Türkiye’nin nasıl yeni yüzyılına göre siyaseti yeniden şekillendirilmeye çalışılıyorsa ekonomisi de aynı şekilde yeniden kurgulanmalı ve bunun için de en başta rant kapılası sımsıkı kapatılarak işe başlanmalıdır.

Türkiye uzun zamandır ekonominin sancılarıyla boğuşuyor. Bugün yaşadığımız sıkıntılar, yalnızca döviz kurlarının oynaklığı yahut market raflarındaki fiyat artışlarından ibaret değil. Mesele çok daha derin, çok daha köklü. Yanlış siyasetlerin, israf edilmiş kaynakların, adaletsiz düzenlerin ve sosyal yozlaşmanın birleşiminden doğan bir tabloyla karşı karşıyayız.

Devletin ekonomi yönetimi yıllardır günü kurtarmaya odaklanmış durumda. Faizi indirerek enflasyonu düşürme denemeleri, ertesi gün aynı gerekçelerle faiz artırma kararları; dövizi baskılamak için yapılan müdahaleler, rezervlerin eritilmesi… Bütün bunlar, milletin ve yatırımcının güvenini kökten sarstı. Ekonomide öngörülebilirlik kalmadı. Yatırımcı yatırım yapmaya cesaret edemiyor, vatandaş cebindeki paranın yarın neye yeteceğini kestiremiyor.

Uzun yıllardır iktidarda olan Ak Parti’nin siyasette gerçekleştirdiği devrim çapındaki değişim ve dönüşümler nedense bir türlü ekonomide gerçekleşmiyor. Savunma sanayi gibi yeni sektörlerde var olma teşebbüsü stratejik olduğu kadar elbette ekonomik anlamda da kıymetli. Ne var ki Türkiye ekonomisinin esas sorunu yeni sektörlere yatırım yapmaktan çok daha derinlere uzanıyor.

Rantçı Kapitalizm

Serbest piyasa adı altında rantçı kapitalizm vahşi bir şekilde Türkiye’de sergileniyor. Sanayi, ticaret ve hizmet sektörlerinde, arkasına devletin desteğini de alan karteller, fiyat ile mal ve hizmetin keyfiyetini belirleme işi kendi insaflarına kaldığından, vatandaşın iliğini kemiğini sömürüyor. Burada serbest piyasa ile rantiyeci kapitalizm arasındaki farkı biraz izah edersek yerinde olacaktır sanıyoruz. Serbest piyasa mantığının temel esprisi, fiyatı artan bir mal yahut hizmete yönelik yeni arzların gerçekleşmesinin kapısını ardına kadar açık tutmak ve böylelikle sektöre girecek yeni yatırımcılar vasıtasıyla mal ve hizmet kalite ve fiyatlarını sürekli olarak dengeli bir noktada tutmaktır. Rantiyeci kapitalizm için ise, sermayeyi elinde tutan oligarkların, yine ellerinde olan sektörlere dışarıdan yeni müteşebbis girişine, siyaset içindeki ortakları üzerinden hukuk, sahip oldukları bankalar üzerinden finans kaynaklarına erişimi sınırlandırmak gibi enstrümanları işleterek izin vermedikleri ve böylelikle mal niteliği ve fiyatları üzerinde “mutlak” söz sahibi oldukları düzendir diyebiliriz. Türkiye ekonomisi bugün hangi ekonomi fikri üzerinden işliyor siz söyleyin? Sektörlere sürekli yeni giren mal ve hizmetlerle fiyatlar düşüyor, ürün ve mal kalitesi artıyor mu, yoksa tam tersi mi?

