1. Bölüm


 Nasılsınız Yavuz Bey?
Sevgili peygamberimiz buyuruyor ki “haline şükretmeyen mesut olamaz” bu bakımdan ben katiyen durumlardan şikâyetçi değilim. Allah bugünümüzü aratmasın.
Öncelikle rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu hakkında konuşmak istiyoruz. Onun hakkında bir kitabınız da bulunuyor.
Muhsin Yazıcıoğlu ile biz aynı memleketin çocuklarıyız. Sivas toprağına o da benim gibi çıplak ayaklarıyla bastı. Benim çok aziz dostlarımdan birisiydi. Elbette onun vefatı Türk siyasî hayatı bakımdan çok büyük bir kayıptır. O bakımdan vefatından sonra ben üzerime düşen kardeşlik vazifesini yerine getirmek istedim ve onunla ilgili yazılanları bir kitapta topladım. Çünkü bizim milletimizin Muhsin Yazıcıoğlu gibi kimselere ihtiyacı. Balzac’ın bir sözünü çeşitli vesilelerle tekrarlıyorum “millet kahramanlarıyla yaşar, milleti yaşatan kahramanlarıdır” diyor. Bu çok doğru bir tesbit. Muhsin Yazıcıoğlu bizim milletimizin kahramanlarındandır. Bizim bir yanlış anlayışımız var. Biz kahraman diye söyleyince cephelere koşan, kan döken insan düşünüyoruz. Elbette savaş zamanında vatan topraklarını müdafaa etmek mecburiyetindeyiz. Bunun ikinci bir seçeneği yok; ama barış zamanlarında da bizim yapmakla mükellef olduğumuz görevler var. Devlete, millete, kültür değerlerine sahip çıkmak kahramanca yaşamak demektir. Ben bu açıdan konuya bakarak, Muhsin Yazıcıoğlu’nu kahramanlarımızdan görüyorum ve onun gibi insanların çoğalmasını istiyorum. Çalışmamın sebeplerinin başında bu var.
Muhsin Yazıcıoğlu’na suikast mı yapıldı?
Ben bir zamanlar bu suikast meselesine inanmıyordum ve bunu bir kaza olarak görüyordum; fakat hadiseler geliştikçe, bazı şeyler ortaya çıktıkça benim de düşüncem değişti. Bunların başında şu geliyor, köylüler helikopterin düştüğü yeri biliyor, resmi makamlar bulamıyor, böyle bir saçmalık olur mu? Mesela gazetelerden okuyorum, helikopterde bulunması gereken bir takım cihazları birileri alıp götürüyor, niçin götürüyorlar bunları anlamak mümkün değil. Muhsin Yazıcıoğlu bizim siyasî hayatımızda geniş bir yelpazeye hükmeden ve tesir eden birisi değildi. Onu destekleyenler çok değildi bu sebeple o öldükten sonra oylardan bir parti istifade edebilir düşüncesinde değilim.
Sevilen bir insandı ama...
Belirli cephelerde yakınları vardı. Muhsin Yazıcıoğlu’nun suikaste kurban gitmesi bir takım kişileri rahatsız edebilirdi.
Kim yapmış olabilir? Mesela “Avrupa Gladyosu” diye bir iddia atıldı ortaya…
Söylemek istediğinizi anladım. Bakın biz 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi ile geldik ve Anadolu topraklarına girdik. O günden bugüne kadar Doğu ve Batı dünyası bizi bu topraklardan atabilmek için ciddi faaliyetler içerisindedir. Bu münasebetle Türkiye’yi bölmek için yüz program hazırlanmıştır. Bunlar Fransa’da Sorbonne Üniversitesi’nde Cuara isimli bir Romen Diplomatı tarafından ortaya koyulmuştur ve Cuara’ya tarih doktoru unvanı verilmiştir. Bunları bilmemek en büyük cehalettir. O bakımdan Batı dünyası her meseleyle bizi bulandırmak, bizi çökertmek, bizi birbirimize düşürmek için her fırsattan istifade ediyor. Bugün PKK meselesi Batı dünyasının bir oyunudur. İnsanlarımız düşman haline getirilmiştir. Bazı hadiselerin altında Batı’nın parmağı var. Muhsin Yazıcıoğlu’nun uçağının düşürülmesinde Batı’nın da bir parmağı olabilir, buna hayır diyemiyorum. Ama bu konuda kesin bir bilgiye sahip değilim. Devletin bu konuda tesbit etmiş olduğu dokümanları ortaya koyması icab ediyor.
