KÜN FEYEKÛN: Allah bir şeye OL der VE OLUR. (Oluş kendinden.): 236.
Nusus: Nasslar: 236.
Menfus: Yeni doğmuş çocuk: 236.
Kamus: Arslan. Esed. (Kamus: Deniz. Denizin ortası, derin yeri. Büyük lûgat kitabı.): 236. Erike: Taht. Koltuk. (Abdülhakîm Koltuğu bahsini hatırlayınız.): 236.
Kurî: Âmâlık. (Abdülhakîm Koltuğu’ndaki delik’i hatırlayınız.): 236.
Talak-name: Boşanma kâğıdı. Padişah fermanı. (Ahil: Erkeği olmayan kadın. Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah... Ahilla: En sadık dostlar... Ehilla: Dostlar... Ehille: Hilâller. Hilâl şeklinde olanlar... OL ve OLUR işleri hâlinde, ruhun nefs ve âlemde tecellisi mânâsını hatırlayınız... Ve Allah’ın, dostlarını, yalnız kendisiyle kalana kadar herşeyden kesmesini, yüz çevirtmesini.): 236.
Karye: Eski çağlarda, Balıkesir ve Bursa bölgesinin adı. (Abdülhakîm Koltuğu’nun yan yüzünün birinde BURSA yazdığını hatırlayınız.): 236.
Mukayefe: Firaset etmek. Birinin ardınca gitmek. (Basar: Görme duygusu. Kalble hissetme. Kalb gözü. Göz duyusu idrakı. Fikir. İdrak. Allah’ın GÖRME sıfatı.): 236.
*
FEYEKÛN: (...ve o şey de OLUR.):166.
Rahman suresi, 19-20 âyet: (Meâli: İki denizi birbirine salıvermiş, –ama– kavuşmalarına engel bir BERZAH var.): 1145+2021= 3166.
*
Rahman sûresi, 19-20 âyet: 3166= 169.
Kust: 169.
Kasah: Sırtlan. Mecazı, “çok doğuran hayvan”. (Velud: Çok doğuran kadın. Çok eser veren.): 169.
Abdülhamîd: Dünya ve ahirette hamd kendisine mahsus olan Allah’ın kulu: 169.
*
Eye. (İngilizce): GÖZ. DELİK: 12.
Bud: Varlık: 12.
İhda: Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Hediye etmek. (Mehdî: Hidayete vesile olan.): 12.
Vacib: Lüzumlu, mecburi olan: 12.
Razı: Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden: 1011= 12.
Teehhî: Kardeş edinme: 1011= 12.
A’zam: En büyük. Çok büyük: 1011= 12.
Bedv: Bir şeyin zihinde peyda olması. Bir şey zâhir olma. Başlama. Sahraya çıkma: 12.
*
Merdüme: Gözbebeği: 289.
Allah Ekber: 289.
Fart: İfrat, çok aşırı olmak. Acele etmek ve ansızdan gelmek. Yollara alâmet olarak konulan nişân: 289.
Niyazkâr: Dua eden: 289.
Racife: İlk nefha. Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa: 289.
Fatr: İbda. Yaratmak. Oruç açmak. Bir işe başlamak. Yarmak. Çatlak. Ayrık: 289.
Ahruf: Şiveler, lehçeler. Harfler. Uçlar: 289.
*
MİSHEL: Dil, lisân. Yabanî eşek. (Dil, lisân - bilgi, ilim)... Ahkab: Yabanî eşek: 111.
Elf: Bir şey vermek ve ünsiyet etmek: 111.
Elif: Birinci harfin adı: 111.
İNS: İnsan: 111.
Mekân: (Kevn’den türeme bir mânâ): 111.
Sigal: Düşünce, fikir. Kuruntu, endişe. (Eşekk: Çok şübhe eden.): 111.
*
Ahkab: Uzun zamanlar: 112.
Salih İzzet Erdiş: 112.
İmkân: Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak: 112. Abâdile: Abdullah isimliler: 112.