Geçenlerde sosyal medyada Emrah Sefa Gürkan’ın rantçılık ile alakalı bir konuşmasına rast geldim. Ondan da bahsetmeden geçmeyeyim. Emrah Sefa Gürkan diyor ki:

“Türkiye’de çok enteresan. Rantçılık tam olarak budur. Arkaya devleti alıyorlar, Türkiye’yi kapatıyorlar, orada bizi kazıklıyorlar. Taksiciler meselâ; Über ile rekabet edeceklerine, bağladılar siyasetçileri, hop, kapattırdılar. Kendileri bizi kazıklamaya, kötü davranmaya, bizi tedirgin etmeye devam ediyorlar. Otel sahipleri, dışarıda bu rezervasyon sitelerinden biri fiyatlar arasındaki farkları falan gösterdi, başa çıkamadılar, hop kapattırdılar. Neymiş, vergi vermiyormuş, ofis açmıyormuş. Yurt dışında çalışan şirketler, oğlum siz de açın burada ofisi de şunların eline bu kozu vermeyin. Yani Türkiye’de bütün sistem, bütün siyasî sistem falan alttan size coşkuyu veriyor, üstte de böyle iş adamları… Hadi işadamını koru; ağır sanayicidir, dünyanın her yerinde devlete sirayet eder, silah endüstrisi, demir çelik, büyük şirketlerdir, lobi yaparlar Amerika’da, değil mi, Big Pharma dediğimiz şey… Oğlum taksici diye lobi grubu nasıl yönetiyor lan bizi? Otel sahipleri işte oturuyor bilmem neyi kapattırıyor, şimdi işte bu günlük Midilli’ye gidiyor herkes, bunun iptal edilmesine falan çalışıyorlar. Yani ülkeden çıkmayalım istiyorlar. Çıkmayalım, kazıklayacak ya. Bu çok enteresan… Bunun mesela siyasete bu kadar kolay erişmesi, çünkü bunlar dediğim gibi bir milyar, beş milyar, 10 milyar dolarlık işletmeler değil, ufak işletmeler, bunlar bile etki edebiliyor, sen birey olarak hiçbir şey yapamadığın gibi kazıklanmanın önü açılıyor, bir de karşılığında şey yapamıyorsun.”

İlk bakışta Uber yahut Booking gibi şirketler yabancı, yurt dışına döviz kaçırıyor diyebilirsiniz. O zaman gerekirse devletin müdahalecilik prensibini işleterek yerli ve millî ikamelerini kurup fiyat dengesinin oluşmasına hizmet etmek gerekmez miydi? Vatandaşının elini kolunu bağlayıp, vahşi hayvanların didiklemesi gibi etinin kemirilmesini seyretmek ve hatta teşvik etmek, devlet mantığıyla uzaktan yakından bağdaşmaz.

Kültür

Senelerdir ezber haline gelmiş bir söylem var; “üretim ve teknolojiye yöneltmemiz gereken sermaye, yıllardır betona gömüldü.” diye. Bir yönüyle doğru, koca şehirler dikildi ama fabrikalar yeterince büyütülmedi; fakat eksik.

Türkiye’nin bir üretim sorunu yok. Aslına bakılacak olursa, bugün yeterli finansman sağlandığı takdirde, çok yüksek teknoloji ve tecrübe gerektiren birkaç ürünü hariç tutarsak, dünyada kimsenin üretemeyeceği bir şey yok. Buna karşılık olarak Türkiye’de kültür noktasında sorunlar var. Bir kere en başta, bizim memlekette, içeride yahut dışarıda satılan yahut sunulan bir ürün yahut hizmetin iyileştirilmesi noktasında bir teşebbüs içine girme kültürü yok. İyileştirme kültürünün olmadığı yerde icatçılıktan zaten bahsetmeye bile lüzum yok. Bizim memleketteki mal yahut hizmet üreticileri, hadiseye yalnız daha ucuza üretmek üzere bakıyor. “Batılı şunu yapmışsa, ben bunun daha iyisini yahut ötesini nasıl yapabilirim değil, onu birkaç sent daha aşağıya nasıl imal edebilirim” sorusundan yola çıkıldığı için tekâmül olmuyor. Batı ne yaptıysa o. Mevcut olanın dışına çıkma fikri, yerine yeni bir şey ortaya koyma fikri bizim müteşebbislerde hiçbir bir karşılık bulmuyor. Çünkü yeni demek, çıkacak yeni sorunlarla boğuşmak, bunlara para ve zaman harcamak demek. Oysa ki bu para ve zaman harcanıp da sorunların çözülmesi esnasında elde edilen, “know-how” denen, tecrübe birikimi zaten bundan sonraki ürün ve hizmet geliştirme süreçlerinin bizatihi sıçrama tahtası oluyor. Ama Batı’nın yaptığı ve sorunlarını da mümkün olduğunca giderdiği mal ve hizmetlerin birer kopyasını yapmak bedava. İlerleme mi?