Muhsin Yazıcıoğlu’nun nasıl bir misyonu vardı? Nasıl görünüyordu?
Muhsin Yazıcıoğlu, bizim kültür değerlerimize son derece bağlı olan, İslâm’ın emrettiği şekilde politika yapmaya çalışan biriydi.
Partisiyle sınırlanacak biri değildi herhâlde?
O bir partiyle sınırlandırılamaz, bir Müslüman Türk aydınının taşıması gereken özellikleri taşıyordu. O bakımdan Muhsin Yazıcıoğlu konuşmalarında alevîleri millet anlayışımız dışında tutmuyordu. Kürtleri dışarıda tutmuyordu. Anadolu’da yaşayan bütün insanlara kucak açıyordu. Doğrusu budur. Bölmeden bütünleştirmeyi düşünüyordu. Bütün konuşmalarımda bunu belirtiyorum. Bir ırkçı çizgi içerisinde değildi. Elbette Türk’ü seviyordu, milletin meydana gelmesinde kesinlikle ırkı birinci planda tutmuyordu.
Abdülhâkim Arvasî hazretlerinin bir sözü var Türkler hakkında. Siz de bir yazınızda mevzu etmiştiniz.
“Ben seyyidim” diyor, yani “Türk değilim” diyor; “Ama dünyada üç Türk kalsa onlardan birisi ben olmak isterdim. Dünyada iki Türk kalsa onlardan birisi ben olmak isterdim. Dünyada bir Türk kalsa o ben olmak isterdim” diyor. Bu, Abdulhâkim Arvasî hazretlerinin, Türk milletinin İslâm’a yaptığı hizmetleri bilmesinden kaynaklanıyor. Ben de bir Türk olarak samimiyetle inanıyorum ki İslâm’a en çok hizmeti bizim milletimiz yapmıştır. Bu 4 çarpı 100 bayrak yarışı gibi…
Biz diyoruz ki “en çok biz hizmet ettik”, falan millete mensup olan da “hayır, biz ettik” diyor. Aramızda bir yarış olsun, onlar bizden çok hizmet etmeye çalışsınlar, biz onlardan çok hizmet etmeye çalışalım. Bu konuda inhisarcı bir görüşle hareket etmeye, diğer toplulukları reddetmeye gerek yok. Muhsin Yazıcıoğlu, Abdulhâkim Arvasî gibi düşünen, İslâm’a hizmet etmeyi bayrak yapan kimselerden birisiydi. O bakımdan çok sevdiğim arkadaşlarımın başında geliyordu.
Necip Fazıl Kısakürek, “Türk’ün ruh kökünün İslâm’a bağlı olduğunu” söylüyor.
Ben 10 yaşımdan beri Necip Fazıl’ı okuyan bir insanım. Şiirlerimde ve nesirlerimde ayan beyan Necip Fazıl’ın tesiri görünmektedir. Bunu her zaman her yerde söylüyorum. Necip Fazıl Türk kökünü, Türk ruhunu, Türk milletinin İslâm’a olan hizmetini inkâr etmeyen bir büyük asalet içerisindedir. O bakımdan Necip Fazıl’ı büyük bir rahmet ve minnetle anıyorum. Büyük Doğu marşında Necip Fazıl “Allah’ın seçtiği kurtulmuş millet” diye bahsediyor Türk milletinden.
Büyük Doğu ekolünü İBDA ile yürüten Salih Mirzabeyoğlu, ilm-i ledün sahibi, aynı zamanda iştikak ilmine de vâkıf… Türk’ün iştikakını yaptığı zaman “Allah’ın adamı, Allah’ın dostları, Allah’ın askeri” anlamlarını çıkarmıştı. Konuştuğumuz mevzu ile bağlantılı olarak bunu belirteyim.
Türk’e ve İslâm’a karşı çok ciddi bir düşmanlık vardır. Bu düşmanlığın köklerini araştırmak, devletimizin ayakta kalmasına imkân hazırlamak her Türk vatandaşının, her Müslüman’ın aslî vazifelerinin başında geliyor. Tanzimat’tan beri Batı dünyasının içimizdeki ajanlarının bu oyunlarını çok iyi bilmek, kendi bindiğimiz dalı kesmemek mecburiyetindeyiz.
