MATLA’ Beyit: Keşide kaşlarına hatt-ı Mîr-Alî derler / Yâ Zü’l-fikâr ile resm-i siyencli derler —(Şeyh Gâlib)… “Uzun kaşlarına Mir Alî hattı derler —Veya Zülfikâr kaşların çizdiği resim derler.”

*

İSLÂM Halifesi. (Halife; ardından gelen… Şimdi, geçmişe nazaran istikbâl; sonra, şimdiye nazaran istikbâl): 922: NAKŞÎ Necib Fazıl Kısakürek… MUZTACİ’-Yan tarafına uzanan, yan tarafına yatan. (LEVHA: 25 Haziran 1985… Sapanca Gölü. “…” Ve yan tarafına uzanmış, büyük bir tepe cüssesindeki muazzam MERYEM Ana heykeli!): 922: İŞTİRAK-Ortak olan. Bir işte yer almak. Bir lâfızda birçok mânâlar müşterek olmak… MERYEM-İsâ Aleyhisselâm’ın annesinin adı. Süryanice’de “hadim” mânâsına gelir. (Hadim, “hizmet eden, hizmet edilen” ve “ruhî yapışılanda kendinde kuvveti bulmak”tır): 290: İSÂ-Mehdî Muhammed… NEF’İ’den bir beyit: “Devr-i zamân-ı Ahmed-i Muhtarı andırır / Şemşîri Zülfikâr-ı Alî’den nişân verir”… AHMED-İ Muhtar: Seçilmiş, üstün Ahmed mânâsında, Allah Sevgilisi’nin isimlerinden ikisi… ZÜLFİKÂR-İki parçalı, ucu çatal gibi. Hazret-i Ali’nin kılıcının ismi. (Zu: Sahib… El: Harf-i tarif… Fikâr: Yarık, çatlak. Delik.): 1118: MESİH-Birşey üzerinde el yürütmek, o şey üzerindeki eseri gidermek. “Tozu almak gibi”. İSÂ Aleyhisselâm’ın, mesh ile hastaların hastalığını gidermesinden dolayı vasfı… HALFE-Yemin etmek, and içmek: 118: ÇOCUK. (Faal güçleri kendinde toplayan)… HIM’-Kurt. Sırtlan. Ezel. (Siccin: Daim olan tabiattan… Ezel, evveli bilinmeyen zamandır; İsâ Aleyhisselâm, Allah’tan gelen ruhun-kelimenin Cebrail Aleyhisselâm tarafından Hazret-i Meryem’e üflenmesiyle, siccin denilen tabiattan yaratıldı… AYN harfi, Allah’ın BÂTIN ismine ve mertebede KÜLLÎ Tabiat’a işaret eder): 118: HASAN-Güzel. (Ruhla idrak edilen)… LEFH-Yakmak. Vurmak. Nüfuz etmek. Fakirlik. Fâni olmak. Karga. (Keraker-Karga. Siyah renginden dolayı Kur’ân’da ululukla vasfedilmiştir: 441: Telezzüc-Yapışkan olma. Çekilip uzanma… Kısakürek: 441: Salih Mirzabeyoğlu… Harak: Ateş, yakan. “Harika”: 308: Arvasî): 118: MÜLÂZIM-Bir kimseye bağlı olan.

*

İSÂ-MEHDÎ Muhammed: 293: Şeyh Galib’in bir MATLA’ Beyti’nin ilk mısraı. (Husûl-i akla teklif olmasa divâne kalmaz hiç… Aklın üreme ve türemesine teklif edilen olmasa, divâne kalmaz hiç!)… ŞEYH Galib’in MATLA’ Beyti’nin ikinci mısraı. (Harîm-i aşk mestur olmasa bi-gâne kalmaz hiç… “Aşk haremi örtülü olmasa, kayıtsız kimse kalmaz hiç!”; ehl-i kalbin “zevk etmeyen ne bilsin!” dediği, muhal farz “idraksizlik olmasa” - örtülülük, idrak derecesine nisbetle… Mestur-örtülü, gizli: 706: Fikir Kahramanı): 860: TENKİŞ-Nakşetme, nakışlama, resim çizme.

