Mart 1983… Üstadım’ın “burada bulunman lâzımdı!” diye uyardığı, İslâm ülkelerinden birindeki (Cezayir, Fas) dergi veya gazete adına sorulan suâlleri cevabladığı gün… Suâllerden biri:
— “Sultan Abdülhamîd’in piyano çaldığı gibi bir iddia var, siz ne dersiniz?”
— “Yâni Abdülhamîd’in müzikle uğraştığı mı kastediliyor?.. Oymacılık gibi şeylerle uğraştığı da bilinir… Müziği severdi ama, şahsen meşgul olduğunu bilmiyorum… Bu ne mânâda?.. Bir günah irtikab ediyor mânâsına mı?”

*

Rahman Sûresi, 19.-20. âyetler: 3166= 169.
Kust: Topalak otu: (Kust: Kocası ölen kadının sürüneceği koku… Kadın-nefs… Fevkinde hiç kimse bulunmayan HÜKÜM sahibinin bürüneceği ruh. Allah dostu): 169.
Kıst: Hisse. Nasib. Mizan. Parça parça verilen hediye. Adalet etmek: 169.
Fass: Gözbebeği. (Sıfır, şifre): 170= 1169.
Hak-bîn: Hakka imân eden. Hakkı gören. Hak veren: 170= 1169.
Abdülhamîd: [Hamdeden kul]: 169.

*

Abdülhamîd Han: (Doğumu 1842 - Vefatı 1918.): 820.
Muhassis: Tahsis eden: 820.
Muhassas: Tahsis edilmiş. Tayin edilmiş. Birine âid kılınmış: 820.
Hayrî: Hayra âid: 820.
Kültür Davamız - Rahman Sûresi 20. âyet: 800+2020= 2820.
İzâh: Açıklamak: 820.
Müfettiş: Teftiş eden. Açıklayan: 820.

*

Abdülhamîd Han - NOKTA. (Şifre): 984= 1983.
Esseyyid Abdülhakîm Arvasî - Necip Fazıl Kısakürek: 1983.
İzzet Erdiş: 1983.
Büyük Doğu’nun, “Yürüyen Büyük Doğu” olarak İBDA’ya dönüştüğü sene: 1983.

*

ABDÜLHAKÎM Koltuğu. (Kürsî, taht): (Arş: Gölgelik. Kürsü. En yüksek gök. Allah’ın kudret ve saltanatının tecelli yeri. Arş, kâinatı kaplar, Allah’ın ilim ve kudreti de herşeyi… Hakk’ın zâhiri Halk-yaratılanlar, Halkın bâtını HAKK… KÜRSÎ: Arşın altında bir semâ tabakası. Mânevî bir makam… Allah’ın 99 güzel isminden biri, EL-HAKÎM: Hikmet sahibi… HAKÎM, Allah [Resûlü’nün] isimlerinden biridir de. O Allah’ın hakîm kuludur; Abdülhakîm… Ve malûm; bu isim, Hacegân Silsilesi’nin 33. kahramanının da ismi… Büyük Doğu-İBDA’nın, hangi köklerden geldiği bâbında, bir tekrar.): 832.
Gusto - Vahdet-i Şühud: 1833= 2832.
Abdülhamîd Hân - Salih Mirzabeyoğlu: 820+1013= 2832.
BAŞYÜCELİK DEVLETİ: (Yeni Dünya Düzeni’nin, Üstadım tarafından örgüleştirilen İSLÂMCA’sıdır.): 832.

*

ABDÜLHAMÎD - USAME BİN LÂDİN: 927.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 928= 1927.
Mevzua: Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınmış fikir: 927.

*

Abdülhamîd Hân - Rahman Sûresi 19. âyet: 1965.
Meşrutiyyet: Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi: 965.
Nakiza: DAĞ İÇİNDEKİ YOL: 965.
Zılale: Gölgelik: 966= 1965.
Kâzime: Yanında bir kuyu daha olup, bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. Büyük şehir: 966= 1965.
 

YOLUMUZ, HÂLİMİZ, ÇAREMİZ: 1965

 
Levha: 26 Mart 1987… Rahmetli Üstadım’ın evinin bahçesi… Onunla yanyana oturuyoruz… İçimden, bir hatamı yüzüme vurmamasını temenni ediyorum… Vurmuyor… Hafifçe ayağını gezdirirken, dizini bana dokundurmak istediğini sanıyorum… Dokunduruyor… “Üstadım, birşey mi istediniz?” diye soruyorum, “hayır!” diyor… Ve o güzel sevinçli hâliyle, “artık hiç şübhem kalmadı!” diye, benden emin olduğunu bildiriyor… Yine bahçede, büyük bir ÇINAR ağacının dibinde, beyaz renkli uzun bir masa başında, o, ben ve Neslihan Hanım… Benim heyecandan kalbim küt küt atıyor ve terliyorum… Üstadım, “senin cins yaşın hangisi?” diye soruyor… “Efendim, ilk konferansınızı dinlediğimde, orta bir, hayır orta ikiye gidiyordum. YOLUMUZ, HÂLİMİZ, ÇAREMİZ isimli konferans!”… Memnun ve mesut bir jestle, “eee, Allah nelerden ne nasib eder!” diyor ve Neslihan Hanım’ı söze dahil ettirmek istiyor: “Bizim Nilgün demişti ki…” diye başlıyor… Üstadım’ın kızı imiş… Ben bu konuşmalardan önce Neslihan Hanım’a hürmeten “anne” diye hitab ediyordum… Üstadım çok memnun ve neşeli!