Türkleri ikiye ayırıyoruz: “Maymun Türkler, asil Türkler…”
Yüzde yüz doğru… Batı dünyası karşısında aşağılık duygusunda olan bir güruhumuz vardır. Bu milletimizin büyük bir bahtsızlığıdır, hatta felaketlerimizden birisidir. Kendi vatanımızda vatansız kalmak bizim en büyük çilelerimizin başında geliyor.
Salih Mirzabeyoğlu’nun Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eseri var. Cezaevinde kendisine yapılan işkenceyi anlattığı eserde aktüel meselelerden de bahsediyor. Orada Kırgız dilinden, diğer dillerden ve Türkçe’den bahsediyor, kelimelerin dönüşmesinden, birbirine geçmesinden, benzer kelimeler olmasından bahsediyor. Türk Devleti politika olarak Türk Cumhuriyetleri’ndekilere sırtını dönmüş vaziyette. Bu mevzu hakkında devletin politika ve bakışı nedir?
Bu konuda Türk Devleti’nin bir politikası yoktur. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Cumhuriyetleriyle siyasî, iktisadî ve kültür münasebetleri konusunda ciddi bir anlayış içerisinde değildir. Bu cumhuriyetin ilanından sonra bizi kökümüzden, özümüzden koparmak isteyen Batı dünyasının tesirinden meydana gelmiştir. Ben size bu konuda 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in çok önemli bir tesbitini söylemek istiyorum. Ben onun bu basın toplantısında bulundum. Demirel, Cumhurbaşkanı olarak Türk Cumhuriyetlerine gidip döndükten sonra basın toplantısında demişti ki “Özbekistan’da Özbekistan Cumhurbaşkanı İslâm Kerimova’ya Özbekistan’ın serbest piyasa içerisinde nasıl kalkınacağını anlatıyordum, beni dikkatle dinliyordu ve cümlelerimin sonunu ‘togri’ diye tasdik ediyordu, büyük heyecan duydum, anladım ki bizin kullandığımız ‘doğru’ kelimesinin aslı ‘togri’dir ve bu kelime düşe kalka Türkistan’dan Anadolu’ya ‘doğru’ şeklini alarak gelmiştir. Diğer Türk Cumhuriyetleri ziyaretlerimde gördüm ki, anladım ki bizim terk ettiğimiz kelimeler Türk dünyasındaki ortak kelimelerdir.” Biz Türk dünyasında kullanılan ortak kelimelerden bir takım insanların gayretleriyle koparılıyoruz. Hiçbir Türk cumhuriyetinde özgürlük, olanak, olasılık, yaşam, koşul diye kelimeler yoktur. Bunlar hep uydurulmuş kelimelerdir. Bunlar hep bizi o Türk dünyasından koparmak için Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kurbağa dili”nin kelimeleridir.
Ruslar mesela Cahar Kale’ye “Grozni” diyorlar. Orası Çeçenistan -Cahar Kale, sadece ismini değiştirerek bütün bir kültürü kapatıyor.
Bir tek kelimenin değiştirilmesinde çok büyük kayıplar meydana gelmektedir. Bu iş bir binanın altındaki temel taşının çekilmesine benzer. O bakımdan bizim mesela edebiyatımız tamamen Türkistan’dan kaynaklanmıştır. Destanlarımız, türkülerimiz, atasözlerimiz, tarihimizin zenginlikleri oradan geliyor. İslâm o topraklarda gelişti ve milletimizin dini oldu. O bakımdan Türkiye’nin kendisine dönmesi demek, Türkiye’nin Ortaasya Cumhuriyetleriyle çok ciddi, siyasî, iktisadî ve kültürel münasebetler kurması demek.
Muhammed Harb’dan bahsetmiştiniz bir yazınızda. Kendisi evvelden Türkleri sevmezmiş, sizinle konuştuktan sonra “Türkleri İslâm’a yaptıkları hizmetlerden dolayı çok seviyorum” demişti. Bu hatıranızı bize anlatır mısınız?