*

İSLÂM Halife(si): 852: MÜBEYYEZ-Meydana çıkarılmış, açıkça söylenmiş. Bildiren, açıklayan… RUHAMÎ-Mermerden yapılmış, mermerle ilgili. “Ruhama, rahim olanlar, merhametliler, esirgeyenler”. (Abdülhakîm Koltuğunu hatırlayınız): 851: DAİN-Doğruluk. Maden. Asıl… KAZZAN-Pire. Bit. Zirve. Yapışmak: 851: MAGİZ-İçinde ağaç bitmiş su birikintisi. (Vakt-içinde su biriken çukur: 506: Nakşbend-Nakşeden, resim yapan… Erdiş-“Tesir edici eser”: 506: Müstecab-İstediği kabul edilmiş. Duası kabul olunmuş.)

*

KEŞİDE-Piyango vesaire hakkında çekiliş. Çek vesaire hakkında, çekmek. Yazıda, harfi uzatmak. Tartılmış, ölçülüp biçilmiş, tertiblenmiş, dizilmiş. (Keşide kaşlarına “hatt-ı Mîr Alî” derler: 2448: Ehl-i Beyt… Halît-Buz. Kırağı. Dolu. Sevinç: 448: Müteebbih-Kendi kendini hazırlayıp yetiştirmiş kimse. “Yevmiye: Hiç kimseye hiçbir şey borçlu değilsin!”… Musa Mirzabeyoğlu. “Necib Fazıl Kısakürek”: 448: Tebzil-Delme. Yarma. Fikâr. Çok azimle bir işe başlamak, kendini adamak… Muharrir: 448: Mehtab… Ahmed-i Farukî. “İmâm-ı Rabbanî”: 450: Abdülhakîm. “Büyük ebcedle”… Hatt-ı Mîr Alî: 969= 1968: Mehdî Salih İzzet Mirzabeyoğlu): 339: MUHASARA-Etrafını kuşatan. (Rabıtada velinin iki kaşı arasına odaklanmak, böyle tahayyül etmek, kaşın “kuşatan-küna” oluşunu gösteriyor; çehrenin iki kaş arasından hayâliyle kuşatılması, feyz alınması)… SİYENCLİ-Çevrilmiş, çevrelenmiş. (Resm-i siyencli: 463: İhtican-Duvar yapma, bir şeyin etrafına çit çekme. “Dil kurma, tertibi kelâm etme”… Cüst-Araştırma, arama: 463: İfrat hâlde tecrid. “Noktasız harfler”… Büthal-Hayret eden, hayran olan: 463: İctinah-Secde. Hayatta’nın bir tarafa temayül ederek arzuyla koşması. “Hayat: Avlu”… Cest-Sıçrayış, atlayış. “Pire”: 463: Mehdî Muhammed Mirzabeyoğlu. “Muhyiddin-Dini ihya eden. Dini ihya eden, yaşanmaya değer hayatı ihyâ edendir, gerçek hayatı ihya eden): 163: TEZNİB-Bir şeye ilave… CUMUDİYET-Büyük buz dağı. Aysberg. (Meser-Buz. Soğuk: 300: Meser-Sevinç. Sürur… Soğuk gözyaşı veya soğuk soğuk terlemek, nefsin şuurlu şuursuz Hakka yapışmasından doğar; fikrin sahicileşmesinden… Resm: 300: Fikir): 463: VEZANET-Fikir ve görüş isabeti. Ölçülü olma. (Meserre: Sevinçler, sürurlar… M-Esere: En güzel şey kendisine verilmiş olan Allah Sevgilisi… M-Esere: İhtiyar etmek, seçmek. İkram etmek… Esere: 706: Fikir Kahramanı. “Allah Sevgilisi’nin zeyli, O’na yapışmış eki”… Veşt-Güzel: 706: Mahlul-Delinmiş. Halledilmiş iş. Yetiştirilmiş. Koparılmış.)… YA Zü’l-fikar ile resm-i siyencli derler: 2082: İMAM-Öne geçmek. Önder. Delil ve rehber. (YA, “veya, olumsuzlama, evet, tasdik, hüküm, şaşma, şimdi” gibi mânâlara gelir: 11: Deca-Horoz. “Mahzumoğulları’ndan Hâlid bin Velid’in, Horoz mânâsına gelen Ebu Süleyman lâkabını hatırlayınız”… Ezecc-Uzun ve ince kaşlı. Keşide kaşlı. “Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin kaşları”: 11: Azm-Büyüklük, ululuk)… KÜBAŞ-Başı büyük erkek. (Üstadım): 83: MEHDÎ Salih Mirzabeyoğlu. (Zevata-İki zât. İki sahib. Çift: 108: Hakk… Mirzabeyoğlu: 1302: Kaptan Kusto Müslüman-Noktalı harflerin ebcedi ile.)… DÜZİNE-Oniki parçadan meydana gelen takım. (Rüyâda gelen, Said-i Nursî Hazretleri’ne âitmiş bir yazı: “Oniki sığır yavrusundan biri, mucize beyanıdır!”… Kaş’ın “kılıç ve Hilâle” benzetilmesi veya bunun tersi, Zülfikâr “kaş” benzetmesine uğrayınca ucundaki yarık kısım Allah Sevgilisi’nin Ay’ı iki şakk etmesi mucizesini de hatırlatıyor!): 82: ARİZÎ-Takdim ile ilgili. Takdim eden. “Oniki kişi”.