*

Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz. (Konferans): 473.
Mehdî Muhammed Mirzabeyoğlu: 473.
Hükümet: Devlet. Vekiller heyeti: 474= 1473.

*

Yolumuz, Hâlimiz, Çaremiz: 473= 1472.
Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 2470= 472.
Taab: Yorgunluk: 472.
Tıb’: GÖLGE: 472.
Mülaet: Allah Resûlü’nün Hazret-i Abbas ve dört erkek evlâdını örttüğü perde: 472.
İsticabe: Duanın Allah tarafından kabul olunması: 472.
Tebyin: Belirtme. Açık anlatma: 472.
Tünbek: Darbuka. (Musikide RİTM tutma âleti): 472.
 

TAKRİZ - MEDHİ YORUMDA

 
Levha: 23 Eylül 1984… Harflerle uğraşıyorum… Elimde lûgat… Harflerden “Kültür Davamız”a âit mânâ çıkarabileceğim bir durum var… Duvarda asılı GÖLGE dergisi üzerinde, Üstadım’ın KESELLER diye el yazısıyla bize ithafı var… Sonra o ithaf, elimdeki lûgatta da var!

*

Kesel: Tembellik. Yorgunluk: 110.
İNS: İnsan. (İnsan, Hakk’ın suretidir. Bütün âlemler Hakk’ın gölgesidir ki, İSİM VE SIFATLARIN MAHİYETİ SURETE BAĞLI OLMAMAKLA BERABER, onunla rahata ermişlerdir… “Gölge rahatlık yeridir!” diye buyurulan mânâ. Aynı çerçevede: EMR ÂLEMİ’ne nisbetle, buna girmeyen işlere HALK âlemi denmesi ve bunun Allah’ın doğrudan KÜN-OL emri ile meydana gelmeyen işler olması dolayısıyla, “zuhur sıkıntısından-şiddetinden” onların vukuu kasdı, neticede GÖLGE vasfı, aynı mânâdadır… Ruhumuzun bedende tecellisini de, eserlerinden bilinme, buna mukabil bedenden bağımsız olarak var oluşu diye tanıyoruz… Bütün bu mânâlar, “yorgunluk, dinlenme, tembellik, rahat etme” tâbirlerinin, sözkonusu mevzu dili içinde mahiyetinin ne olduğunu gösteriyor… Keza: İnsanların en kâmilleri, âlemde kendilerine bir zuhur –suret– talep eder ve kendilerine istidatlı bir salih –mürid, GÖLGE– ararlar; çünkü onlar, İLÂHÎ HİLÂFETLE muttasıftırlar. Zira, Allah, bir gizli hazinedir ki, kendinin kendisine zuhuru ile yetinmeyip, AYNA’dan da zuhur istemiştir… Ayna-göz-idrak-basar.): 111= 1110.
Ahkab: Yabanî eşek. Uzun zamanlar. (Mishel: Yabanî eşek. Lisân… A’yar: Eşekler… Ayar: Altun ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hâlislik derecesi. Saadete doğru gitme… Kelâm, mücerret olarak “taayyün-belirme” demektir. Mânâlar, bu sıfatla, kelime klişelerinde ve harf şekillerinde, bunlarda görünen mânâsı da SURET, tecelli eder, rahata ererler… Bâtın yolu kahramanlarından uzun zamanlarda bir gelenler, Abdülhakîm Arvasî Hazretleri gibi irşadı devam eden KUTUB’lardır.): 1110.
Mekn: KUDRET, kuvvet: 110.
Mekân: Kevn kökünden, –varlık, kâinat, mevcudiyet– bir kelime. Zamanın tecellisiyle eserlerinin göründüğü kuvve. Yer. Mahâl: 111= 1110.
ELİF: Allah’a işaret eden, birinci harf: 111= 1110.
ELF: 1000 sayısı. Ünsiyet etmek. (Allah’ın her şeyde, ona mahsus tecellisi bahsi hatırlanmalı): 111= 1110.
Mühelhel: Güzel şiir veya söz. Güzel ve şık elbise. (Sıfat): 110.
Sigal: Düşünce, fikir. Endişe. (Aynı ebcedle, Ma’raz: Bir şeyin arzolunduğu, göründüğü yer. Sergi, meşher.): 111= 1110.

