Toplumun her iki kesimi de kendini kendine ait olmayan bir hayatın büyüsüne iyiden iyiye kaptırmış durumda. Tek başarı kriterleri var: Ruhu öldüren para yığınlarına ve statü sembolü olarak gördükleri ünlü markalara sahip olmak.

Seçme yapabilme ve tekâmül edebilmenin bütün şartlarına sahip olarak yaratılan insan, yaratılışından beri ruh ve ruhun mukabil kutbu nefs arasında gidip gelen, “ideâli aramayla toprağa bağlanma arasında kıvranan” ikili bir varlıktır. Bir yanda ortalama bir uyum hissi içinde, rutine dayalı; yitirilmiş bir dünyaya ilgi duyar, kalabalıklar içinde erime, eyleminde yalnız olmadığı duygusuyla rahatlarken, diğer yanda farklı görünme, tekâmül etme, değişme ihtiyacı içinde eşsiz, benzersiz olmaya özenir… “Sürüden farklılık gösterisindeki sürüden biri” olarak, sivrilme güdüsüne dayalı hiyerarşiye katılmakla ve farklı olmanın çekiciliğiyle tatmin olur.

Zira, insanın yaratılışından getirdiği, inancın da gıdası olan his ve hisse bağlı hasletler (temel formlar) her tür mânânın zıddını da içine almaya hazırdır. Ne var ki, farklı suretler yaratarak daimi bir devinimle hayat bulan suretler âleminde Hakk’tan bir olarak çıkan bilgi âlemin suretlerinde çoğalırken, bilinene de bilinenin üzerinde bulunduğu hâle göre ilişir ve bilen bilineni içindeki mânâ dolayısıyla bilir. Şayet bilenin nefsinde o şeye dair bir mânâ zuhur etmiyorsa, o şeye yönelmek, ilgi duymak, onu aramak gibi bir meselesi de olmaz. Dolayısıyla, bilenin muradı kestirip gerçek mânâyı kavrayabilmesi, onu tasdik edebilmesi, “öz”e en uygun formu giydirebilmesi, eşyanın hakikatine ünsiyet kesb edebildiği kadardır. Hakikatlerin insanda tecellisi ise perdelenmişliğin kendisinden kalkması nisbetindedir. Hakk’ı halkda (âlemde) tanımak da böyledir: Çünkü, “Gaye Hakk’ı âlemin Rabb’i olarak tanımaktır ve böyle bir bilgi ancak önce âlemi tanımak suretiyle mümkün olabilir.” Yani, eşyaya dair bilginin Hakk’a dair bilgiyi zorunlu olarak öncelediğinin bilincinde olmanız gerekir. Aksi takdirde, Mutlak’a açlık duymak, O’nu aramak, hislerde yakalamak gibi bir meseleniz de olmaz… Sadece nefsinizin beklentilerine uygun şeyleri görür, sizi doğrulayacak delilleri ararsınız, buldukça da doğruladığınız hissine kapılarak, gerçekliği algılayışın dumura uğradığı bir alanda yaşarsınız.

Dolayısıyla, nefsini ve kuru aklın kuru bilgisini nihaî gerçeklik olarak gören insan gerçekten utanılacak bir şeydir… Kaba ruhludur, ne kendini ne başkasını ne de Rabb’ini bilir. Kendine yabancılaşmış bir rezillikler madenidir. Diniyle, diliyle, devletiyle sorunlu, biçimsiz yığınlara dönüşmüş böyle bir kitle yetiştirdiğiniz zaman bu kitleyi gütmeniz, istenilen “çekim havuzları”na yönlendirmeniz de kolaydır. Yapay Batılı üretim merkezi gibi çalışan eğitim sistemimiz böyle bir kitle yetiştirdi. Ve bu kitle lâik dinselliği haiz sembollerle bütünleşti, belli tutum ve davranış alışkanlıkları geliştirdi, bunları da kendin yap kendin tap tarzı bir tapınma kültüne dönüştürdü. Düğünden cenazeye, doğum gününden ölüm yıl dönümüne kadar, eline geçen her fırsatta bu usûl ve kuralları komikliğe varan bir ciddiyetle tekrarlıyor. Güya çok halkçılar. Oysa, halkı hiç tanımıyorlar. Tanımamak bir yana, hiç sevmiyorlar. Çünkü utandıkları ve unutmak istedikleri her şeyi kendilerine bu halk hatırlatıyor. Dolayısıyla, halkçılıkları da popülist bir söyleme dayalı halk dalkavukluğundan ibaret… Halkın içinde halktan biri olarak değil, tarihleriyle, değerleriyle hiçbir bağı olmayan saplantılı biri olarak varlar. Nefretlerini farklı semboller ve farklı figürler üzerinden kussalar da, cümlesinin maksudu bir: İslâm düşmanlığı. Ancak, “tersinden harika” tipler oldukları için, hâllerinin bu merkezde olduğuna da şuurları yok… İslâm’la sorunu olan herkesle ve her şeyle uzlaşıyor, ama İslâm’la barışık herkesten ve her şeyden nefret ediyorlar. Bununla da kalmıyor edindikleri düşünce kalıplarını nesilden nesile aktararak düşmanlıklarını nesiller boyu devam ettiriyorlar.