 

ŞİFRE 

(MAKSADA ULAŞMA)

 

MATLA’ Beyit: Söz cihân içre ne gülşen ne gülistan almada / İş hemân âguuşa bir serv-i hırâmân almada —(Nedim).

*

ŞİFRE, ehlinin çözebileceği ve anlayabileceği, şiirden misâl, bir “saklama sanatı”dır; saklama, Üstadım’ın verdiği misâlle, “ağzındaki şekeri güyâ saklarken yanağının şişkinliğinden belli olduğunu anlamayan çocuk gibi!” değil… Şu mevzuda şöyle, bu mevzuda böyle, meseleye dönünce terkib bahsinde “onun aleyhine işlemeyen” bir tahlile girer… “Aleyhine işlemeyenden” murad, ondan fazla ve çarpıtmayandır; bu izâh bile, bir kapalıdan bahsederken ve onu açarken bile, yine izâhı gerekene çattığımızı gösteriyor ki, bu, “leb demeden leblebinin anlaşıldığı” bir idrak vasatında, izaha hacet olmayan bir bütün yutmayı gösterir… Ne var ki, umumî olarak, “bu iş ne izâhla olur, ne izâhsız!” sırrı da hep bâkidir… Uzatmayalım: “FELÂH, dindeki gizliliklerin açık edilmesidir… Yapılması gereken dururken, faydasız kolaya sapmanın bir anlamı yok… Mevzuumuz belli, onun üzerindeyiz!

*

ŞİFR. (Arabça): Sıfır. Delik. Kun. “Abdülhakîm Koltuğu”: 580: İSTİFLÂH-Maksada ulaşma. Felâh bulma, kurtulma… İFTİHAS-Gerçeği iyice araştırıp, içyüzünü bulma. (Bu mevzuda ikinci olmayan ve ikincisi de olmayan bir VAHİD-İ Kıyas’ım)… TESLİF-Takdim etmek: 580: ARÎŞ-Takdim edilmek. (Hem takdim olduğum, hem takdim ettiğim mihrak şahıs ve davaların ana şifresi, gaye İslâm, “Kaptan Kusto Müslüman-Dünya Çapında Bir Hâdise” terkibindedir)… MÜLTEKÎ-Kavuşan, buluşan, birleşen: 580: ŞEFR. (Arabça)-Kenar. Ferd. Nefs. (Kenar: Çevre. Kıyı. Sâhil. At kişnemesi. FİKİR sesi. Nihayet. Son. Çember, kuşatan. Etrafı çevrilen şey. Kucaklama, kucağa alma… Ağuş-Kucağa alma. Sığınılacak yer: 1307= 308: Arvasî… Ağuuşa-Kucağa alma. Sığınılacak yer: 1312: Mirzabeyoğlu… Yevmiye: “Bize ağuşunu açmış, takdirkârıyım!”… Üstadım, NECİB FAZIL’LA BAŞBAŞA isimli eserim için gıyabımda böyle söyledi!)