*

Keselan: Tenbellik. Yorgunluk: 161.
İNSAN: 161.
Ben Kimim?: 162= 1161.
Ahenk: Aralarında durak da olan ritimlerin bütünü: 161.

*

KÜLTÜR DAVAMIZ: 800.
Terakkuk: Merhamete gelen. (Kültür Davamız’ı Üstadım’ın bir ziyarette bana, “zaman içimizde akıyor!” demesi ve sonra doğrudan beni kastetmedi ise de, “bu dilden anlayan yok!” diyerek me’yus bir hâl göstermesi üzerine, “ben hariç” diyen iç çığlığımın ifâdesi bir vesile ile yazdım.): 800.
Enmuzec: Numune, misâl. (Har: Eşek: Mishel-uzun zamanlar. Dil.): 800.
Ruh: Efsanevi bir kuş. Sümürg, zümrüd-ü anka. Çehre. (İslâm büyüklerinin sözü: Arifin gözü çehrededir.): 800.
Kazz: Yalnız, ferd: 800.
Müstakırr: İstikrar bulmuş, yerleşmiş, sabit: 800.
Âhir: Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Sonraki. (Ahir: Tembel kimse.): 801= 1800.
Şahşah: Sözü doğru olan: 1800.
Tekeşşüf: Sıyrılmak, meydana çıkmak. Sırları açığa çıkmak: 800.
Hur: Güneş. (Hüri’: Bit.): 800.

*

KÜLTÜR DAVAMIZ: 1583= 584.
Mütekaddim: Takdim olunan, sunulan: 584.
Direfş: Alem, bayrak, sancak: 584.

*

KÜLTÜR DAVAMIZ: 1583.
Es’abi: Gayet güzel ve beyaz göz: 583.
Fesc: Her nesnenin boşu. (Yevmiye: Bomboş bir devirdeyiz… Bir de Abdülhamîd Han devrini düşün… Bir suçu vardı, neydi bilir misin?.. —“Merhamet!”… Hükmün tamam… NOT: Birbirine zıd iki mânâya gelebilen kelime yanında, söze de misâl bir yevmiyedir.): 583.
İftiraz: FARZ kılma, vacib olma. (Farz: Bir kimseyi bir vazifeye tâyin etmek. Bir kimsenin kendine âit iken başkasına hibe ettiği şey. Takdir veya beyan eylemek. Bir şeyi DELMEK veya DELİK AÇMAK… Yuvarlak delik, sıfır, şifre: ABDÜLHAKÎM KOLTUĞU’nu hatırlayınız.): 583.
Mehdî Muhammed Salih Mirzabeyoğlu: 1582= 583.
İktifa: Ardından gitme, takib. (Üstadım’ın, 10 Haziran 1979’da, Ortadoğu Gazetesi’nde çıkan MÜJDELERİN MÜJDESİ başlıklı makalesinin sonunda: Onlar benim ardımdan gelmeyecek, ben onların arkasından koşacağım!): 583.

*

Lûgat: Kelime, söz, ilim. Sözlük. (Logos: Dil. Kâinat nizâmı.): 1430= 431.
Salih Mirzabeyoğlu: 1431.
 

TARİH
 

Ulu Hakan 2. ABDÜLHAMÎD HAN Hazretleri… Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, “Velî tabiatli Padişah” dediği, 34. Osmanlı Hükümdarı. Efendi Hazreteri’nin çağdaşı. Üstadım, ondan aldığı telkini, sonradan tahkikle doğrulamış, hakkında Büyük Doğu İdeolocyası’nın tarih tezini gösteren müstakil bir eserini ortaya koymuştur: “Ulu Hakan - İkinci Abdülhamîd Han”… Üstadım’ın ifâdesinden anlaşılan, doğan yeni bir dünyanın eşiğinde o dünyaya –Batı’ya– ayak uydurma adına bütün sahte oluşları sezen, bunun yanında olması gerekenleri şartlar elverdiğince yapmaya gayret eden bir siyaset dehâsıydı. Bizim tarihimizin, “onu anlamak, oluşlarımızı ve olamayışlarımızı anlamaktır” hükmündeki bir remz şahsiyetidir. İdeal bir devlet adamında aranan ne varsa.