*l
RODIN’in “Düşünen Adam” heykelini hatırlayınız. (Yevmiye: ...... heykeli var, kendisi yok.)... Timsal: Heykel. Resim, suret, sembol, numune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek: 971. Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu: 1970= 971.
Azreng: Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. Son derece sert ve katı: 971.
*
RÜ’YET: Görmek, bakmak. Göz veya kalb gözü ile görmek. Müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek. Araştırmak. İdare etmek: 616.
Tecrîd: Alâkalardan soya soya derinleşme. Yalnız başına hapsetme. Dışarıda, açıkta bırakma. Bir şairin kendini mücerret bir şahıs kabul edip ona hitabetmesi: 617= 1616.
Huy: Boş ve hâli olmak: 616.
Tenvim: Hipnotize etme. (Teshirine alma; zihin kontrolünde, ruh ve nefs arasında, şuurumda- beynimde süren cenk.): 616.
Mutasavvıf: Tasavvufla uğraşan: 616.
*
Zeban: Dil. Lisân. Lügat. Lehçe: 60.
SİN: İnsan. Ebced değeri 60 olan bir harf. (Adem: 45... Havva: 15.)
Ney: Kamıştan yapılmış damaksız düdük. Kâmil insan. Yokluk: 60.
Necva: Gizli fısıltı. İki kişi arasındaki sır. (Hadîs: Ben insanın en büyük sırrıyım, insan da benim sırrım!): 60.
Büyük Doğu: 1060.
TELEVİZYON - GÖRME - VURMA - SİĞİL ATMA
BOLU... “Büyük Mustaribler” isimli eserimin 4. Cildini yazıyorum. Televizyona bakamamamın üstüne, o zamanlar “Yumurtasızlar” diye toptan andığım genel ekibin, sonradan NYMPHALAR ismini alan cihaz başındaki özelleri, yeni bir hünerlerini sergiliyorlar.
Televizyona bakamıyordum; ama bu, KARTAL’da TELEGRAM’ın başlamasından birkaç ay sonra, her seferinde yeni bir keşifle(!) televizyonu iptal edişimdeki sebebten başka idi. Orada, aramalarda götürülen ve bir seferinde 3-4 gün getirilmeyen, bir seferinde de meğerse gardiyanlar –veya asker– maç seyrettiği için 5-6 saat sonra getirilen televizyonun, “acaba içine bir dinleyici âlet mi koyuldu?” şüphesinin yanında, ekranının veya onun bir yanının veya ses, kanal, renk vesair düğmelere âit ışık yerlerinin aynı zamanda görüntü alabilme rolünü yerine getiren bir
özellikte mi şübhesi eklenince, tarafımdan iptal edilmişti. Kısaca: Acaba gizli kamera rolünü mü oynuyordu televizyon? Uzun hikâye.
Bolu’da, televizyona bakamıyordum, çünkü üzerimdeki elektrik tesiri artıyordu. Şöyle düşünüyor ve anlatıyordum: “Her elektrikli cihazın, kendine mahsus bir elektrik yayması var. Hücrede bu mesafe, 2-2.30 metre kadar. Bu mesafeden televizyona bakmak, bana TELEGRAM cihazının verdiği elektriğin üstüne, fazla bir elektrik almama sebeb oluyor! “... Bir keşifle(!), uzak ve yan durunca, üzerimdeki elektriğin azaldığını farkettim. Sonradan, bu buluşumu oturduğum yerde televizyonun ekranını yana çevirmeye tatbik ettim. Bir müddet tesir azaldıysa da, tekrar artmaya başlayınca, daha yan çevirdim; neticede, benim televizyonum, arasıra açtığım zamanlarda, benim için bir radyoya döndü. Sayımlarda, benim hâlimi kendi tutumları sanan olabilir diye, – TELEGRAM cihazını bilmiyor olabilirler diye–, normal gözükmek için televizyonun duruşunu düzeltiyordum. Bu soydan bir keşif(!), buzdolabımın da başına geldi: Neticede, buzdolabı adi dolap olmak ve kantin alışverişinden gelen malzeme, “katılımcılar”ı memnun etmek üzere doğru çöpe gider oldu. Bu da uzun hikâye.