Köklü bir zihniyet değişimi yaşamadan, sadece öykünmekle ve heves etmekle Batılı olabileceğini zanneden bu kesime mukabil, toplumumuzda, kendini muhafazakâr olarak tanımlayan, fakat, maddî imkânları arttıkça muhafaza ettiği değerleri de farklılaşan bir kesim de var. Sırf içinde doğmadıkları için daha büyük bir değer atfettikleri bir çevreye özeniyor, inançlarının tam zıddı bir hayata tutkuyla sarılıyor, ihtiyaç duydukları tatmini ruhsuz bir biçimcilikte arıyorlar. Kendi şaşkın üslûblarını İslâm ahlâkıyla özdeşleştiriyor, kötü bir biçimde iyi bir Müslüman olmaya çalışıyorlar. Velhasıl, toplumun her iki kesimi de kendini kendine ait olmayan bir hayatın büyüsüne iyiden iyiye kaptırmış durumda. Tek başarı kriterleri var: Ruhu öldüren para yığınlarına ve statü sembolü olarak gördükleri ünlü markalara sahip olmak. Bunlara sahip olan başarılı addediliyor.

Ne yazık ki, toplumun her iki kesimi de giderek asabiyyetini yitirdiğinin ve nimetle nimeti verenden perdelendiğinin idrakinde değil. Modanın ve markanın tahrik edici cazibesinden kendini kurtaramıyor, bunlarla yatıp bunlarla kalkıyorlar, bunları ellerinden aldığınız zaman da konuşacak bir şeyleri kalmıyor. Dengeden ve ölçüden mahrum olduklarının, istenilen “cazibe merkezleri”ne kolayca yönlendirildiklerinin, hâsılı, fena halde aldatıldıklarının farkında değiller. Sanal bir dünyanın ödülü olarak ellerine tutuşturulan oyuncakları yüksek ve değerli buluyor, bunlar olmadan yaşayamıyorlar. Bundan da bir hayli memnunlar… Kalıplaşmış zevklerinin, dejenere olmuş fantazilerinin üzerinde hâkimiyet kurmayı güçlülüklerine vehmederek rahatlıyorlar. Biçim olarak güçlü görünseler de, güzele ve “özel”e has mânâdan ve hayattan mahrumlar. Eşyanın hakikatine, nesnenin mahiyetine hürmet etmek gibi asîl insana özgü davranışlardan çok uzaklar. “Davranışları, sözleri, mimikleri, her şeyleri sahte. Hiçbiri ruhlarına tercüman değil, sadece elbisesini giyinmişler”, o da üzerlerinde sırıtıyor, taşıyamıyorlar. Sürekli bozulan iç âlemlerindeki düzeni yeni nisbetlerle temin için modadan medet umuyor, liyâkate rütbe yaptıkları ünlü markaları üzerlerine geçirmekle şık olduklarına inanıyorlar.

Oysa modayla, yani revaçta olanla; benzer şeyler giyinip benzer tutum ve davranışlar sergilemekle şıklık farklı şeydir. Ancak, farkı fark etmek için farklı olmak, “zevk” temeline oturan estetik bir anlayışa sahip olmak gerekir. Çünkü moda da şıklığa has ve başkasında sahihlik duygusu uyandıran ruh, beden ve lisan zarafetine delâlet eden orijinallik ve hazmedilmişlik yoktur… Moda, özü itibariyle, kendine has bir kişiliği olmayan, aradığının ne olduğunu bilmediği için bulduğunun da ne olduğunu bilmeyen, “içinde kalınlık tüten incelik gösterileri”yle itibar açlığını gidermeye çalışan ferdlerin aslî faaliyet alanıdır. Halbuki şıklık, uyumun kendisinden çok, onu aydınlatan şeydir. Farkı fark edenler nezdinde ilk bakışta fark edilir, aranmaz bulunur. Keza, bedeniniz ruhun ışıltılarını yansıtacak derecede parıldamıyorsa, maddî gücünüzü mânevisiyle bezeyemiyorsanız, marka giysileri üzerine geçirmekle şık olamayacağınız gibi, herhangi bir saikle hoşunuza giden ve şık olarak tanımladığınız marka mobilyalarla tefriş ettiğiniz mekân da şık bir mekân olmaz… Hazmedilmemişlik hem sizi üzerinizde hem mekânda sırıtır… Şık değil, maskara olursunuz.

Aylık Dergisi 195. Sayı Aralık 2020