*

Öncüsü sanat olmayan hiçbir iş yoktur; bunu, mevzuuyla kayıtlı mahalli idrak takib eder, sonra ona dair malzeme toplanması. Tarih, her ne kadar vakıalar idraki ise de, böyle bir işe kalkışmanın başında bile, hâdiseye yanaşan insan şuuru sözkonusudur. Böyle olunca, her üç iş bir arada, vesikacılık, onları değerlendiren ve inceleyen ilim, nihayet bellibaşlı bir dünya görüşüne nisbetle “tarih felsefesi” sözkonusu olur… Üstadım’ın durduğu yer, kıymet ve pahada birinci, bu üçüncü usûldür; Abdülhamîd Han’a dair yazdığı eserin, mahiyeti bu… “Tarih ne işe yarar?” sorusu, eğer merak ve eğlencelik diye bakılmıyorsa, “hiçbir işe yaramaz!” mantığına kadar gider. Onda, sebeb-sonuç ilişkileri içinde devşirilecek bir fayda bulamayız… Tarih, malûm mânâdaki tarih kelimesinden farklı bir yazılışla, –eski harflerde–, şu mânâdaki bir kelimedir: İşe yaramaz diye kenara atılmış bir nesne… Filozof Kant: TARİH, tabiat ile hürriyet, yâni pratik aklın gayeleriyle - gerçekliğin sebebliliği arasındaki münasebete dayanır. Bu özelliği dolayısıyle, İDE’den kaynaklanan bir gelişme sürecidir; çoklarının sandıkları gibi toplumarası, devletlerarası hâdiselerin oluşturduğu kronolojik bütün değildir. Bu sebeble tarihte tecrübeden yararlanma olmadığı gibi, kablî-peşin kabullü bir tarih bilgisi de sözkonusu edilemez!”… Tarih, ister istemez hâlihazıra nisbetle ele alınandır ki, böyle bir durumda da “tarihin insanı hükmü altına alması değil, tarihe mânâ veren insan şuuru hakikati” kendini empoze eder; nitekim öyle olmuştur. Tarih, itiyad kazanmaya hizmet eder. “Geçmişe mânâ veren hâlihazırdaki şuur”; bu, bir ideolocya manzumesinin kendi olmaya kadar gider. Tarih, sadece siyasî bakımdan değil, herşeye dair mevzularıyla, sadece olanlar değil, olsaydılar, bunun yanında olması gereken gelecek hayâlleriyle, bahsi geçen ideolocya manzumesinde asıl veya nüve şeklinde yerini alır. Bu anlayış, ruh ve sistem.

*

Hâdiseleri ve vesikaları tesbit eden, inceleyen, yorumlayarak sıralayan, malûm mânâdaki tarih. Her yeni veride niteliği değişebilecek bir mahiyet belirtmesine nazaran, şimdiki zaman itibariyle hiçbir zaman kesin olmayacaktır. Bunun yanında, siyasî hile hurdalardan dolayı bu soydan vesikaların değerlendirilmesinin sıhhatli olmaması, yorumun hayâl niteliğinin çokça işe girmesi, yine geçmiş şahidlerin hatıra nakillerinde onlara hayâl karışması - hatıranın hayâlde canlandırılmasında doğan hata payı gibi sebebler de, tamı tamına kesinliğe engel. Zât sırrı neyse o cereyan etmiş hâdiseler ve şahıslar hakkında, yalnızca dış yüzden tesbitler ve tasvirler yapılabilirken, bir de bu soydan bulanıklıklar… “Üç gün süren savaşta…”; binlerce insanın, takım taklavatıyla herbiri müessir ve sayısız başka sebeblerin tesiri altında cereyan eden bir hâdisenin nakli, tek satır bile tutmuyor. Demek ki, sayısız tecrübenin mümkün olmaması gibi, sayısız veri de hesaba katılamıyor. Bu durumun insana ilhâm etmesi gereken hakikat, insan ve toplum meselelerini, topyekûn kâinatın izâhı içinde verebilecek bir fikir, bunun için de MUTLAK FİKİR olmadan, buna nisbetle örgüleştirilecek bir “anlayış, ruh ve sistem” olmadan, hiçbir şeyi hakikatiyle yerli yerine oturtmak mümkün değildir; bunun gerekliliği… Fayda açısında[n] tarihi, romana benzetiyorum. Hazret-i Ali’nin, ZAMAN İBRET AYNASIDIR demesindeki hikmetten payı da gösterici olarak Üstadım’ın romanı, kendi hayat hikâyesi-tarihini anlatırken çerçevelemesi şu şekilde: “ROMAN, icatçı bir hayat taklididir; OLURLARIN, OLABİLİRLERİN, OLAMAZLARIN, OLMASI ÖZLENENLERİN, HATTA OLMUŞ OLANALRIN, mutlaka dinamik vakıalar zinciri içinde demeti, dizisi, sergisi. Aslî mahiyeti bakımından bir oldurma, oluşturma, biçimleme, yakıştırma, tasarlama işi hâlinde meydana çıkıyor ve insandaki eşya ve hâdiseleri murakabe ve öteleri kovalayıcı hayâl gücüne dayanır. Roman, yerle göğü birleştirici mahiyetiyle insan ve toplum harekiyet ve seyyaliyeti içinde en ulvî ve münezzeh mânâya kadar ulaştırılabilir. Ve artık toprak üstü sefil mânânın yerde bırakılması şartıyla mefhum ve mahiyetini değiştirerek Frenklerin EKRİTÜR-DESTİNE, Müslümanların ALINYAZISI-KADER dediği takdir kalemindeki hikmete yol arayabilir. O zaman karşımıza süflî mânâsıyla roman değil ulvî keyfiyetiyle İlâhî sanat çıkar ve roman dize gelir!”… ULU HAKAN ABDÜLHAMÎD HAN isimli eser, hâdise ve vesika, bunların incelenişi demek olan TARİH İLMİ üzerine abanmış “fikir adamı” rolü ile kendi sisteminin tarih tezi hâline getirilirken, müellifine şunu söyletir: “Marifet, büyük kısmı kursaktan doğma uydurmalarla Abdülhamîd’i konuşturmakta değil, –Abdülhamîd hakkında anlatılanların ve gûya onun anlattıklarının nakli şeklinde değil–, onun hakkında konuşabilmekte ve bir sentez örebilmektedir!”… İşin ruhu, hem yazılan ve hem yazan adına, iki yüzlü bir hakikat demek intibaya uygun, Abdülhamîd adına Abdülhamîd’i konuşturmakta; o ruhun sureti bir eser. Romanı roman ve tarihi tarih bilmek kaydıyla, Üstadım’ın tarih mevzuundaki “Vahdettin Han” ve “Yeniçeri” isimli eserleri de, yukarıda işaretlediğim tarihin romana benzerliği hususunu teyid eder. Keza; Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar, DİN MAZLUMLARI, Benim Gözümde Menderes, MOSKOF vesair...

