İslâm dünyasında kâğıda büyük bir önem verildiğini sadece yerli kaynaklardan değil, yabancı ilim adamlarının eserlerinden de öğreniyoruz. Mesela bunlardan biri olan ünlü İngiliz tarihçisi Wels, “Cihan Tarihi’nin Umûmi Hatları” isimli eserinin üçüncü cildinde şöyle diyor:

“Kâğıt, insan rûhuna hürriyet vermiştir. Şark’tan kâğıt ithal edilmesi, uzun zamandan beri devam eden basın ve yayım faaliyetlerine hız vermiştir.”

Araplar 751 yılında Çinli savaş esirlerini Semerkant’a yerleştirirler. Bir sanat icrâsı sûretiyle para kazanarak, hürriyetlerini satın alma imkânı kendilerine verilince kâğıt îmalinde ihtisas sahibi olan bu kölelerden bir kısmı, kâğıt fabrikasının inşaatında çalışırlar. Böylece Semerkant’ta canlı bir kâğıt endüstrisi gelişir. Keten ve pamuk elyafından zarif, beyaz kâğıtlar imâl edilir. Kâğıtlar buradan hareket etmek sûretiyle devleti istilâ ederler. Ve ilk zaferlerini devletin merkezi olan Bağdat’da kutlarlar. Yazı yazmasını bilmeyen Batı aradan asırlar geçtikten sonra ilk defa onu ithal etme, arkasından husûsi imâlâta geçme ihtiyacı duyunca kâğıt, Bağdat’da fikren yükselen uyanık İslâm medeniyetinin bir şeref sayfası olur.

Halife el- Mansur (754-755) bürolarda, akademi ve resmî dairelerde bilginlerin, musahhihlerle tüccarların fazlaca kullandıkları yeni kırtasiyenin devlet bütçesi yönünden ehemmiyetini derhal kavrar. Bu hammadde, kâğıtçılığı Mısır’dan yapılan ithalat ile sağlanan papirüsten kurtarabilecektir. Halife, resmî dairelerde artık papirüsün kullanılmasını yasaklar. Bundan sonra sadece ucuz kâğıda yazı yazılmasını emreder. Yeni kırtasiyenin büyük ehemmiyeti karşısında oğlu Harun Reşid’in hükümranlığı zamanında vezir Yahya bin Fadıl Bermekî, 794’de Bağdad’da ilk kâğıt fabrikasını kürar. Kâğıt endüstrisi kendi zafer alayını, Şam ve Trablus’taki kâğıt fabrikalarıyla, Suriye’den başlayarak Filistin ve Mısır üzerinden Batı’ya doğru Tunus, Fas ve İspanya’ya ulaştırır. Batı, nihayet kültürün en mühim yapı taşlarından birini, zihnî hayatın emsalsiz kirişi olan bu faydalı maddeyi, Sicilya ve Endülüs Araplarından öğrenir.

Alman asıllı hanım yazar Dr. Sigrid Hunke “Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi” isimli eserinde kâğıdın önemini ve serencâmını işte böyle anlatıyor.

Ahmak fil ABD, Orta Doğu’da güdülmeye devam ediyor Ahmak fil ABD, Orta Doğu’da güdülmeye devam ediyor

Başta kitaplar olmak üzere, yazılı her türlü malzemenin esasını teşkil eden kâğıt, Doğu’da büyük bir itibar gördü. İslâm dünyasında kâğıda duyulan bu olağanüstü ilgi, onunla ilgili bir hayli menkıbenin de ortaya çıkmasına vesile oldu. İşte bir örnek: Büyük mezhep imamımız İmam-ı Âzam Ebû Hanife hazretleri – bilindiği üzere – Bağdad’da ikâmet ediyordu. Merhum Ali Rıza Sağman’ın kitaplarından birinde kaydedildiğine göre, bu büyük âlim geceleri yatarken ayaklarını Basra’ya doğru uzatmazmış. Şundan dolayı ki, o devirde bu şehirde kâğıt imâlâthânesi varmış.

Kâğıda, sadece selüloz kokusuyla mest olan bilginler değil, okur yazar olmayan ümmiler bile gerekli saygıyı gösteriyorlardı. Bu gelenek -kısmen olsa bile- günümüzde de devam ediyor. Gayet iyi hatırlıyorum, köyümüzün yaşlıları nerede bir kâğıt parçası görseler onu hemen ayak altından alıyorlar, katlayıp duvar deliklerinden birine yerleştiriyorlardı.

Esefle belirtelim ki, bugün birçok kalem sahibi, anlı şanlı yazarlar, hatta bazı kütüphaneciler bile böyle bir hassasiyete sahip değiller. Kitaplarını üst üste koyup da üzerine oturan çok kimse görmüşümdür. Kitabı bir yana bırakalım, boş kâğıt yığınlarına bile böyle bir saygısızlık gösterilmemelidir.