Gümrük vergileri sınır kapılarını tuttuğu için, keyfiyeti ne olursa olsun, iç piyasaya zaten dayan gitsin. Gümrük vergisi olmasın mı, içerideki üretici korunmasın mı diyeceksiniz belki. İçerideki üretici korunsun da, bunun tek enstrümanı gümrük vergisi mi? Üretici korunmak isteniyorsa önce üretim maliyetlerinin düşürülmesi gerekmez mi? Emtia fiyatları dünyanın neresine gidilirse gidilsin üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı. Geriye emek, vergi, kira, enerji gibi kalemler kalıyor. Devlet, bunların maliyetlerini düşürmeye odaklanmıyor, içerideki fiyatlar ne kadar yüksek olursa, onun üstüne koyup üreticiyi koruyor. Peki ya tüketici? Üretici de aynı zamanda tüketici değil mi? Sonra zincirleme reaksiyon; hepsi bir sonraki fiyat artışının ayrı ayrı vesilesi.

Adalet Duygusunda Meydana Gelen Tahribat

Kamu ihaleleri yoluyla dar bir kesim zengin edilirken toplumun geri kalanında adalet duygusu zedelendi. İnsanların zihnine “çalışarak değil, torpille, rantla bir yerlere gelinebilir” fikri yerleşti. Bu, ekonomik sorunların ötesinde büyük bir sosyal tahribattır. Geçtiğimiz aylarda bir vesileyle Sezen Aksu’nun bütün eserlerinin telif hakkını 18 milyon dolara sattığı haberi düşmüştü. Daha aldığı ilk ihaleyle gidip 30 milyon dolara ev alan iş adamının kazancı bu millete başka ne anlatmalı ki? Bir topluma yapılabilecek en büyük kötülük, o toplumun içindeki namus, şeref, haysiyet sahiblerinin hayallerini ellerinden almaktır. Servet devlet eliyle dağıtıldığı sürece, bunun yolu da keyfiyet yerine sırf bir zümrenin içine türlü rezilliklerle girilmesi olduğu müddetçe başka türlüsü nasıl olabilir ki? Türkiye’de herkes bunu görüyor, mırın kırın da ediyor; fakat CHP’nin kazandığı belediyelerden sonra gelenin gideceği aratma korkusu toplumun harekete geçmesine mâni oluyor. Ne kadar vahim değil mi? İki kötü arasından daha az kötü olanı tercih etmek zorunda bırakılan bir millet. Yazık.

Kontrol Dışı Faktörler

Yukarıda bahsettiğimiz beceriksizlikler ve kötü niyetlere ilaveten bir de kontrol dışında gelişen hadiseler var. Bundan beş sene önce yaşanan pandemi, deprem ve sel gibi ardı arkası kesilmez felaketler ve bölgemizde cereyan eden ve bizi de artık iyiden iyiye tehdit eden savaşlar.

Kahramanmaraş-Hatay depremleri mesela. On binlerce insanı toprağa gömdüğümüz bu büyük felaketin yaraları hâlâ sarılamadı. Yıkılan şehirlerin yeniden ayağa kalkması için gereken kaynak, zaten zayıf olan bütçeye daha fazla yük bindirdi. Üretim kapasitesi azaldı, işsizlik arttı. Bu da ekonominin yükünü daha da ağırlaştırdı.