TELEVİZYON, hiçolmazsa bir-iki saat henüz ismi NYMPHA olmayan cihaz başındakilerin veya bol gürültülü koridor katılımcılarının sözlü imâlarından kurtulmak için değişiklik ihtiyacıyla inatla açtığım. Böyle gecelerden biri ve ben bir taraftan “Büyük Mustaribler”i yazıyorum. Yüzüme ve gözlerime aldığım elektrikî tesir, burnumdan ve gözlüğün temasından dolayı. Ben bunun sebebini, gözlüğün metal çerçevesine verilen elektriğin, derime temasından dolayı olduğunu sanıyorum. Hücrenin havalandırmaya açılan pencere demirlerine elimi veya alnımı değdirdiğim zaman hissettiğim, çarpmayan ama tenimde ve beynimde hissettiğim titreme ve hafif vınlama sesi, kanaatimi güçlendiriyor. Nitekim, burnumla temasını kestiğim ânda, elektrik kesiliyordu. Yazmam lâzım ya; burnumun orasına küçük bez-kâğıt koyarak devam ettiysem de, bir müddet sonra aynı şekilde elektrik alıyorum. Bu garib işin, gözümle bağlantısı olduğunu farketmem(!) üzerine, gözlüğü çarpık bir şekilde takarak ve hâliyle normal görüşüm bozuk ve gözleri aşırı yorucu şekilde yazmaya devam ettim. Daha sonra, bunun doğrudan bana verilen elektriğin burnumun o noktasını uyarması neticesi, gözlükten olabileceğini hatırladım. Öyle mi böyle mi derken, genel göz yorgunluğuma eklenen bu “ekstra” hünerleriyle, gözümün hedeflenişini “kaybına kadar” düşünmeye başladım.
2008’de başka bir hünerleri, sözlerine aldıkları cevabları kesmek üzere, –tedib etmek üzere–, yine yazı yazarken, sol gözüme içten, sanki bir göze kalemle vurmak gibi bir vuruştu: Bu acıyı veren
bir elektrikî vuruş.
*
BOLU... Namaz kılarken, secde yerine yakın yerden hızla bir fare geçiyor. Gözkırpımı bir zamanda, “fare mi geçti?” diyeceğim bir gölge varlık. Bu tip hâdiselere, tabiî hayatımızda da rastladığımız cinsten olduğu için, kıymet vermiyorum. Sözlü telkinleri ve frekansları sanki fareymiş hissi vermeye çalışsa da.
*
KARTAL... Yatarken birkaç dakika mecburen dönmelerim hariç, sağ yanımla yatamıyorum. Kalbim, sanki bir damarla bağlı, sağ yanıma dönünce iple sarkıtılmış ve göğsümün sağına düşecekmiş gibi bir acı duyuyordum. Bunun yanında, sağ kulağım daha az duyduğu için, –bu, o zamana mahsus ve demek ki TELEGRAMCILAR’ın hüneri–, koridordan beni uyutmamak için gelen seslere de mani olmak üzere, devamlı sol tarafıma yatıyordum. 6 ay, yalnız tek tarafa yatmanın ne olduğunu düşünün. Zaruret eseri sağ tarafıma döndüm. Ranza’nın ışığı kesmesinden dolayı gölgede kalan (1) metre kadar ötede bulunan duvarın zeminle birleştiği yerde, gergin olmayan ve beş-altı parmak düzensiz açılmış bir rulo telin düzensiz kıvrımlarında gidip gelen kıvılcımlar gibi, yeşil-mavi bir ışık. Sanki, yere atılmış bir barutun tutuşmasıyla oluşan bir akışa
benziyor. Noktalar hâlinde. Şuurum yerinde. Bir fevkalâdelik. Ama ben gayet sakin seyrediyorum. Kaç dakika sürdü bilmiyorum. (Bu, NYMPHALAR’ın sorularına bir cevabtır.) Bir keresinde de, kızıl-kırmızı renkte, aynı hâdisenin tekrarını gördüm. Orada yanıcı bir şey önceden serpilerek yapılmış olsa, elektrik akışı gibi bir akış görüntüsü ve devamlılığı olmaz. İçimde tel olabilir hissi, ama tabiî ki tel değil. Benim beynimden-gözümden zannettirilen bir görüntüden ziyâde, tıpkı “ses indirme” dediğim hâdiseler gibi, dışımda oluşturulan bir görüntü olduğu kanaatindeydim. Hâlâ nasıl becerilebildiğini bilmiyorum. Sezdiğim kadarıyla, NYMPHALAR da bilmiyor.