*

ÜSTADIM’dan: “Ne tecrid terleri döktüm nelerden!”… CİPHER. (İngilizce)-Sıfır. Şifre: 224: RAHMAN Sûresi 19 ve 20. âyetleri - MEHDÎ… İLM-İ Ledün. (Allah’ın KÜN-Ol emrinde gizli “vav” hâlinde bulunması bakımından “şer’i olmayan” ve Allah’ın VEHBÎ yoldan kuluna bahşettiği “gönül verimi” ki, “şer’i olmayan”dan kasıd, umumî değil, ehillerine hitabı yönündendir ve verim Allah Sevgilisi’nin nefsinde bulunan olarak mutlak Şeriate uygundur; ölçü Şeriat, ama ehlinin idraki veçhile.): 224: MUHAMMED. (Büyük ebcedle)… ŞİFRE: 585: ŞER’İYYET-Şeriate uygun… MUNTAZAR-Ümit ile gözlenen. Beklenen. Gözlenilen. (Bir velinin, “ben Allah’ın beklenmeyen inayetlerine aşıkım!” demesindeki, tüm nefsi arzu ve açlık kesilmiş bir havuz, aksi mümkün olmayan bir bekleyiş ümidi içindeki hâli): 590: MUNTAZIR-Bekleyen. Gözleyen.

*

ŞEFRE(T). (Arabça): Şifre. Ustura. Bıçak. (Sult-Nur. Keskin kılıç: 150: Mehdî Muhammed): 980: ŞERİAT… İSTİKBÂL İslâmındır. (Bek’-Karşılayıp istikbâl etmek: 92: Muhammed)… Bulunan, çözülen ve çözdükçe çözülecek olanları meydana çıkan MAKSADA ULAŞMA Şifresini, ÖZET olarak ortaya koymuş bulunuyorum… ÖZET: 414: DERREÎ-Bilmek. Deniz. Sırf hayır. Zât. Nefs. “Ben kimim?”

*

MATLA’ Beyt’in Birinci Mısraı. (Söz, cihan içre ne gülşen ne gülistan almada!): 1507: TASVİG-Kalp şekline koymak. Batırmak. (Şekil veren ve kendi şekil olmayan hebanın kendine düşen sureti kabulünden bahis, nasıl aynada suretin görünmesiyle onun varlığının bilinmesi ile anlatılıyorsa ve burada sureti kuşatanın ona nüfuz edici mahiyet olarak “şekil” diye ifâde ediliyorsa, bu nüfuz edici, “batırmak, darbetmek” mânâları ile de yerine geldiğince kullanılabilir!)… LEVEAT-Mecazî aşktan gelen iç yanıkları. Yürekten gelen acılar: 507: MÜSTE’DİB-Bilgi ve edeb öğrenen… MÜTESECCİD-Secdeye kapanan, secde eden: 507: VESAYET-Vasilik. Vasiyet. Tembih, emir. Tavsiye… MUSA Mirzabeyoğlu: 1507: SEYYİD Fehim Arvasî.