Bölgedeki savaşları da unutamayız. Milyonlarca göçmen geldi, enerji fiyatları dalgalandı, ihracat yolları kesildi. Global piyasalardaki faiz artışları da Türkiye gibi dış borca bağımlı ülkeleri sıkıştırdı. Yani sadece içerideki felâketler değil, dış dünyanın fırtınaları, zaten çatırdayan gemimizi daha çok salladı.

Faiz ve Vergi

Bir de faiz meselesi var. Faiz ya da başka bir ekonomik araç, ekonomilerde kendi başına mesele değildir. Ekonominin esas meselesi, paranın deveranıdır. Para tıpkı insanın kanı gibidir; dolaşmazsa hayat durur. Türkiye’de bu dolaşım neredeyse kesildi. Yatırımlar erteleniyor, ticaret zayıflıyor. Mehmet Şimşek Efendi, “kimse alışveriş yapmazsa fiyatlar düşer” sanıyor; fakat kimse alışveriş yapmadığı için üretici yahut satıcının can havliyle mal yahut hizmetinin fiyatını düşürmek zorunda kalması enflasyonla mücadele değil, piyasayı öldürmektir. Kan akışı yavaşlarsa düşük tansiyon, tamamen durursa kalp krizi olur. İşte Türkiye ekonomisi de böylesi bir riskin eşiğinde.

Vergi düzeni de ayrı bir yara. Türkiye’de gelirden çok harcamadan vergi alınıyor. Bu da yoksulu daha da yoksullaştırıyor. Benzin alan Ali Koç ile emekli Ahmet amca aynı oranda vergi ödüyor. Ali Koç’un umursamayacağı bu yük, Ahmet amcanın ömründen ömür çalıyor. Bunun neresi adalet? Sadece benzinde mi? Otomobilden tutun da sigaraya kadar herkes Ali Koç ile yahut Mehmet Cengiz ile aynı vergiyi ödüyor. Hatta onlar gider gösteriyor, hiç vergi vermiyorlar, bir tek biz veriyoruz. Böyle saçmalık olur mu? Sermayeden yeterince vergi alınmazken, fakirin cebindeki üç kuruşa göz dikilmiş durumda. Mehmet Şimşek aklını başına almalı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti için gerek stratejik, gerekse olağanüstü afet ve bunun gibi sebeplerle ek bir kaynak ihtiyacı hasıl olmuşsa, para kimdeyse ona gideceksin kardeşim. Kimse serbest piyasa martavalı okumasın. Kazanırken rantçı kapitalist piyasa, vergi verirken serbest piyasa kuralları. Yok ya.

Kültürel ve Ahlâkî Yozlaşma

Rant kapılarından köşeyi dönenler, kara para aklayanlar, adlî suçlar üzerinden yüksek gelir elde edenler ve dijital fahişeler toplumun adalet duygusunu kökünden yıktı. İnsanlar, başkasını kazıklamadan ayakta kalamayacağını düşünür hâle geldi. Bir dükkânın kirası fahiş şekilde artınca, orada satılan mallar pahalandı. O malları alan bir başka esnaf kendi ürününe zam yaptı. Zincirleme bir şekilde herkes herkesin sırtına binmeye başladı. Bu, sadece fiyat artışı değil, sosyal güvenin çöküşüdür. Devlet eliyle sırtımıza bindirilen bir sermaye sınıfı zaten var. Aşağıda da en altta kalanın canı çıksın oynanıyor.

Toplumun bir başka zaafı ise hayallerimizle gerçeklerimiz arasındaki uçurum. Herkes Avrupa’daki, Amerika’daki hayatı yaşamak istiyor. Lüks evler, arabalar, tatiller… Fakat bu hayali kurarken kimse o hayatların arkasındaki ağır çalışma kültürünü görmek istemiyor. Ne fizikî işlerde çalışmak isteyen var ne de zihnî işlerde gayret eden. Çoğu insan sadece tüketmek istiyor. Tabiî şartlarda bir kişinin yapması gereken işin gerçekleşmesi için kurumsal işletmeler dört, beş kişi istihdam etmek zorunda kalıyor. Bir yandan emek zayi oluyor, diğer yandan ise maliyetlere ek yük biniyor.