*

Tarih: Geçen hâdiseleri anlatmaktan doğan ilim: 1211.
Hirba: Bukalemun. Devamlı fikir değiştiren kimse: 211.
 

MUSİKÎ

 
Gayesinin saklı olduğu mevzu “herşeyde” diye bilinmek üzere ŞİİR: Allah’ı arama sanatıdır… Sanat, bütün insan faaliyetlerinin temeli olan “ruhî çaba” keyfiyetine dayanırken, gayeye ermişlik civarında cereyan eden bir öze dönüş faaliyeti olarak, bizzat o çabayı doğrudan temsile en yakın mânâdadır; “ruh nedir”in cevabı, ruhî çaba keyfiyetinin “ne, nerden, kimi arama?” suallerinin de cevabıdır. Verilmesi gereken bu cevab, eser veya müessirde derinleşme şeklinde sanatın bir hürriyet alanı olmasına nisbetle, hürriyetin “ne ve niçin?” olduğunun ölçü ve ölçülendirmelerine tabi olması gerektiğini de gösterir. Sanatın hürriyet istemesi kadar, başıboşluğu istememesi de hürriyetin şartı, sanırım meselenin bizcesi kısaca aydınlandı. GÜZEL sanatlar: “Doğrunun olmadığı yerde, güzel de yoktur!”… O hakikatini, “idrakin” telkin ambalajı olduğu kadar bulur; hakikatin ambalajı olduğu kadar. Bilgi ve varlık idrakinin olmadığı bir yerde, kendi kendinden ibaret bir güzellik aldatıcı olabilir. Gereksize kadar mânâsız. Demek, KANDIRICI-DOYURUCU olmak, ruhî çaba keyfiyetinin özü niyetine de olsa, ölçü olmadığı zaman buna aykırı bir mecraya çıkar.