*

MATLA’ Beyt’in İkinci Mısraı: 3164: NOKTA-Benek. Durak. Mevki. Mahâl. Durak işareti. Cezm, tutar. Yüzde veya vücutta olur kara nokta, “ben”. (Hâl-i Siyah: Ben, nokta: 707: Fikir Kahramanı)… DESAK-Bir kabın dolduktan sonra taşması: 164: KELİMULLAH-Allah’ın hitab eylediği zât. Hazret-i Musa’nın ünvanı… RAHMAN Sûresi 19 ve 20. âyetler: 3165: SAYDANÎ-Tilki. “Gönül”. Mülk… İN’İDAM-İdama gitme. Mahv olma. Yok olma. (İ’dam-Devam ettirme. Yapışma: 116: Avn-i Şeriat-Yenileyen, Şeriati ihya eden… “İdam-nefs” tâbirinde, nefs’ten kasdın “beden” olması yanında, onun tezkiyesi ve nefs’in Allah ile Halk âlemi arasında Berzah niteliği - “ruhu kabul etmiş nefs”in bu sıfatı, aynı zamanda sözkonusu hâlde onun “malik ve hükümdar” vasfı “bedeni binek” gösteren keyfiyetiyle var; “Hani’-Karısını boşamış erkek, erkeğini boşamış kadın”, nefsin “tesir edici eser” hüviyetiyle, cinsiyet hâlindeki bedenden ayrı “kabil-kabul edici, dişi” mahiyetini gösteriyor… Nakibe-Yerine kaim olan. Nefs. Akıl. Ruh. İp. Ölüm: 167: Nisvan-Kadınlar… “Nefs BİR’dir” denilen hakikat, “ruhun bedenle birleşmesinden sonra doğan senlik benlikten” önce ve şayet “Arş üstü emirler âlemine kavuşan” bir şuur oldukta bilinen… Hanî; hanlığa, hükümdarlığa âit… Hani’: 721: Mirfat-Bir olmak, birleşmek… Halis-Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Pek beyaz. Lâtifleşip mücerredleşmiş. Evvelce kusurlu iken, beden arzularını tasarrufuna almış, kusuru zâil olan kul. Her âmeli yalnız Allah’ın rızası için işleyen: 721: Halas-Kurtulma. Selâmete erme. Felâh bulma… Müfezzaz-Gümüşlü. Gümüşle süslü. “Bâtın yolu”… Savlec-Gümüş. Misk: 129: Salih-Lâtif… Halife: Arkadan gelen. İstikbâl. Birinin yerine geçen.): 165: SAİD-Yukarı çıkan, yükselen… ABDÜLHAKÎM Koltuğu: 722= 1721: HASTAHÂNE. (Gıdası bâtından dünya.)

*

SERV-İ Hıraman, Servi’nin mezarlık ağacı ve “hıraman”ın da “nazla yürüyüş, nazlı edâ, mübhem hâl, bilinmez durum” mânâsı ihtiva etmesi sebebiyle, “servi”nin “sevgilinin boyu bosuna” sembol kullanılışıyla tezat görünse de, biz Nedim’in ikinci mısraındaki ifâdeyi mezarda yatanların diri olduklarına inancımız yönünden “hareketsizlikte hareket” niyetiyle değerlendiriyoruz; ağaç, yerinde sabit ve hareketi az bir canlı ya… SERV-İ Hıraman, yâni “Sevgili’nin nazlı bir edada yürüyüşü”, mezar başına dikilmiş Servi-selvi ağacının, ölümün iyi bilinişi zannına ve ölümün “sevgili” oluşuna da, “dua yerine geçen” bir iyi niyet sembollüğüdür… SERV-İ Hıraman: 159: ZAMANİYAN-İnsanlar. Beşer. (Zaman: Zeman. Dil, lisân… Dil: Gönül… Zamanın maksatlılığı, “bir gönül işi, gönül işleri, bir sırra açlığınla nüfuz, onu ağuşuna alma-nefsine sindirme” işidir; dış yüzden “ne gülşen, ne gülistan almada”… Lisân da, aslın aslında, zamanın maksatlılığının hakikatine ermek için var!)… TELEGRAM ile İsmim aynı ebcedte; Matla’ Beyt’in toplam ebcedinde!

 

TELEGRAM
FEYLESOFİSÎ

 

