hangi değerler etrafında işleyeceğini konuşma zamanıdır. Ve o değerler, bu toprakların öz suyu olan İslâm ile yeniden can bulabilir.

Savunma Sanayii ve Stratejik Seferberlik

Bir milletin medeniyet yürüyüşü, salt fikirle sınırlı kalmaz; gerektiğinde savunmayla da tahkim edilir. Türkiye, son yıllarda savunma sanayiinde gösterdiği başarılarla tarihî bir eşikte durmaktadır. Ancak teknoloji üretmek ile topyekûn bir stratejik seferberlik başlatmak arasında önemli bir fark vardır. Bugün ihtiyaç duyulan, bu başarıların süreklilik kazanması ve milletin tamamına yayılmış bir seferberlik ruhuna dönüşmesidir.

Stratejik seferberlik, mühimmat ve teknoloji üretiminin ötesine taşar. O aynı zamanda fikrî, ahlâkî ve içtimâî bir hazırlığı da kapsar. Türkiye, kendisine dayatılan bölgesel rollerin sınırlarını aşmak istiyorsa; içeride zihnî bir dönüşüm gerçekleştirmeli ve dışarıda caydırıcı bir kararlılık sergilemelidir.

Öncelik, üretimde sürekliliğin sağlanmasıdır. SİHA’lar, hava savunma sistemleri, deniz platformları ve elektronik harp araçları gibi kritik alanlarda prototipten seri üretime geçiş süreci daha da hızlandırılmalıdır. Bununla birlikte, üretim yalnızca teknik bir faaliyet olarak görülmemeli; stratejik bir vizyonla ele alınmalıdır. Savunma ürünlerinin hangilerinin öncelikli olacağı, hangi senaryoya göre stok yapılacağı gibi kararlar, uzun vadeli bir askerî perspektifle belirlenmelidir.

Sonrasında, toplumu savaş şartlarına hazırlamak gereklidir. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu meydan okumalar yalnızca cephe hattında yaşanmayacak; şehirlerde, mahallelerde ve zihinlerde de kendini gösterecektir. Bu nedenle toplumun tüm katmanları, muhtemel bir savaş veya kriz ortamına yönelik olarak bilinçlendirilmelidir. Sivil savunma eğitimi, medya dili, stratejik sabır ve kararlılık aşılanması bu hazırlığın ayrılmaz parçalarını oluşturur. Milletin tüm fertleri, kendilerini bu büyük yürüyüşün tabiî bir unsuru olarak görmelidir.

Bunun yanı sıra, ihanet odaklarının tasfiyesi ve beka tehditlerinin bertaraf edilmesi zorunludur. Stratejik seferberlik, yalnızca dışa dönük bir hazırlıkla sınırlı kalmaz. Aynı zamanda içeride, devletin en hassas noktalarına kadar sızmış yapıların temizlenmesini de kapsar. FETÖ benzeri odaklar, darbe teşebbüsüyle sınırlı kalmayıp; devletin karar alma süreçlerine yön vermek suretiyle de tehdit oluşturmaktadır. Bu sebeple stratejik hazırlık süreci, aynı zamanda iç güvenlik stratejileriyle desteklenmek durumundadır. Tek bir kesime odaklanmak yerine, burada bahsedilen yeni hüviyete karşı çıkan unsurlar ve işbirlikçiler bütünüyle tasfiye edilmeli ve karar alma ile icra süreçlerinden uzaklaştırılmalıdır.

Stratejik seferberlik, salt bir askerî politika olmanın ötesinde, varlık şuuru anlamına gelir. Türkiye, bu şuuru milletçe benimsediğinde; yalnızca bir coğrafyanın değil, aynı zamanda bir medeniyetin savunucusu olacaktır. Bölgemizde kurulacak yeni denge, ancak böyle sahici bir hazırlığın temeli üzerinde yükselebilir. Kılıç kuşanmadan adaletin sözü tesirini göstermez; milletçe bu şuur kuşanılmadıkça da hiçbir yürüyüş kararlılıkla tamamlanamaz.

İsrail’le Kaçınılmaz Çatışma: Değerlerin ve İstikametlerin Mücadelesi

Tarihin bazı anları vardır ki, yalnızca coğrafî dengeleri değiştirmekle kalmaz; insanlığın istikametini de yeniden tayin eder. Türkiye, işte böyle bir tarihî eşikte durmaktadır. İsrail’in Ortadoğu’da sürdürdüğü sistematik yayılmacılık, salt toprak gaspı olmanın ötesine geçerek; hukuk, ahlâk ve değerler temelinde yürütülen bir medeniyet savaşına dönüşmüştür.

Bugün İsrail’le yaşanacak çatışma, bir tercih olarak görülemez; aksine tarihî bir zorunluluk hâlini almıştır. Bu zorunluluğun merkezinde şu soru yer alır: Türkiye, zalimlerin şekillendirdiği düzene uyarak tarihten silinmeyi mi seçecek; yoksa kendi medeniyet kodlarıyla yeni bir düzen mi kuracaktır?

Eğer Türkiye gerçekten bir merkez olacaksa, bu yalnızca söylemler üzerinden yürüyemez; net ve sahici bir duruşla mümkün hâle gelir. Bu da, gerekirse İsrail’le açık ve şuurlu bir çatışma hattına girmeyi göze almakla başlar. Söz konusu çatışma, salt askerî cephede yürütülen bir mücadele değildir; aynı zamanda adalet, ahlâk ve temsil üzerinden verilen bir varlık mücadelesidir.