Kâğıda saygı göstermek yetmez, onu israf etmemek, ona zarar vermemek de hassasiyetin gereğidir. Kâğıt israfına verilecek örnekleri sıralayacak olursak bu yazı uzayıp gider, öyleyse iki misalle yetinelim. Gazetelerin çıplak kadın resimleriyle, dedikodu haberleriyle kirletilen magazin ekleri tam bir kâğıt israfıdır. Keza binbir zahmetle elde edilen kâğıtları “telifat” nâmındaki “telefat”a harcamak da bir başka “savurganlıktır” diyebiliriz.

Reşad Ekrem Koçu 12 Ekim 1950 tarihli Büyük Doğu’da “Sadece Kâğıt Zaviyesinden Dün ve Bugün” başlığıyla yayımladığı bir yazıda bu konuyu şöyle işliyor:

“Atalarımızın en güzel itiyatları: Bir kâğıt parçası gördüler mi, eğilip ayak altından alırlar, bir duvar kovuğuna sokarlardı.

Tefekkür ve bilgi hazinesinin kasaları kâğıttandır. Bir kırpıntısının bile büyük hürmete lâyık kıymeti vardır. Türk lügatinde ‘Helvacı Kâğıdı’, ‘Bakkal Kâğıdı’ kelimeleri vardır. Basılmış kitap, mecmûa ve gazetelerin okkaya verilip satılması, bu kâğıtlara çeşitli eşya ve erzak konulup sarılması fikir eserine hürmetsizliktir ve bugün imparatorluğun inhitat asrından kalmış kötü şeylerden biri olarak devam etmektedir. Gazete ve mecmua koleksiyonlarını, yeni ve eski birçok kitapları okkacılık mahvediyor. Ben, içinden türlü şeyler çıkardığım kese kâğıtlarının, nadide gazete nüshalarından, bugün bir takım yüksek paralarla bulunamayan kitaplardan yapılmış olduğuna rastlamışımdır. (Ben de bir Kur’ân sayfalarının kese kâğıdı hâline getirildiğini Kadıköy’deki bir sahafta görmüşümdür.)

Temiz ve asil hürmet ananelerini, bozgun devrinin perişanlığı ve felâketi içinde unutulan talihsiz bir neslin devam edegelen bu terbiye hatasını düzeltmek, Türkiye maarifi için birkaç senelik bir iştir. Sokakta, evde, hatta mektepte, hatta kitapçı dükkânında yazılı kâğıda hürmet eden bir neslin yetiştirilmesi lâzımdır.

Kâğıda hürmet edilen devirlerde, ecdadımız kullandıkları kâğıtlara ‘Sultânî’, ‘Âbâdî’, ‘İstanbul Tabağı’ ‘Eser-i Cedit’ gibi isimler vermişti. Bunlardan ilk üçü çok eskidir. On altıncı asırdan beri kullanılagelmiştir. On yedinci asır ortasında, Sultan İbrahim devrinde tanzim edilmiş bir narh defterinde isimlerine rastlıyoruz. Evliya Çelebi de İstanbul’un kâğıtçı esnafından şöyle bahsediyor:

‘Kâğıtçılar esnafı 200 dükkân, 205 neferdir. Pirleri Peygamberimiz’in amcası Hazreti Abbas’tır. Esnaf alaylarında, arabaların üzerinde, dükkânlarını İstanbul tabağı kâğıtlarla süsleyip cümlesi beyaz kâğıt ferace, hırka giyip kâğıttan sarık ve yine kâğıttan gûnagûn (çeşit çeşit) külâhlarla süslenirler. Dükkânlarında kâğıt mihreleyüb pürsilâh geçerler.’

Türkiye’de kâğıtçılığın ilk parlak inkişâfı, büyük vezir Nevşehirli İbrahim Paşa’nın devrinde olmuştu. Bir taraftan İbrahim Müteferrika’nın ilk Türk matbaası kurulurken, Yalakâbad (Yalova) kasabasında da bir kâğıthâne açılmıştı. Bu Kâğıthâne’nin hizmetinde bulunacak civar köyler halkı da bazı vergilerden muaf tutulmuşlardı. İbrahim Müteferrika’nın bastığı kitaplar hem baskı sanatı, hem kâğıt nefâseti bakımından asrının en üstün eserleridir.

‘Temiz kâğıdı’ gibi tertemiz bir terkip, karakollarımızla mahkemelerimizde iyi hal varakası ve beratnâme yerine hâlâ kullanılıyor. ‘Kâğıt gibi’ sözü de insan yüzünün dalgasız bir denize benzetilmesidir. Ve nihayet Kâğıthâne, İstanbul’un namlı bir mesiresidir. Halk ağzında biraz pelteleşmiş Kâhtâne olmuştur.

Sadece kâğıt zâviyesinden dün ile bugünü mukayese edecek olursanız ‘hiç’e benzeyen bir unsur üzerinde ‘hep’in farkını ve ruhunu anlarsınız.”

Dağlarda kar kalmadı

Gözlerde fer kalmadı

Daha yazacak idim

Kâğıtta yer kalmadı.

Dursun Gürlek, Yeni Şafak