SALİH İzzet Erdiş: 1674= 675: TELEGRAM-Uzaktan nakledilen sözlü ve görüntülü haber, beyinden kapılan sözlü ve görüntülü haber. Zihin Kontrolu kasdıyla söylediğime göre, genel ifâdeyle “elektromanyetik dalgalarla” becerilen ve genel bir ifâdeyle haber; sözün tabiî telkini içinde ona bağlı imaj olarak beliren veya basbayağı görüntü ki, uykuda rüyâdan fazla (sun’i) oluşu, uyanıkken tabiî hayâlden fazla (sun’i) oluşu farkedilen. Benim yönümden böyle olan ve basbayağı kamera gibi beynimden alınanın orada nasıl idrak edildiği ise meçhulüm olan bir şey. Niyet şu veya bu olabilir, bende kontrol ve istihbarat amaçlı tatbik edilen… Bedene, –bedene âit içyüze, cinne–, kısaca nefsin bedene âit yönüne tesir eden, müessir olan, bir kabul edici; ihsasların belirttiğim ciheti bakımından, “hasse-beş duyu” organına gönderebilen ve aynı yoldan toplayabilen… Toplam beyinde; nefsin, bedenin bahsettiğim mahiyetinin her yerine şâmil demektir… AVRET-Kadın. Kabul edici. Dişi: 676: İDLİHAM-İhâta edip kaplamak, bu mânâda galib olmak. Beden, nefsin iyi veya kötü kullandığı bineği, idaresinde ya… ŞEYH Gâlib’ten bir MATLA’ Beyit: “Bir gün o kâfir ehl-i dile terk-i kîn eder / Hatt-ı siyah-ı gamzeye din telkin eder!”… Sevgili’nin nazlı veya kayıtsız edasının aşıka verdiği zâlim ve zulüm hissi, onu kâfir diye nitelemesine yol açarken, ümit, bir gün kini terkedeceği ve terkibi ifâdeyle “Hatt-ı siyah-ı gamzeye: Zihin ve anlayış meydana getiren müdrikeye” din telkin edeceği; arzusuna uygun olanı… Sevgili ile seveni (gönül ehli) arasında bir bağ ve tezadı terennüm eden diye de okunabilir bu beyit, mecazi olarak şeyh ve gönül vereni arasındaki, neticede gamı da besleyici, hani “madem zulmediyor bırak”a girmeyen bir dava olarak “gönül maceraları”na giriyor; müdrikeye dair bir cezb… Bakış, kağıdın öbür yüzüne olunca, “papazın örtülü olan imânını selâmlama”ya döner ki, küfrün kaynağını bilme işi olarak basbayağı kâfir bile bilmeksizin ehline Allah’ın hikmeti olarak din telkin edicisi olur… Mevzumuz TELEGRAM: Makine bilmecesinin beden ve zihne tesiri bakımından en yakından görüneni olmasıyla, varın MATLA’ Beyit’e kıyas edin. TELEGRAMCILAR’dan değil, doğrudan TELEGRAM’ın üstümdeki tesirinden, mahiyetinden bahsediyorum. Razı değilim, ama hayat bu. Zihin kontrolunu, zihnimde bâtın kahramanlarının hikmetleri ile TELEGRAM karşılaşması hâlinde defalarca anlattığım hatırlanmalıdır!

*

TELEGRAM’ın imha edici zamanlarından kalma bir his tesbiti ki, hayatının zor ve bezdiricileri ile karşılaşıldığında her insanın tanıdığıdır: “TELEGRAM’ın en iyi tarafı, insanın zamanın geçtiğine sevinmesidir!”… TELEGRAM’ın hususiyeti mahfuz… Tam 13 sene geçti… Geçen zamana sadece kuru bir geride kalmışa değil de, mesele halli içinde bir “nefs muhasebesi” gerçekleşmesi diye baktığımda, gençliğimde pek sık söylediğim bir söz geliyor aklıma: “Önemli olan, geriye baktığın zaman ağlamamakta!”

