Modern sanatın büyük ustaları gibi; kendisini ilahî bir konuma yerleştirip, her şey akılla kavranabileceği tezinden hareketle, kendi metafiziğini yaratma arayışına giren sanatçının eline geçecek olansa, sadece ham bir hayaldir! Eserden hareketle “müessir”e ulaşamayan sanatçının ilham, idrâk ve keşif yolları kapalı demektir. Eserleri, nankörlüğün nişanesi olmaktan öte bir anlam taşımaz.

Ferd, içine doğduğu “çevre”nin insanıdır. Çevresini, dünya görüşüne, varlık ve kâinat anlayışına uygun bir biçimde değiştirir, dönüştürür ve yeniden düzenler. Hayatı, sanatın içinden yaşayabildiği nisbette de arınır, yenilenir ve teslimiyeti güzelleşir. Düşünceyi, tutkuyu kelimelerde, biçimlerde yakalama ve yansıtma istidadı kazanır. Elindeki malzemeyi yoğurur biçimlendirir, kalıba döker ve yeni bir dile dönüştürür. Sanat eserini anlamak da bu dili anlamakla mümkün olur. Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde; “Yeryüzü size mescit kılınmıştır.” buyuruyor. Dolayısıyla, Hakk’ın kendisine ibadet etsin diye yarattığı insan, Allah’ın en güzel bir biçimde yarattığı ve bir ibadethane olarak düzenlendiği yeryüzünü temiz tutmak, çevresini insanın rahat ve huzur bulacağı bir biçimde düzenlemek, eşyayı yerli yerine koymakla mükelleftir. Ancak bu kolay bir iş değildir. Bir eğitim, şuur ve kültür meselesidir. Hayatın her alanıyla estetik bir bağ kurmayı, stil sahibi olmayı ilzam eder. Gerçekten de İslâm kültürü bu anlayış çerçevesinde bir sanat-zanaat geliştirmiş, tabiattaki âhenk ve birliği, huzur ve sükûnu, belli bir form ve üslûb içinde mekâna taşımış, eserler üretmiştir. Sanatkârın varlık ve hayata ilişkin tasavvurunu yansıtan, her biri eşsiz bir zevkin numunesi bu eserler, İslâmî kültürün biçimlendirdiği bir toplumun iç âlem düzenindeki âhenk, seziş, bilgi ve tecrübeden neş’et eden bir mesaj bütünlüğü içerirler. İslâmî bir dünya görüşünü ve bu görüşe sahip insanların ruh dünyasını en güzel bir biçimde yansıtırlar. Dolayısıyla İslâm sanatını, İslâm’ın tevhid ve tenzih anlayışından tecrid ederek kavramaya çalışmak, tenkide ve tahlile tâbi tutmak yanlıştır. Zira sanatların en yücesi Allah’ı aramaktır. Zat-ı İlahî ise mutlak olarak bilinemezlik içindedir. Sanatçı, bu yüce sanatın ilkelerinin bilgisine ulaştığı nisbetde tüm sanatların ilkelerinin bilgisine de ulaşacak, gerçek bir sanatkâr olacaktır. Modern sanatın büyük ustaları gibi; kendisini ilahî bir konuma yerleştirip, her şey akılla kavranabileceği tezinden hareketle, kendi metafiziğini yaratma arayışına giren sanatçının eline geçecek olansa, sadece ham bir hayaldir! Eserden hareketle “müessir”e ulaşamayan sanatçının ilham, idrâk ve keşif yolları kapalı demektir. Eserleri, nankörlüğün nişanesi olmaktan öte bir anlam taşımaz.