Milletlerarası münasebetlerde kalıcı saygı, salt diplomatik nezaketle sağlanamaz; gerektiğinde bedel ödemeyi göze almakla inşa edilir. Türkiye, halkların vicdanında zaten güçlü bir yer edinmiştir. Devletlerin saygısını kazanmak ise, kendi yolunu yürümekten çekinmemekle mümkündür. İsrail’le yaşanacak gerilim, Türkiye’yi yalnızlığa sürüklemez; aksine onu insanlığın vicdanında bir adalet kutbu hâline getirir.

Diplomasi, ancak asgarî bir hukuk duygusuyla işler. Oysa bugün İsrail’in Gazze’de uyguladığı toplu katliamlar, uluslararası hukukun hüküm sürdüğü bir düzeni yansıtmaktan uzaktır; tam aksine kaba gücün geçerli olduğu bir çağı resmetmektedir. Böyle bir çağda etkili olmak, bildiriler yayımlamakla sınırlı kalamaz; cesaret ve caydırıcılık gerektirir.

Türkiye’nin bu dönemde üstleneceği misyon, yalnızca kendi güvenliğine odaklanmakla kalmayacak; bütün ümmet coğrafyasının kaderine yön verecektir. Bu duruş, yeni bir İslâmî siyasî blokun önünü açabilir. Böyle bir blok, etnik veya coğrafî ayrımlar temelinde kurulamaz; İslâm’ın merkezde yer aldığı adalet ve hürriyet fikri üzerine inşa edilmelidir.

Açıkça görülmektedir ki, Türkiye bu meydan okumadan geri durarak bir merkez hâline gelemez. Tarihî yükü kuşanmak, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Herkesle iyi geçinme siyaseti, bir noktadan sonra şahsiyet kaybına yol açar. Oysa bir medeniyet kurmak, risk almayı, direnç göstermeyi ve bedel ödemeyi göze almayı gerektirir.

İsrail’le yaşanacak gerilim, salt bir çatışma olarak kalmaz; aynı zamanda bir yeniden doğuşa kapı aralayabilir. Bu yeniden doğuşun bedeli ne olursa olsun, milletin tarih ve adalet şuuruyla yoğrulan yürüyüşü buna değer.

Asıl mesele artık şudur:

Türkiye bu yürüyüşü göze alacak mıdır?

Sonuç ve Medeniyet Hamlesinin İmkânı

Türkiye, artık tarihin kenarında beklemekle yetinen bir millet olmaktan çıkmış, merkezine doğru yürüyen bir millet hâline gelmiştir. Bu yürüyüşün anlamı, salt coğrafî genişleme ya da ekonomik kalkınmayla sınırlı kalmaz; hakikatle örülmüş bir adalet teklifini içerir.

Türkiye, Gazze’deki mazlumların ahını işitmeden, İran’dan doğan boşluğu hikmetle doldurmadan, PKK sonrası iç barışı adaletle tesis etmeden, Batı’nın dayattığı dizilimi cesurca sarsmadan ve Yahudilerin bölge dizaynını bertaraf etmeden bu yürüyüşünü tamamlayamaz.

Medeniyet yürüyüşünden kastımız, romantik bir nostalji ya da salt teknik bir reform arayışı değildir. Bu yürüyüş, bir varlık beyanıdır. Türkiye’nin tarihî birikimi, coğrafî konumu ve sosyal dokusu; onu yalnızca kendi iç meselelerini çözmeye çağırmakla kalmaz, aynı zamanda insanlığa yeni bir nizam teklif etmeye yöneltir.

Türkiye, rejim değişikliğiyle birlikte; bütün etnik, mezhebî ve sosyal farklılıkları hak ve sorumluluk temelinde bir araya getiren, hepsinin hukukunu koruyan bir sistem inşa etmelidir. Bu sistem, İslâmî adalet fikriyle şekillenmeli ve laiklik adına inançsızlığa sürükleyen bir ideolojinin önünü kapatmalıdır.

PKK sonrası dönemde barış, salt silahların susmasıyla gerçekleşmez; ortak bir aidiyetin yeniden inşasıyla sağlanır. Bu aidiyet, kardeşlik fikrinin yeniden canlandırılması ve hukuk zemininde işler kılınması sayesinde mümkün olur.

Gazze'de, İran'da, Suriye'de ve daha pek çok coğrafyada yaşananlar, Türkiye’nin yalnızca arabuluculuk rolüyle yetinmesini imkânsız kılar; onu aynı zamanda kurucu bir aktör olmaya zorlar. Bu rol, ancak caydırıcı bir askerî güç, bağımsız bir diplomasi ve adalet temelli bir vizyonla yerine getirilebilir.

Sonuç olarak, Türkiye için mesele artık bir tercih konusu olmaktan çıkmış, kaçınılmaz bir zaruret hâline gelmiştir. Fırat ile Nil arasında yeniden kurulacak denge, yalnızca uluslararası ilişkilerde bir pozisyon kazanmak anlamına gelmez; insanlık tarihine yeni bir medeniyet başlığı açmak anlamını taşır.

Ve bu yürüyüşün nihai sorusu şudur:

Türkiye, tarihin çağrısına cevap verecek mi? Yoksa başkalarının yazdığı senaryoların sahnesinde figüran olarak mı kalacak?

Bu sorunun cevabını yalnızca siyasî irade veremez; esas karar, milletin ruhunda mayalanan istikamet duygusundan çıkacaktır.

Tarih beklemiyor. Mazlumlar beklemiyor. Bu topraklar, yeniden bir söz işitmek istiyor. O sözün sahibi artık ortaya çıkmalıdır.

Ve bu söz, yalnızca Türkiye’nin değil, insanlığın kaderine yön verecek bir söz olacaktır. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Adam düştüğü yerden kalkar.”

Aylık Baran Dergisi 41. Sayı, Temmuz 2025