*

LESKOFÇALI Gâlib: Nâ-muradım meyl-i esmâr eylemem bu bağda / Sanma dest-i himmetim ey serv-kad kûtâhtır… “Muradsızım, meyve devşirmeye meylim yok bu bağda — Sanma himmet elim kısadır ey servi boylu!”… Muradsızlık, velinin Allah’tan ne olursa güzel bulduğu “melâmi meşreb” hâlidir ki, Allah’ın her istediği olmak üzere “tasarruf kudreti” verdiği bir velinin “15 senedir bu hâlde tasarrufu da O’nun isteğine bıraktım!” dediği, LESKOFÇALI Gâlib’in beytinde okuduğunuz üzre… “Veli’nin hâli kerametin kendidir!”; muradsızlık, şeksiz şübhesiz Allah ve Resûlü’ne yapışmış velinin, hiçbir şeye gücü yetmez görüntüsü içinde aslında topyekün MALİK oluşuna işaret… DEST-İ Himmet: Himmet ve gayret eli, himmet ve gayret gücü… SERV: Selvi ağacı, güzel boy. Cömertlik. Mal arttırmak, çok meyil. Suyun çok olması. İlim. Arzu ve iştihası çok olmak… KAD: Hüzünlü. Engel olma… Maddi ve mânevî ilimden, maddî ve mânevî varlığa kadar herşeye iştahsızlık, bu âcizlik değil sözkonusu olan; himmet elini kısa sanma, “kutah” bilme, Allah’ın mutlak rızasına teslimiyettir bu hâl… HALİFE: 721: TIYSAR-Sivrisinek. Arslan… HALİFE’nin “arkadan gelen” oluşu, “istikbâl” mânâsı, istikbâlin “gerçekleşmeden önce mümkün olma özelliği” ile var olması, gerçek olmayanın “ha aslan ha sivrisinek” birliğidir ki, ders, mücerretler dünyası kemmiyet kıyaslarına girmez, sadece “zât sırrı neyse o” son sözdür… “Herşeye gücü yeterken, hiçbir şeye gücü yetmemek”; AKL bunun neresinde ki, kul akıl ile Allah’ı imtihan eyleye?.. Akıl bahsinde zırnık pay sahibi olmaksızın, “Allah, kendisinden daha büyük bir varlık yaratabilir mi?” diye işi kemmiyet hesabına döktüğünü de bilmeyen akıllı(!) geçinen, kendi hâlinin izâhını da bize yıktığının farkında mı? Doğru hastahâneye… İlk soru: “Büyük ve küçük lâfzından hangisi daha büyük?”… KELÂM’ı kullanıyorsun da, bu bahisten payın ne?.. ŞEYH Gâlib: Mezak-ı âşıka zehr-i gam u itâb leziz / Gelir dimağına mestin veli şarâb leziz… Bu MATLA’ Beyit: “Aşık zevkine gam zehiri ve azarlama leziz — Gelir dimağına mest velinin şarab lezzeti!”… Çünkü Allah’tan gelen gam zehiri ve paylamada, O’nun sadece rızasına meftun olan velinin “ego-benlik”ine düşen bir pay olmadığı için ona daha hoş; hâni zehir yersin bal gelir… FİKİR davasındayım: TELEGRAM aracı ve onunla iletilenleri neye döndürdüğüm, veli hikmetlerini tekerlemeye döndüren pişkinlerden olmadığımı ve büyüklerden hisseme düşeni göstermeye yeter… ARİZÎ kayıd içinde söylüyorum: Ben onların muradına kul, bir hediyeyim… UNUTMADAN: Şeyh Gâlib’in “gamı leziz bulan” tezadlı beytinde, “zıtların birliği” de kendi mizacında yaşanan olarak bildiriliyor. Mutlak tevhidin mümkün olmaması, Allah ile kul mesafesidir; hep ötelerin ötesinde olan ve aklın kabul ettiği MUTLAK Bir’in bile bu mânâda bir kayıd ifâde ettiği, nihayet İMAM-I Azam’ın kulun acz ilânı hâlinde “Şiddetle BİR” lâfzında bitirdiği mesele… Daha kendinden habersiz kulun, Allah’la yaratabileceğini kıyası, kıyas ölçüsü bile yok, nasıl?