Ben devlet televizyonunda “Avrupa’da Türk İzleri” diye bir dizi program hazırladım. O program yayınlandıktan sonra, televizyondan ayrıldım, başka vazifelerde bulundum. Bir gün beni bir Mısırlı profesörün aradığını söylediler. Benim Mısır’da öyle tanıdığım bir kimse yoktu. Kendisini verilen adreste buldum. Bana dedi ki:
“Ben Mısır’da el-Eser Üniversitesi’nde bir Türk düşmanı olarak eğitim gördüm ve Türk’ü daha derinden vurabilmek için çıktım İstanbul’a geldim. İstedim ki sizin arşivlerinize gireyim ve Türk milletinin aleyhinde bir takım belgeler tesbit edeyim. Bu belgelerle Türk milletini ciddi bir silahla vurayım. Geldim çalışmaya başladım ve elime geçen bütün vesikalar sizin büyüklüğünüzü ortaya koyuyordu. Utanmaya başladım. Sonra Türklere karşı çok büyük bir muhabbet duydum ve öğrendim ki siz Avrupa’da Türk izleri diye bir program hazırlamışsınız. Mısır’da hâlâ benim gibi düşünen bir takım cahil insanlar var. İstedim ki o programları alayım, Mısır televizyonlarında göstereyim ve Türk milletinin İslâm’a Avrupa’da da nasıl hizmet ettiğini, o topraklarda nasıl büyük eserler bıraktığını göstererek bu Türk düşmanlığını ortadan kaldırayım. Bana lütfen bu programların birer nüshasını getirin. Bir kızım var üniversite tahsiline başladı, onu aldım Türkiye’ye getirdim. Türkiye’de okusun Türk milletinin büyüklüğünü görsün ve benim gibi menfî bir takım düşünceler içerisinde olmasın istedim.”
Ben de ona o programın bütün nüshalarını verdim. Mısır’da gösterdi mi göstermedi mi bilmiyorum. Muhammed Harb’in bu beyanı son derece önemlidir. 


Baran Dergisi 297. Sayı



2. Bölüm



 
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu davasının mimarı… Bir ideali vardı. “İdeolocya Örgüsü” kitabını yazdı. O sadece bir şair değildi, kendisi “sanat, fikir, aksiyon adamıyım” diye kendisini anlatıyor. Bunun etrafında konuşabilir miyiz?
Necip Fazıl Türk’ün ve İslâm’ın meselelerini etraflı bir şekilde, edebî bir üslupla ortaya koyan bir mütefekkirdir. Şairliği yanında tefekkür dünyası da çok kuvvetlidir. O bakımdan Türk’ün kalkınması, çağdaş medeniyet seviyesine yükselmesi hususunda ileriye sürülen fikirlerin öncülerinden birisidir. “İdeolocya Örgüsü”nde bunları ortaya koymuştur. Batı dünyası karşısında bizim bir takım insanlarımızın kendilerini uyuz bir fare gibi görmelerinden şiddetle şikâyetçi olmuştur. Bir takım insanlarımız Batıyı, dün olduğu gibi bugün de pençesi başımızda kuvvetli bir kedi olarak görmektedir. Kendileri de o Batı karşısında adeta uyuz bir fare gibi küçülmektedirler. Necip Fazıl bunun acısını içerisinde duyan, bu kabil hastalıklardan sıyrılmamızı isteyen ve bu hususta yazan kalemlerimizin başında geliyor. O bakımdan mütefekkir şairlerimizden birisidir.
Onun talebesi, şair, sanat, fikir ve aksiyon adamı Salih Mirzabeyoğlu var. Diyor ki “ben Büyük Doğu davasının İBDA ile yürütücüsüyüm.” Çünkü Necip Fazıl’ın davasını yürütmek demek onu fikirde, sanatta, aksiyonda yürütmek demektir. Necip Fazıl’ı anmak demek, ölüm yıldönümlerinde iki tane şiir okumak değildir. Salih Mirzabeyoğlu 13-14 yıldır hapiste.
Niçin?
28 Şubat döneminde fikirlerinden dolayı; ama terör örgütü lideri iddiasıyla… Gerçi sonradan hâkim Metin Çetinbaş “yukarıdan baskı vardı, brifing aldık” dedi.