Kanaatkârlık, rıza, sabır gibi kavramlar neredeyse unutuldu. Bu, köklü bir kültürel ve ahlakî yozlaşmadır. Şurada daha 80’li, 90’lı yıllarda toplum içinde muteber olan namuslu, ahlâklı, şerefli, haysiyetli, izzetli, kanaatkâr insan tipiydi. İdealize edilen, övülen, beğenilen kişi oydu. Birinin böyle hasletleri dolayısıyla anıldığını işitmeye hasret kaldık. Varsa yoksa falancanın şusu var, filancanın busu var. Bu kadar kısa zamanda böylesi bir yozlaşmanın nasıl yaşandığının akademik olarak incelenmesi gerekir.

Herkes milyarlarca fakirin yaşadığı bir dünyada birkaç milyon zenginin hayatını örnek almakla meşgul. Böyle bir bakış açısı hâkim olduğu sürece memlekette huzur da adalet de mümkün değil.

Türkiye’nin ekonomik çıkmazı sadece teknik meselelerden ibaret değildir. Faiz, kur, enflasyon elbette önemlidir ama esas mesele adaletin tesisi, emeğin kıymet bulması ve toplumun yeniden üretim kültürüne dönmesidir. Rant kapıları kapatılmadıkça, vergi adaleti sağlanmadıkça, herkesin hakkını aldığı bir düzen kurulmadıkça hiçbir ekonomik reçete çare olmayacaktır.

Yeni Türkiye ise Ekonomisi Neden Eski

Başta da demiştik, savunma sanayisi sektörüne yönelerek buradan hem stratejik hem ekonomik kazanç elde etmek doğru bir yaklaşım; fakat bu Türkiye ekonomisinde bir değişim yaşandığı anlamına gelmiyor. Yazının başından beri ele almaya çalıştığımız üzere servetin devlet eliyle dağıtılmasından başlayarak, toplumun kendi içinde idealize ettiği insan tipine kadar bizim ekonominin çerçevesini de aşan bir devlet, toplum ve fert problemimiz var. Bu problem de yeni sektörlerden kazanç sağlamakla değil, yeni bir anlayışın hâkim kılınmasıyla ancak çözüme kavuşabilir. Her zaman dediğimiz gibi, bugün bozulmuş bile olsa her toplumun biz jenisi/özü vardır. Bizim toplumumuzun kültürünün özünü de İslâm teşkil eder.

Unutulmamalıdır ki, toplumda adalet ve güven duygusunun zedelenmesi, fert-toplum-devlet arasındaki aidiyet münasebetini tahrip eder. Bencilliğin ne raddeye vardığını artık aleni bir şekilde her alanda görüyoruz. Dolayısıyla Batıcı, Kemalist yahut diğer ıvır zıvır sokma fikirlerin yahut yalnız belli başlı zümrelerin menfaatine işleyen anlayışların terk edilerek, mutlak adaletin yegâne kaynağı İslâmî bir anlayışın hâkim kılınması, Türkiye için yalnız iki şık arasından birini tercih değil, bir varlık yokluk meselesi halini almış bulunmaktadır.

Biz de buradan yola çıkarak diyoruz ki, Türkiye’nin nasıl yeni yüzyılına göre siyaseti yeniden şekillendirilmeye çalışılıyorsa ekonomisi de aynı şekilde yeniden kurgulanmalı ve bunun için de en başta rant kapılası sımsıkı kapatılarak işe başlanmalıdır. Hele ki şu sıralar ufkun dört bir tarafında savaş davulları çalarken, bunun hazırlığı için ihtiyaç duyulan kaynağın sağlanması için, senelerdir bu rant üzerinden zengin olanların kapıları çalınabilir, çalınmalıdır ve hatta toplumun ruhunda kanayan yaraya merhem olması adına onların ibretlik bir hâle getirilmeleri de masadaki seçenekler arasında bulunmalıdır.

Aylık Baran Dergisi 43. Sayı Eylül 2025