*

“Kişi, kendini bildiğince Rabbi’ni bilir!”; kendini bilmenin Rabbin sıfatlarına bürünmek demek olması, o sıfatların sahibinin bilinmesi demek. Bilmenin nereden geldiğini de bilmek, ona da suret olmak demek. Suret olmadan mânâlar tecelliye gelmez… Şeklin yapıldığını, ama kendisi şekil olmayan lâhutî mânâ… Bu ifâdeleri tanıyorsanız, hatırlayınız… Netice olarak, sanata biçilen gaye hedef, o söz, ses, ahenk, istif şekilleriyle bilinir olsa da, bu unsurlardan mücerret olarak vardır. Bu unsurlardan teşekkül eden sanatın çeşitlerine nisbetle şekil, unsurlara bağımlı olmak veya onların vasıtasıyla var olmak şöyle dursun, bir musikî bestesinin değişik enstrümanlar ve tertiblerle icrasında da tanınabilmesinde olduğu gibi, unsurlardan bağımsız olarak mevcuttur… Bedende görünen, eserleriyle tecelli eden ruh; nefsimiz - bir yönüyle bedene, bir yönüyle ruha dönük şuurlu varlığımız, akıl ve ruh kanatları hâlinde böyle. İdeali aramayla toprağa bağlanma arasındaki bir berzahta, duyu verileriyle idrak eden ve akılda değerlendirilen günlük hayat idrakinin terkinde başlayan sanat idrakı, bu akıl-üstüye yaklaştıkta kıymetlenmek üzere, akıl ile ruh arasında bir kıvam, git geldedir. Sanatın, mevzuuna nisbetle unsurları-sureti ne ise ve kemmiyetlerin de bir keyfiyeti olmasına nazaran, tıpkı duyu verileriyle idrak edilenin ruhla alışverişi hâlinde şuurumuzun ruhî yönünün gelişmesi gibi, SANAT, hayâlin duyulaşmaya çalışmasını andırır bir süreçle kendisini ifâde unsurlarına sindirir. Uygunlukça kıymetlenen. “Şiir, duygularla değil, kelimelerle yapılır!” hikmeti de, çok duygulandığımız bir ânda “çok duygulandım!” demenin sanat olmaması gibi, sanatın hem surette görünen-tüten, hem de duygu üstü mânâsını verir… Hayat iradesinin terki; hakikati “ölmeden önce ölme” gayesi. Eğer bu değilse, kendi kendinden ibaret ve sanat da… Gaye yerindeyse, o zaman da nefsi inciten, üzen şeyler ruhu olgunlaştırır-sevindirirken, nefsi sevindiren şeyler ruhu üzer; ruh, nefsin makamına âit şeylerle sevinir ve üzülür oldukça, buna tenezzülü kadar düşer. Duygu üstüyü en güzel ifâde eden misâllerden biri, şu olsa gerek: “Bütün âlem, bütün varlıklarıyla ortadan kalksa, bana hiçbir elem eriş[mez]!”… Büyük velinin Yaradan’dan gayrına tenezzülsüz hâli ve makamı ne olmalı ki bunu söyleyebiliyor… Her biri kendi esas, usûl ve kurallarıyla ele alınan sanattan bahsediyoruz; İlâhî sanatta fani olmuş sözkonusu idrak önünde bunlar, öyle bir yaşamanın değil de, sözkonusu hakikati sezebilmenin hakikati ve eserleri olabildikçe kıymetlenirler. “Sanat, hiçliğe yakın yerde başlar” hikmetinin aslı da burada; bilerek veya bilmeksizin arayışın hedefi.

*

Musikî’nin en ulvîden en süflîye kadar kolayca değerlendirilebilir eserleri yanında, onun dinleyene nisbetle iyi ve kötüye âlet olabilen mahiyeti, nihayetinde onu vicdana âit bir mesele olarak gösteriyor. Her şahıs, hangi zamanda ve ne durumda ise, –iyi müzik için diyelim–, onu kötüye âlet edip etmemesi yanında, bir mubahla karşı karşıyadır; dinleyip dinlememesinde kendi başına sevab veya günah olmayan… İslâmî açıdan, ölçü ve ölçülendirmelerin beyanından sonra, bu çerçevede herkesin öbürüne zorlamada bulunamayacağı şahsî görüşü olabilir. Bana yararlı olanın, başka bir bünyede zararlı olabileceği meselesi. Bu hususta, İslâmî tahassüse hizmet, zevki geliştirme, tefekkürü açma, sağlık, dinlenme, cihad şevki ve cihadta şevki arttırma gayeleri başlıca esas, fıkıh ve tasavvuf ehli tarafından ibadete karıştırılmaması ve ibadet zannedilmemesi şartlarıyla, makul görülmüştür. İnsan sesi, yahut âletle icra edileni ayırımı vesaire arasında farklar gözetilerek, şu, bu… Nakşiler, müzik hususunda, kayıtsızdırlar; ama bu, kötü görme yönünden değil de, yolun çizdiği mizaç hususiyetindendir. Lambur lumbur hüküm verme yok: Hayatında hiç sigara içmemiş olan Seyyid Fehim Hazretlerinin, sigaranın haramlığı hakkında konuşulan bir yerde, müridlerine bir paket sigara aldırarak yaktırmaları gibi. Üstadım, müzik bahsinin geçtiği bir konuşmamızda, şimdi pek dinlemediğini, ama bunun müzik keyfiyeti üstünde bir şey olduğunu söylemişti. Esseyyid Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, yanık sesli Muhib Efendi’ye, ara sıra uzun hava söylettiğini biliyoruz. Hiçbir şeyle, o şey olarak ilgilenmeyen, sadece Allah’ın rızasını kollayan İRŞAD KUTBU’nun bu davranışı, bize ne söylemeli?