*
KARTAL... Yan koğuşun havalandırmasıyla bitişik havalandırmada, tesbihatla tur atıyorum. Yüzüm o tarafa dönük olsun olmasın, duvarın dibinden gelen ama mekânsız ve dolayısıyla yeri belirsiz bir sahibten geliyor gibi olan, malûm iki kişinin bana lâf atma cinsinden aralarındaki konuşmalar ve değerlendirmeleri. Bilgisayar gibi bir şey kullanıyorlar intibaı, artık yerleşik bir hâl; ama bazı bazı, o intibaı veren cinler diye düşünüyorum. Galiba akşama yakın bir saatti. Beni tehdit edici lâflar edilirken, silahtan çıkan bir kurşun gibi, duvarın köşeye yakın tarafından gelen bir ışıkla omuzumdan vuruldum. Işın tabancasından çıkmış, ama tabanca görülmüyor gibi. Bayağı vuruldum, kemiğim kırılmış gibi bir acı. Paniklememek için, kaçınıcı bir davranışta bulunmadım; kendi kendimi azdırmadım. Normal şekilde tesbihata devam. Atıp tutmalar, yavaş sesli konuşmaların, o tonda yükselmişi gibi devam ederken, bu sefer de sırtım o yöne dönük olarak, öbür omuzumdan vuruldum. Yine büyük bir acı. Bunlar, genel olarak TELEGRAM hüneri, faili belirsiz eserlerini sergileme işi. Beni vuran ışığı, bir seferinde kızıl-kırmızı, diğerinde mavi-yeşil diye hatırlıyorum.
*
KARTAL... “Siğil atma” dedikleri bir dikkatli bakışla, o ânda gövdemin hedef aldıklarını sandığım noktasından vuruluyor, acı duyuyorum. Bunu, onların doğrudan nazar atmasına, bu güçte olduklarına yoruyordum. Kapının açılıp kapanır deliğinden-mazgalından, yemek geldiği, mektub verildiği, soru sorulduğu zamanlarda, yahud ziyaret yerinin ziyartçileri ve beni gören pencerelerinden, o koridordan geçerken bana attıkları bakışta, o tesir. Âlelâde bir bakış değil de, meselâ düz giderken birden başını çevirip dikkatli bir bakışla yaptıkları iş. Bir ceylânın kurşunla vurulması gibi. Gayet soysuz şekilde yaptırılanları da oluyordu: Meselâ, yemek dağıtımında yanlarına yardımcı aldıkları mahkûm çocuklarla. Ya yemek verilirken o ânda gövdemin bir tarafından vuruluyorum, yahud “ağabey Mahkeme’ye gideceğim, param yok” veya “sigaram yok!” ihtiyaçlarına cevab vermek üzere onları almaya giderken arkamdan vuruluyorum. Tek noktadan darbe ve yanma hissi. Acımı belli etsem veya mukabil bir tavır göstersem, bozacı ve şıracı beraber olmanın yanında, akabinde isbatı kabil olmayan bir durumdayım; çünkü arkalarındakiler de, onların bozacı veya şıracı suç ortakları olarak, sadece sırıtacaklar. Malûm ya, bende denge yok(!)... Mazgalın kapanışından sonra klâsik: “Ağabey sırtından vurdum!” veya gardiyan yanındaki arkadaşına, “iyi vurdum!”... Ziyaret yerinde, beni o pencereden görüşe saklamak için, ziyaretçilerimin perde olması, canımın yandığını bilmeleri ve ürktüğümü görmelerine mukabil, “ne bakıyorsun?” gibi saçma bir lâf sayılacak tepkinin devamında, neyin iddiası ve isbatında bulunacaksın? Şimdi isbat gerekmez bir durumda olduğumu bilenler biliyor, anlayan anladı: Adamın bana baktığını gördüğüm ânda, bunu algılayan TELEGRAM cihazı işleticisi, ânında BETATRON vuruşunu yapıyor ve sen o hüneri bakan adam yaptı zannediyorsun. Böyle bir şeyin yapıldığı, en azından benim için, cihazın varlığını söyleyecek kişilerle isbata lüzum olmadan anlaşılabilir: Öyle ya, TELEGRAM’ı benden başka anlatan kim? Sanıyorum anlaşıldı: Cihaz, resmî olduğu kabul edildikten sonra birşey yapılıp yapılmadığı meselesi başka, mesuliyeti başka şey, bir de yapılan şeyin cihazına göz yumarak meseleyi burada