Maziye bağlılık şuurunu yitirdiğimiz, geçmişin mânâ ve kültür âlemine ait kurallar bütününden koptuğumuz, modernin içinden gelenek çıkarmaya soyunduğumuz Batı dışı modernleşme sürecimiz, böyle bir süreçtir. Bu devşirme kültür süreciyle birlikte, peyderpey İslâm’ı ihsan veçhesiyle algılama, hayatı estetiğin içinden yaşama imkânını da, istidadını da yitirdik! Kafalarımız değişti... Değişen kafalar, sanatın ruhu olan sûretleri (form) kendine göre şekillendirdi. Batı tarzı görselliğin tuzağına düşen, sanal bir âleme sürüklenen zihin, temaşa zevkini ve iç ahengini yitirdi. İdeal güzelliği estetik boyutuyla yansıtan “muhsinler”den olmak varken, moderni ve muhafazakârıyla, hiçbir estetik kaygısı olmayan, iticiliğini hassasiyetine vehmeden, son derece rahatsız edici bir insan modeli çıktı ortaya. Eşya ile ilgisi kopan sanatkârımız sanatını kaybederken, sanatın beslendiği ana kaynak da kurudu. Birkaç büyük istisna dışında, sanat ve düşünce dünyamızda ortaya konulanların neredeyse tamamı ruh ve yaratıcılıktan mahrum… Sanatın ruhtan ruha yol bulan bir fikir, his ve kıymet alışverişi olduğunu unuttuk. Sanat, formunu da fonksiyonunu da yitirdi. Oysa sanatkârın ulaştığı form mükemmeliyeti, sanat eserlerimize harikulâdeliğini veren aslî unsurdu. Şuursuzluk, teknolojiye duyduğumuz büyük hayranlık, gözümüzü kör etti. Ortamı boş bulan kapitalizm, kötüyü yüzlerce kez teksir ederek piyasanın hâkimi oldu. Hiçbir ahlâkî keyfiyet belirtmeyen, neye doğru ve kimin için olduğu belli olmayan organize bir “ilerleme”nin peşinde maddî bir gelişme yakalamış olsak da, insanımızın iç dünyası, huzur ve sükûnu aynı nisbetde gelişmedi. Etrafımızdaki eşya artıkça, biz eksildik! Bir zamanlar yuva olan evlerimiz, şimdilerde, hiçbir güzellik üretmeyen, hayatı emen bir “yaşama-yabancılaşma” makinesine dönüştü. İçlerine bir türlü sığamadık. Dahası, hiç yerleşemedik! Tıpkı jeolojik hâdiselerde olduğu gibi, tabiattaki gerilim, tek tek nesnelerin içinden geçerek, temas ettiği her şeyi nasıl huzursuz kılıyorsa, başkalarından çalınmış hayatlar üzerine kurduğumuz bir dünyanın biriktirdiği olumsuz enerji de, ferdlere sirayet ederek tüm toplumu huzursuz kıldı. Korku, kaygı, sığınma ihtiyacı post-modern dönemin hayatına da, sanatına da binmiş durumda!

İnsanın talihsizliği, yaradılışı hilafına davranmasında yatar. Allah’a ait olduğunu unutan modern dünyanın insanı da aynen böyle davrandı. Kul olmanın şuuruna varmak yerine, Tanrı rolüne soyundu. “Mü’min gözlerdeki nur”dan mahrum olduğu için, hiçbir delil ona fayda vermedi; teslimiyetin mutluluğuna ve sırrına eremedi. Oysa Allah ile insan arasındaki ilişki, bir ibadet ilişkisidir. Abdülkâdir Geylânî Hazretlerinin bildirdiğine göre; “ibadet sanattır.” Sanat ise biçimlendirilmiş zamandır. Dahası, Allah, inancın gıdası olan amellerin suretlerini inşa etmeyi mü’minlere emretmiştir. Dolayısıyla Müslüman, sanatkârane davranmak, bütün bir hayatı sanat faaliyetine dönüştürmekle yükümlü olandır. Ve bu hâl, imanın ileri bir derecesidir. Bu sebeple de Peygamberlerin ve sıddıkların makamı olarak görülmüştür. Zira bu makamda zevken idrak tamdır. İmam-ı Gazzâlî Hazretlerinin buyurduğu gibi; “tamamlık arz eden estetik bir tecrübede ilim vardır, hâl vardır ve ef’âl vardır.” Dolayısıyla, bu hali kuşanmadan yapılan ibadet, ibadet edenin tabiatının hicabı altında kalır ki, ruhsuz biçimcilikten ibarettir, zevk hâsıl etmez. Zira iman, bedîî olanla bedîhî bir ilişki içindedir ve ancak ahlâkî ve estetik bir düzeyle tezahür etmekle güzelleşir; biz de lâtifin kesifte seyrine şahitlik ederiz… Ve bu hâl tüm letafet ve zarafetiyle ef’âle yansır. Ancak iman-ihsan alâkasını ve bunların her şeyden daha zarif diyalektiğini dikkate almadığınız zaman, iyi, doğru ve güzelden zevk alıp bunları ruhunuza katmanız imkânsızdır. Çünkü fiillerde esas, sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. Sahih bir kurala dayanmayan her söz ve davranış ise değersizdir. Zira “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur.” Beline eşsiz hakikati kuşanmayan güzel, çirkinin yokluğundaki güzeldir. Dolayısıyla İslâm’a muhatap anlayışı temin edecek zihnî bir birikime sahip olmadan, İslâmî zevki yansıtan eserler ortaya koymak, hâl sahibi olmak, hâli ef’âla giydirmek zor, hatta imkânsızdır.