Tam bir facia…
Ağırlaştırılmış müebbet hapis altında… Biraz uzatıyorum ama bu önemli, Millî Gazete’den yazar Mustafa Topaloğlu “Herkes Necip Fazıl’ı anıyor. Çıkıyor iki şiirini okuyorlar; ama Salih Mirzabeyoğlu onun davasının kavgasını veriyor ve hapiste yatıyor. Necip Fazıl’ın davası böyle yürütülür” demişti. Memleketimiz ve Salih Mirzabeyoğlu’nun başına gelen durum hakkında ne dersiniz?
Mirzabeyoğlu’nun fikirlerinden dolayı içeriye atılması bir Ortaçağ zihniyetinin ifadesidir. Bunu makul görmek suret-i kat’iyede doğru değildir. Vakti zamanında Necip Fazıl da defalarca tevkif edilmişti. Bu Türkiye’deki fikir çilesinin bir takım kimseler tarafından kabul edilmemesi İslâm’a ve Türklüğe karşı olan düşmanlığın bir tezahürüdür. Salih Mirzabeyoğlu’nun fikirleri bu memleketi, bu milleti ayakta tutan fikirlerdir; Necip Fazıl’ın fikirleridir. Bu fikirlerinden dolayı mahkemelerimizin hüküm yoluna gitmeleri esef verici, büyük üzüntüler meydana getirici bir durumdur. Bu bizim Batı karşısında duymuş olduğumuz garip hislerin tecellisidir diye düşünüyorum. Batı karşısında bu kadar teslimiyet bizi böyle facialarla karşı karşıya bırakıyor. O bakımdan Buna elbette itiraz ediyor, doğru görmüyorum. Yeni anayasayla birlikte bir takım kimselerin fikir hürriyetinden bahsettiklerine şahit oluyorum, onların bu düşüncelerinde Mirzabeyoğlu gibi kişilerin hürriyete kavuşmasını dikkate alıyorum. Eğer gerçekten Mirzabeyoğlu da dışarıya çıkarsa o zaman ben Türkiye’de fikir hürriyeti olduğuna inanabilirim. Yoksa bunların lafta kaldığını söylemek mümkün olur.
Atatürk’e ve dil devrimine hakaretten size dava açılmıştı.
Ben Türk dilini savunuyorum; Türk dilinin inceliklerini ve güzelliklerini ortaya koyuyorum. Benim karşıma çıkan insanlar da Atatürk maskesini takıp çıkıyorlar. Bunların sahtekârlıklarını müteaddit defalar ortaya koydum. Evvel emirde Atatürk’ü koruma kanunun mutlaka ortadan kaldırılması gerekir. Bu kanun kalkmadan Atatürk istismarcılığının önüne geçemeyiz. O bakımdan Türkiye’de ağızlarını Atatürk diye açan kimseler umumiyetle bizim kültür değerlerimize hasım olan ülkelerdir. Ben bunları dehşetle görüyorum. Devlet hayatımda bunlarla çok mücadelem olmuştur. Atatürk’ün üç ayrı dil anlayışı vardır. Bu üç dil anlayışından ikisi yerle gök arasını dolduracak kadar yanlıştır. Birisi de doğrudur. Atatürk’ün o yanlış dil anlayışını takip eden insanlar var. Onlarla mücadele etmekte bizim en aslî vazifelerimizin başında geliyor. O bakımdan burada konuyu açıklığa kavuşturmak mecburiyetindeyim. Mesela Atatürk 1932 yılından 1934 yılına kadar dilimize giren Arapça ve Farsça kelimelerin dilimizden mutlaka ayıklanmasını emretti; yanlış görüştür. Dünyada bütün diller birbirlerinden kelime alır, kelime verirler. Biz bin yıldan beri Müslümanlıkla şereflenmiş durumdayız, tabîi olarak Arapça’dan dilimize giren kelimeler vardır, bizden Arapça’ya geçmiş kelimeler vardır, Farsça’dan dilimize giren kelimeler vardır. Bunları dilimizden çıkarıp atmak çok yanlıştır. Atatürk’ün bu emrinden sonra böyle bir yola gidilmiştir ve iki yıl sonra 1934 yılında insanlar birbirlerini anlayamaz hâle gelmişlerdir. Bizzat Atatürk, Falih Rıfkı Atay’a “dili bir çıkmaza sapladık” demiştir.