körlemek başka şey... Şimdiki durumda, ne cihaz, ne de resmiyeti kabul edilmiyor, çünkü bu işkencenin resmîliği mânâsına geliyor. Ben bu satırları yazarken, NYMPHALAR komik bir lâf ediyor: “Resmî yola başvur!”... Ah! Elektromanyetik dalgaları bir yakalayabilsem ve şu söylediklerini olsun bir duyurabilsem. “Minareyi çalan kılıfını hazırlar!” hesabı, kendilerinin ve cihazlarının kılıfı, resmiyetlerinin olmayışı ve resmiyetin bunu böylece kabul etmesinde.
DÜŞVARİ: 18 KASIM 2010
NYMPHALAR, 5 senedir gece gündüz beni, ailemi, baba evini, akrabalarımı, komşularımı ve komşularını, tâ küçük yaşlarıma kadar giderek arkadaşlarımı ne kadar iyi tanıdıklarını, beni bir kuşatılmışlık hissine düşürmek için sayıp döküyorlar. Son vardığımız nokta, (1) sene kadar önce şuydu ve hâlâ devam ediyor:
— “Bana Genelkurmay Başkanı’nın babasının adını söyle!” — “.......”
— “Bana Jandarma Genel Komutanı’nın eşinin adını söyle!” — “........”
— “Bana filân Bakan’ın babasının adını söyle!”
— “........”
— “Bana Emniyet Genel Müdürü’nün adını söyle!”
— “..........”
Duruma göre, hanımının, çocuklarının, dede ve ninelerinin, hattâ bizzat filân makamdaki adamın isminin onlar tarafından bilinmemesi, yine mevzuuna göre onları mat ettiğimin resmidir. Gece gündüz, beni aşağılamak, şimdilerde şaka olan, “bana öğrettikleri” hâdise içyüzleri sırasında, zannedersiniz ki Devlet ve işleyişi, en büyüğünden en küçüğüne kadar öyle dakik bir incelikte zekâ eseridir ki, benim hayatım baştanbaşa bir zavallılık örneği iken, –istihbaratın dehşetengiz bilgisi altında beni eziyorlar ya!–, yeri olsun olmasın, sözkonusu zevat en üstten en küçüğüne kadar karşımda yeri olmayan bir teville, tabiî ki uçuka doğru bir eksiksizlikle, zihnime servis edilmekte... İşin içinde, spordan, fizikî güçten, edebiyattan, felsefeden(!), iç ve dış politikadan, akla gelir gelmez neler neler var. Oradan oraya sekerek, mesele döner dolaşır, belden aşağı buluşlar hâlinde çevremde odaklanırken, işin içinde devamlı olarak test edilen cesaretimde düğümlenir. Ben de, baştan beri söylediğim üzere, “benim ahlâkımın üstüne ahlâksızlığınızı kurmayın!” ifâdeme uygun olarak, ayıptır söylemesi, hiç fena değilimdir. Her seferinde, yiğitliği bana ısmarlayarak, “yazsana!” derler. Yazmamam, enayi olmamam değil de, bir demagojiyle beni sinirlendirme malzemesi olarak cesaretsizliğim diye tekerlenir durulur. Cevabım değişmez, –zaman zaman bu hayaletlere bağırmak ihtiyacıyla havalandırma penceresinden de seslenerek–, onlara ortaya çıkmalarını, hattâ hiçbir mazeret ileri sürmeden, onlar ne dedi ve ben yücelerinden başlayarak onlar hakkında ne dediğimi imzalayacağımı söylerim. NYMPHALAR’ın kendi mantıklarına bire bir uygun olması bir yana, daha da sağlam ve işlek bir yoldan “edindiğim bilgiler”dir bunlar. Ayıptır söylemesi.