İslâm dünyasının ortak hafızasını, dolayısıyla da ortak kültürünü şekillendiren ana yapı, mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’dir. İslâm sanatı, bu yapının belirlediği bir tevhid ve tenzih ilkesi temeline oturur. Gaye, bir ve her şeyden münezzeh olan Hakk’ı âlemin Rabb’i olarak tanımaktır. Ancak “var olanın görünebilmesi için varlığın açılması gerekir.” Böyle bir bilgi ise önce âlemi tanımakla mümkün olabilir. Zira hayatın kökeni sırdır ve İslâmî sanatların, suretlerde tecelliye gelmeyen mânânın taşıyıcısı olmak, sürekli yenilenen yaradılışı yeniden temsil gibi bir misyonu vardır.  İslâmî şuurun önemi ve sanatkârın vizyonu da burada ortaya çıkar. “Allah her ân bir şe’ndedir.” ve “âlemde her bir şey Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharıdır.” Sır idraki güzellik idrakidir ve güzellik, bu tecellilerin aslî niteliğidir. İslâmî sanatın tüm dallarında, şuurlu bir biçimde gözetilen asıl gaye bu güzelliği ortaya çıkarmaktır. Peygamberimiz bir hadis-i şerifinde, “Allah her şeyde ihsanı farz kıldı.” buyuruyor. İhsanı da “Allah’a, âdeta O’nu görüyormuş gibi kullukta bulunmak.” olarak tanımlıyor. Dolayısıyla Müslüman olan bir kimse, kul olmanın bilincine vardığı nisbetde teslimiyeti güzelleşecek, teslimiyetinin güzelliği nisbetinde de imanı güzelleşip görünür hale gelecektir. Bu süreçte güzellik baş semboldür. Ve güzelliğin, dinî hakikatlerin izharında, tüm dünyayı bir anda gözlerimizin önüne sermek gibi bir özelliği vardır. Sır idrâki içinde, formdan düşünceye ve tutkuya ilerleyen gerçek sanatçı, imgeyi, temsil ettiği objeden koparıp, “model” yerine “vesile”de temsile yönelirken, üslûplaştırma ve tecrid kabiliyeti nisbetinde de işaretten işaret edilene doğru yürüyecektir. Varlık mertebelerinde yükseldikçe mesafeler kısalacak, bilinenden bilgiye, kesretten vahdete ulaşma yolunda ciddi bir mesafe katedecektir. Meseleye, İbda Mimarı’nın “resim redd kökündendir.” tesbitinin tedai ettirdikleri sadedinde bakarsak; İlâhî olanın ebediliğini ve ifade edilemezliğini madde halinde dışa vuran zihin, tecrid ve stilizasyonunda (eşyayı hükümlerinden soyma) ‘redd’ini o raddeye vardırmalı ki, sanatkârın ruhundan eserine üflediği son nefes, “Lâ ilâhe illallah” olarak çıksın!

Aylık Dergisi 155. Sayı, Temmuz 2017