En sonunda da Üstad Necip Fazıl “kurbağa dili” diye niteledi.
Birinci devredeki dil anlayışını izah etmiştir. Arapça ve Farsça kelimeleri attıktan sonra tamamen öz Türkçe kelimelerle konuşulmaya başlanmıştır. Mesela size Divan-ı Lügatit Türk’ten misal vermek istiyorum. Divan-ı Lügatit Türk’te 8500 kelime vardır ve bizim öz sözlüğümüzdür. Bugün Türk Dil Kurumu tarafından çıkarılan Türkçe sözlükte 120 bin kelime bulunuyor. 120 bin kelimelik bir sözlükten koparak, milletimizi 3000 kelimelik biz sözlüğe götürmek yanlıştır. Necip Fazıl bunun tenkidini yaptı sanıyorum. Atatürk’ün ikinci dil anlayışı 1934’den 1935’e kadar devam etti ve bu anlayış doğrudur. Bu anlayışa göre “Türkçeleşen kelime Türkçe’dir.” Bu görüşü Selanik’te çıkarttıkları dergilerle Ömer Seyfettin, Ali Canip Yöntem ve Ziya Gökalp benimsemişlerdir. 1935 yılından sonra Atatürk yeni bir dil anlayışına girdi çok yanlış bir dil anlayışıdır. O dil anlayışı Güneş Dil Nazariyesi olarak ifade edilmektedir. Yani Atatürk Avusturya’dan Türkiye’ye gelen Dr. Phil. Hermann Kvergić isimli bir adamın tesiri altında kalarak iddia etmiştir ki, inanmıştır ki ilk insan Türk’tür, ilk lisan Türkçe’dir, bütün dünya dilleri Türkçe’den doğmuştur. Bu gayri ciddi ve gayri ilmî bir görüştür. 1940 yılına kadar üniversitelerimizde okutulmuştur. 1940 yılında İsmet İnönü zamanında ortadan kaldırılmıştır. Şimdi ben ikinci dil anlayışına “Türkçeleşen Türkçe’dir” inancı içerisinde konuşuyorum ve yazıyorum. Bunları fakültelerde ortaya koyduğum zaman, Atatürk’ün birinci devresini savunan insanlar karşıma çıkıyorlar. “Atatürk demedi mi ‘siyasî istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracaktır’?” diye bana itiraz ediyorlar. “Evet böyle söyledi; ama daha sonra bundan vazgeçti” diyorum. İşte bunu bilmeyenler Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kurbağa diliyle” konuşan zavallı insanlardır.
Salih Mirzabeyoğlu’nun Baran Dergisi’nde tefrika edilen “Ölüm Odası B-Yedi” isimli eseri var. Cezaevinde kendisine yapılan işkenceyi anlattığı eserde aktüel meselelerden de bahsediyor. Orada Kırgız dilinden, Türkçe’den bahsediyor, kelimelerin dönüşmesinden, birbirine geçmesinden, benzer kelimeler olmasından bahsediyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti politika olarak Türk Cumhuriyetleri’ndekilere sırtımızı döndük. Bu mevzu hakkındaki politika ve bakış nedir?
Bu mevzuda Türk Devleti’nin bir politikası yoktur. Türkiye Cumhuriyeti, Türk Cumhuriyetleriyle siyasî, iktisadî ve kültür münasebetleri konusunda ciddi bir anlayış içerisinde değildir. Bu cumhuriyetin ilanından sonra bizi kökümüzden, özümüzden koparmak isteyen Batı dünyasının tesirinden meydana gelmiştir. Ben size bu konuda 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in çok önemli bir tesbitini söylemek istiyorum. Ben onun bu basın toplantısında bulundum. Demirel, Cumhurbaşkanı olarak Türk Cumhuriyetlerine gidip döndükten sonra basın toplantısında demişti ki “Özbekistan’da Özbekistan Cumhurbaşkanı İslâm Kerimova’ya Özbekistan’ın serbest piyasa içerisinde nasıl kalkınacağını anlatıyordum, beni dikkatle dinliyordu ve cümlelerimin sonunu ‘togri’ diye tasdik ediyordu, büyük heyecan duydum, anladım ki bizin kullandığımız ‘doğru’ kelimesinin aslı ‘togri’dir ve bu kelime düşe kalka Türkistan’dan Anadolu’ya ‘doğru’ şeklini alarak gelmiştir. Diğer Türk Cumhuriyetleri ziyaretlerimde gördüm ki, anladım ki bizim terk ettiğimiz kelimeler Türk dünyasındaki ortak kelimelerdir.” Biz Türk dünyasında kullanılan ortak kelimelerden bir takım insanların gayretleriyle koparılıyoruz. Hiçbir Türk cumhuriyetinde özgürlük, olanak, olasılık, yaşam, koşul diye kelimeler yoktur. Bunlar hep uydurulmuş kelimelerdir. Bunlar hep bizi o Türk dünyasından koparmak için Necip Fazıl’ın ifadesiyle “kurbağa dili”nin kelimeleridir.