*

Müzik: (Müzik, kendini doğrudan ifâde eden ve hangi işe âit olduğunu bildiğimiz bir kelime. Bu apaçık bilgiden sonra, onu tarif eden vasıf ve unsurların üzerinde durmak, sair mevzularla ilgisi bakımından onu kaybedesiye bir durum doğursa da, hem hiçbir şeyin mücerredinin sonuna kadar halledilemeyeceği idrakını beslemek, hem de gidebileceğimiz kadar onda derinleşmek yolunu açar. İmâm-ı Gazalî Hazretleri’nin, “insanın bildiğini incelemesinde mahzur yoktur!” diyerek, bildiğimizin teferruatında bizzat bildiğimiz üzerinde derinleşmeyi işaret eden hikmetinden bir çizgi… Bizim, müzikte onun tâ kendi diye işaretleyeceğimiz vasıf: Ahenk.): 83.
Mecla: Ayna. (Sıfır… Müzik, akla hitab şeklinde hiçbir şey anlatmaz; demek oluyor ki, bir şey anlatmaz. “Bu iş ne akılla olur, ne akılsız!” idrakinin altında olmak üzere, sanatın tarifine en uygun olmak bakımından, en saf sanattır… Onun insanda uyandırdığı, telkin ettiği şey, sanki ruh ve zamanın sadece tezahürlerinden bilinmesi gibi, zâtıyla meçhuldür. Bir şeyin tezahürleri, hele müzik gibi vesile rolüyle olursa, o şeyin tarifine girmez. Hatıralara ilişik olarak dinlenmesinde ise, sadece ona ilişiktir, doğrudan kendisiyle –müzikle– ilgili bir durum yoktur. Materyalist açıdan izâhını yapamadığı için müzik dinlemeyi bırakan, müzik tutkunu ünlü bir fizikçiden bahsi hatırlıyoruz. İmânın yerini tutabilecek kadar tehlikeli birşeydir müzik. Gerçek var olma ve varoluş bakımından, “idrakin aczini idrak bir ilimdir”e âit bir vecd ve aşka mukabil, bunun antitezi ve en süfliliğe kadar inebilen “kendi kendinden ibaret kendinden geçmelerin” en netamelisine mevzu olabilir müzik.): 83.
Fetha: Büyük yüzük: 1082= 83.
Cemil: Güzel: 83.
Hunke: Tecrübe etmek: 83.
Milhe: Güzel kelâm. Lâtif söz: 83.
İksa: Giydirmek. Giyecek vermek: 83.
İ’tab: Öldürme: 83.
Necel: Büyük gözlülük, iri gözlü olmak. (Geçen sayılarda bahsi edilen, “insanın kâinat tarafından gözlenmesi” meselesini, bunun imân kutbu ve küfre âit, ikiyüzlü açılımını hatırlayınız.): 83.
Dif: Derin duvar. (Derin dil): 84= 1083.
İhtimam: Süpürmek. Süpürülmek: 1082= 83.
Mülce’: Mecbur olan kişi: 83.
Enbel: En şerefli: 83.
Mücadele: Uğraşma. Savaşma: 83.
Mehdî Salih Mirzabeyoğlu: 1082= 83.

*

Musikî: 226.
Mülakane: Telkin etmek: 226.
Kûr: Kör, âmâ: 226.
Müngalika: Kapalı, kilitli: 1225= 226.
Mefaka: Ansızın tutmak: 226.
Derayî: Sahib, mâlik olma. Hüküm sürme, hâkimiyet kurma: 226.
İdrak: Anlayış. (Anlamak değil, anlar gibi olmak değil; anlayışın ne olduğunu biliyorum, ama anlatamıyorum. O bir, ne?): 226.
Kevr: Sarık sarmak. Devretmek, dönmek. Mükul dedikleri darı cinsi. (Şâir: Darı.): 226.
Muvaffık: Muvaffak eden: 226.
Gur: Kabir, mezar. Yaban eşeği. (Kabir: 302… Mirzabeyoğlu: 1302.): 226.
Rikz: Gizli ses: 227= 1226.
Sefuf: İlâçlar, devâlar, macunlar: 226.
Perhide: İşaret olunmuş: 227= 1226.
Girdab: Suların dönerek çukurlaştığı yer. Tehlikeli yer. Tehlikeli yer ve zaman: 227= 1226.
Aksiyon: Eşya ve hâdiseler üzerinde fikrin pıhtılaştırılabilmesi, tatbik, hareket, eylem: 227= 1226.
Tarih: Bir işe yaramaz diye kenara atılan nesne: 227= 1226.

*

PİYANO: 69.
Panzde(h): Onbeş. (Davud Aleyhisselâm’ın sesi, ismi en yüksek ses tonuna isim olacak kadar güzel ve meşhur. Zebur’u okurken, insan ve cinden ölenler olduğu rivayet edilir… Güzel sesin sihrini gösteren en çarpıcı misâllerden biri de, yolumun hususiyetinde musikiye ilgisizlik olan bir velinin, düzeltmek için çıktığı evinin çatısında işittiği bir musikînin nağmelerine dayanamayıp ölecek hâle gelmesi ve sonra, “Yarabbi nasıl da dinleyebiliyorlar!” diye hayretini izhar etmesidir. Bu misâlde, telkin gücü kadar, telkin alanın istidadına da dikkat… Üstadım’ın bir nüktesine gösterdiğim anlayış ifâdesi karşı[sı]nda, iltifat olarak bana söylediği hikmet: Yalnız odundan cereyan geçmez… Davud: 15: Hud… Hud Aleyhisselâm’da tecelli eden hikmet, EHADÎ-Bir’e âit, Bir ile ilgili.): 69.
Büyük Doğu-İBDA: 1060+9= 1069.
Deydan: Edeb. Adet. (Hadlere riayet): 69.
Sedad: İstikamet ve kasd. Haklı ve doğru şey: 69.
Helâl: Allah’ın müsaade ettiği şey. İhramdan çıkan hacı: 69.