*
Hürriyet gazetesinde çıkan bir haber, NYMPHALAR’ın, meselâ ev halkından birinin giydiği ayakkabı numarasını bilmelerine kadar herşeyi, terörle mücadele(?) adına sürüsüne bereket lâflarının komikliğini, bir çırpıda gösteriverdi. “Mânâ ordusunun bir kısım askerlerinin” dürtüklemesi eseri. Böyle durumlarda yüzlerce defa, Cezaevi’nin güvenliği ile, benim tek kişilik hücrede kontrolumun ne mânâ ifâde ettiği bir yana, bu söylediklerinin terörle mücadele ile ne alâkası olduğunu sormuşumdur. Bilgi ve faaliyetlerin, tehlikeli veya tehlikesiz durumlara nisbetle, hamaratlık farkını alaya alarak. NYMPHALAR resmî bir iş sahibi değiller; hem
yaptıkları iş, hem meslek açısından. Doğruyu Allah bilir. Belirttiğim sözler çerçevesinde, ben de, alay-şaka karışımı: “Siz de telefon dinlerken emekli olacaksınız!”... Bu sözümde, onların karşısında benim durumum da var. Hâni onları, “telefon sapıklarına!” benzetmem gibi; gece gündüz kafamı ütüleyen.
*
Haber: 4 Haziran 2009’da Ergenekon’un tutuklu sanıklarından Levent Göktaş’ın avukatı Serdar Öztürk, Ergenekon örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle gözaltına alındı. Avukat Öztürk’ün bürosunda bulunan İRTİCA İLE MÜCADELE PLÂNI’nın altında Albay Dursun Çiçek’in ismi ve imzası yer alıyordu. Telefonları dinlenen Dursun Çiçek için, 16 Haziran 2009’da, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ve İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tekrar telefon dinleme gerekçesi Serdar Öztürk’ün bürosunda bulunan plândı. İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesi hâkimlerinden Tuncay Aslan, telefon dinleme kararını tasvib etti. Fakat daha önce telefon dinleme kararlarında ismi bulunan Dursun Çiçek ile, son dinleme kararındaki Dursun Çiçek’in telefon numaralarından, adresine, kimlik numarasına kadar bütün bilgileri farklı idi. Sözkonusu kişi bir inşaat işçisiydi ve 6 ay boyunca Albay niyetine dinlenmişti... Daha önce: Ergenekon iddianamesinde, Albay Dursun Çiçek’in, Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner ile toplantı yaptığı, Mazlum Konak Oteli’nde kaldığı belirtiliyordu. Oysa bu Dursun Çiçek’in, otel müşteri listesindeki 33 yaşında İŞADAMI olduğu ortaya çıkmıştı.
*
33 yaşındaki İŞADAMI Dursun Çiçek hakkında, “niye yanlışlık yapıldığı”ndan başlayarak, NYMPHALAR gibi bir sürü kurgu yapabilirim.


Baran Dergisi 205. Sayı