Hâlâ Osmanlı’nın sermayesini yiyoruz.
Ben Anadolu’daki medreselerimizi dolaştım Balkanlardakini biliyorum, Avrupa’dakini biliyorum, Arap Yarımadası’ndakini biliyorum, Suriye’de yapmış olduğumuz eserlerin benzerleri Türkiye’de yok; o kadar muhteşem eserler gördüm ki derin hayranlıklar içerisinde kaldım. Bizim oradaki eserlerimizden bir kervansayı Suriyeliler milli kütüphane olarak değerlendirmek istiyorlar. Biz oradayken böyle çalışmalar vardı. Büyük bir hayranlık içerisinde kaldım. Oranın milli kütüphanesini müdürü de o çalışmaların başında buluyordu. Biz orada çalışırken bir Fransız grubu geldi. Onlar da hayranlıklarla eseri fotoğraflamaya başladılar. Ben oranın milli kütüphane müdürüne dedim ki:
“Biz burada 400 yıl yaşadık burada, işte böyle eserler bıraktık. Biz ayrıldıktan sonra bu adamlar geldiler. Bunlar neler yaptılar. Bunların eserlerini de görmek istiyorum. Ben Suriye ile ilgili yedi televizyon programı hazırladım ve sundum devlet televizyonunda.”
Bana ilk defa çok dürüst, çok namuslu bir Arap olarak dedi ki:
“Siz buraya bir müstevli düşüncesi ile gelmediniz, siz bizi kardeş olarak gördünüz ve bu muhteşem eserleri bıraktınız. Bunlar sömürgeci zihniyeti ile geldiler. Kanımızı iliğimizi emerek defolup gittiler.”
Bir tek bir Müslüman Arap’ın doğru beyanına, doğru tespitine şahit oldum. Diğerleri bizim hep Arap topraklarını sömürdüğümüzü söylüyorlar.
Gerçi bizde nasıl Batıcı zihniyette aileler varsa, orada da öyle aileler var.
Aynen öyle Batı’daki adamların tesiri altında kalarak, Lawrance’in meydana getirdiği insanlar.
Aynı şekilde Kemalist ideoloji de İslâm’a ve Müslümanlara karşı çıktı.
Yüzde yüz doğru itirazım yok.
Burada da böyle yaptılar, orada da yaptılar. Dolayısıyla Türkler böyle demek yanlış olduğu gibi Araplar şöyle demek de yanlıştır. İşbirlikçi Türkler, işbirlikçi Araplar yahut maymun Türkler, maymun Araplar desek, bilmiyorum siz nasıl karşılarsınız?
Bunlara itirazım yok. Bunlar Batı dünyasının üzerimizde oynadığı oyunlardır. Bunun başında da İslâm topluluğunun okumaması geliyor. Müslümanlar okumuyor. Müslüman başka Müslümanlık başka; ben Müslümanlığı kastetmiyorum. İslâm mübarek dindir, mukaddestir, büyüklüktür, inceliktir, zarafettir… Ama Müslümanlar arasında cahil olanlar, gafil olanlar, hain olanlar var. Bunlar Batılıların oyunlarına gelerek bu şekilde konuşuyor. Bizde de var, diğer İslâm ülkelerinde de var.
Kuru kuru şövanistlik, kuru kuru ecdadımızla övünmek değil de, günümüzde kurtarıcı fikir, eksik olan ne? Ne yapmamız lazım? Bu Batıcı düzen içerisinde yaşıyoruz, mutlu muyuz?