*

Söz musikiden açılmışken, belâm NYMPHALAR’ın isimlerini aldıkları Yunan mitolojisindeki NYMPHALAR’dan bahsetmemek olmaz. İsmi veren benim… Mousa: Müz, sanat, düşünce… Müzler, topyekûn kâinatın geçerliliğinden kalan bir heyûlâ olarak, bütün canlı cansız varlıkların niteliği hakkında bizi bilgilendirirler - denir. Zeus, HAFIZA mânâsına gelen MNMOSYE ile birleşmiş ve MOUSALAR doğmuştur. Sayıları belirsiz, tanrıçalar. Ezgi şarkıcıları ve şiir perileri. Dokuzunun ismi belirtilmiştir. Yeryüzünün bütün şairlerine, Tanrı Apollon ve Mousalar ilhâm verir. Başlangıçta PERİ –Nympha– niteliğinde Mousalar kaynak ve derelerin uyumlu mırıltılarıyla akan suların NYMPHALAR’ıdırlar. Şiir ve müzik tanrıçalığına geçiş, MÜZİK ve MÜZE kelimeleri onların isimlerinden gelir… Sadece şiire ve müziğe ilhâm sonraları edebiyat ve sanat alanında her biri ayrı görevli... Birinci Müz: Yetkili olduğu dal, destan şiiri, güzel söz söyleme sanatı. İkinci: Yetkili olduğu dal, TARİH. Üçüncü: Yetkili olduğu dal, lirik şiir, işaretleri çift flüt. Dördüncü: Çoban şiiri ve komedya. Beşinci: Tragedya. Altıncı: Korolu şiir, raks, işareti lyra-çalgı âleti. Yedinci: CİNSÎ şiir. Sekizinci: Gökbilim. Dokuzuncu: Yetkili olduğu dal, dinî şiir… Yetkili oldukları dallara şahsiyet vererek canlanmış 9 müzün ismini vermeye gerek yoktu vermedim… Daha önce söyledim: Telegram cihazının başında, zihin kontrolü belâsını, terörle mücadele ve şimdi bana yararmış - Cezaevi güvenliği adına icra eden NYMPHALAR, benim menfi kutbumda ve mevzularıma musallat bir roldeler. Belden aşağı mevzular ve asla affedilemezlikleri bir yana, iltifat veya hakaretim, onların benden cezbettiği… Mitolojideki müzlerin görevlerini, onların musallat oluşlarını hatırlatmak üzere yazdım. Müz - her varlığı ihata eden hayâlin cisimlenmeye yatmışı gibi bir mânâ olması bakımından, mitolojideki NYMPHALAR’ın İlâhî ikinci derecede varlık mahiyetleri, bana her mertebede boy gösterebilen ve o mertebede ikinci olan bir varlığı ilhâm ediyor. Alelâde ve kıymetlinin derecelerinde, BELÂ olmaları asıl, sanki benim not defterim, NYMPHALAR. Benim olanı bana unutturduktan sonra, bir bakarsın uykudan uyandırarak, bir bakarsın helâda, çoğu kez ilgin başka bir şeyde iken onu bozmak üzere hatırlatan. Bu hatırlatma içinde müthiş bir asab bozukluğuna sebeb olmaları kadar, alay-şaka karışımı, keşif zevkleri de var. Hani ufacık bir parçası yerinde olmayan bir motorun çalışamayacağı durumda, o parçayla bütünün işe yararlığı gibi. Misâlim onlar için fazla olabilir; ama bu, zevkimi eksiltmek için söylediğim bir işaret değil. Zaman zaman, bu hususta tartışma-kavga sebebi: Diyorum ki, “bin liraya mâlik olan, 999’a kadar bütün meblağın da sahibidir”… Bu sahiblik içinde takdirim, bir nevi onların emek hakkı. Dikkat ediliyorsa, hangi şart ve kişi karşısında olursam olayım, “iyiye iyi, kötüye kötü” diyebilen biriyim. Telegram bahsi etrafında anlattıklarımın, bir sıhhat şartına riayetle olduğu anlaşılmalı. Kıymetli gördüğüm yerde, ne kadar da rahat söyleyenim. “Ben köpek leşine döndüm ama dişlerimin güzelliğinin görünmesine vesile oldular, onu görmesini bilerek” dercesine. Katilime methiye gibi olsa da, bir garib histeyim.


Baran Dergisi 228. Sayı