Hayır, bu Batıcı düzen bizi sömüren düzen, bizi kökümüzden, ruhumuzdan koparan bir düzendir. Bu düzenle nasıl mücadele edileceğini ortaya koyan mütefekkirlerimiz vardır. Necip Fazıl bunların başında geliyor. Onun “İdeolocya Örgüsü”nü okumak bizi aydınlıklara çıkaracaktır inancındayım. Bu konuda bize düşen vazife okumaktır. Okumak ve bilmek mecburiyetindeyiz. Evlerimizin yüzde doksan beşi kitapsız ve kütüphanesizdir. Kitapsız ve kütüphanesiz Müslüman evi olmaz. Kitapsız ve kütüphanesiz evlerin mağara karanlığından hiçbir farkı yoktur. Ben Kültü Bakanlığında çalıştığım için size resmî rakamları vermek istiyorum. Mesela ABD’de bir yılda basılan kitaplar bine bölündüğü zaman 4700 rakamıyla karşılaşıyoruz. Bin kişiye 4700 kitap. Federal Almanya’da bin kişiye 2700 kitap. Fransa’da bin kişiye 1700 kitap. Japonya’da bin kişiye bin kitap düşüyor. Türkiye’de ise bu rakam 10-15 civarında. Okumayan bir milletiz. Okumadıktan sonra tarihimizin zenginliklerin, İslâm’ın inceliklerini öğrenemeyiz; bu yükün altından kalkamayız. Mesela Mehmet Akif Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemimizin en âbide şahsiyetlerinden biridir. Tabiî ki noksanlıkları vardır; Sultan Abdulhamid Han’a menfî bir tavır içerisinde olduğu gibi; ama onun dışında müstesna bir kimsedir. Bir üniversitede konuşurken öfkelendim ve dedim ki “bütün bu geriliklerin sebebi İslâm’dır, Kur-an’dır ve peygamberdir; çünkü bizim kitabımız okuma (!) emri ile başlıyor, oku dese Müslüman millet okuyacak. Kur’an ‘okuma (!)’ dediği için okumuyor. Müsebbib Hz. Peygamberdir; çünkü ‘ilim Çin’de değil, başının arkasında dahi olsa aman oradan kaç (!)’ demiş. O yüzden Müslüman baba kızını okutmuyor. Hemen ilkokuldan alıyor. Hz. Ali’yi çok severiz, o da demiş ki ‘bana bir harf öğretenin yedi sülalesinden emdiği sütü burnundan getiririm (!)’ bu yüzden Alevî de okumuyor Sünnî de…” Bir profesör beni zorla odasına çay içmeye davet etti. Zorla odasına çıktık. Bana “sizi tebrik ederim, ne kadar cesaretle konuştunuz. Keşke bizim kitabımız Kur’an oku emriyle başlasaydı” dedi. Bardak düştü elimden, “aman hocam ne yapıyorsunuz, ben özellikle ters söyledim milleti biraz sarsabilmek için” dedim. Profesör Kur’an’ın oku emriyle başladığından haberdar değil. O bakımdan bu felaketlerin üstesinden gelebilmemizin birinci şartı okumaktır, araştırmaktır, bilmektir.
Hocam, “oku” emri belli; ama neyi oku? Necip Fazıl okunması lazım, Salih Mirzabeyoğlu okunması lazım, Cemil Meriç okunması lazım, Sezâi Karakoç okunması lazım… Kimlerin okunmasının gerekli olduğunun da doğru işaretlenmesi lazım… Necip Fazıl ve Salih Mirzabeyoğlu’nun mütefekkir olarak yaptıklarının altı çizilmiyor. Sadece kuru kuru şair olarak söyleniyor. Mesela Necip Fazıl layıkıyla anlaşılsaydı, Salih Mirzabeyoğlu anlaşılırdı.
Devlet müfredat programlarıyla bunu tesbit edecek. Bir devlet kendi bindiği dalı keser mi? Bir devlet kendi varlığına düşman olan eserlerin yayılmasına fırsat verir mi?
Devlet idam cezası verdi!
Devlet bindiği dalı kesmiş oldu. Bu Tanzimat’tan beri başımıza musallat olan en büyük felaketlerden birisidir.
Vakit ayırdığını için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ederim.