*

Vücudun verimi olmakla beraber ona benzemeyen kıl neyse, ilim ve akılsız olmaz olmakla beraber onu aşan birşey, “sanat” odur; idrak buudu olarak, başta şiir ve sair nevileri ile… “Şair, gözü açık bir rüyâ görendir”, “gaibi çevrilmiş, ne getirdiğini bilmese de bir tecelli aynasıdır”; tecridi teşhis olan yerde, işe “felyesof-mütefekkir” tarifi girer ve şiir yerine hikemiyat… Şiirin her yerden ve mevzudan çıkabilmesi, hikemiyat için daha ferah… Bu hususları, TİLKİ GÜNLÜĞÜ ve şiiri “tevil ve tâbir”e sokarak, yâni tekerleme dışına çıkararak gösteren, fikir madeni hâlinde işleyen ve pratik yararın kullanabileceği bir sistem zihniyetiyle kullanıma arzeden benim… TELEGRAM’ı da, “pek marifetli ve hayrete düşüren” bir buluş olmakla beraber, basit bir “bana şöyle yaptılar, böyle ettiler”den çıkarıp, onu bir nefs muhasebesi sırasına çıkaran da; nefs muhasebesi nasıl bir “ruh ve beden” yönleriyle sözkonusu olabiliyorsa, TELEGRAM da “sun’i-cihaz” müessirliği ve kullananıyla, ben (Ruh ve beden) karşısında öyle - dış dünyadan gelen etki olarak… KISACA: Telegram’ı, tıpkı TİLKİ Günlüğü ve şiir gibi, “herşeyin başı kelâm”, hem cihaz ve nefs bilgisi bakımından, onun devrinin gerisi ve ilerisi için merkeze alıyorum - “cihaz” dediğim, teknik… Hani edebiyat, kelâm ilim ve sanatlarının hepsini kuşatan “çoğul” bir ifâde ya; edebiyatın hem maddi hem mânevî bu mânâsı, “Telegram’ın edebiyatla ne ilgisi var?” diyebileceklere… ÖLÜM Odası’nın en başından bugüne kadar olgunlaşmış bir hususun ismini koyuyorum: TELEGRAM Felyesofisi-TELEGRAM’la ilgili her malzemeyi toplayıcı ve onu kendi kendinden ibaret kalacak bilgi olmaktan çıkarıcı isim budur… HATT-I MİR-ÂLÎ hikmetinin hizmetine… Bir zamanlar ESTETİK’in felsefenin bir yan kolu olarak ele alınırken, sonradan mustakil bir felsefe hâline gelmesi gibi, TELEGRAM tek başına TELEGRAM FELYESOFİSİ’ne dönebilir!

*

HATT: Yazı. Resim. Rakam. Suret. Nefs. Alınyazısı… MİR: Amir. Bey. Kumandan. Vâli. “Ruh. Ulu”… ÂLİ: Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan… ALİ: Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Necib… LEVHA: Temmuz 1983… Bir, iki, üç… Yedi, sekiz… Çizgiyle yapılmış resimleri sayıyorum… Birden yanımda Avukat Harun… “Resim RED kökündendir!” diyor… Ben de hemen aklıma gelen şeyi söylüyorum: “Red İngilizce’de KIRMIZI demektir!”… Ve İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Marifetnâme” isimli eserindeki rüyâ tâbirleri faslında RA harfini hatırlıyorum… Ne olduğunu değil, sadece iyi olduğunu!

*

RED’: Geri verme, kabul etmeme, tepki… REDD: Geri döndürmek, geri çevirmek. Aksetmek. Bir şeyin karşılığını icra etmek… CERHETMEK: Reddetmek. Yaralamak. Bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek… RESİM, insanda nefsinden “müessire tepki” kopan oluyor… SİFR: Yazı. Mektub. Sıfır. Kırmızı. Sarı. Nefs. “He, mim”… Kırmızı, “doğru veya yanlış” idrak, sarı “hata-tezkiye edilmesi gereken nefs ki, bu mânâda hasta, eksik, hep tamamlanması ve tamamlıktan tamamlığa geçmeye namzed, bilerek bilmeyerek Allah’ı zikreden, Allah Sevgilisi’nin istese de istemese de kadrosu”na işaret… RAKAM-Sayıları gösteren işaret. Yazı yazmak. Bütün satıcı, bütün satan. (Vahîd’in her sayıda görünmesi): 340: MÜFEKKİR-Düşünme gücü… REFS-Ayakla vurmak: 340: FERS-Yırtmak. Yaralamak. Parçalamak. Öldürmek. Boyunduruğa almak… HARUN: Merhametiyle maruf ve kendisinde tecelli eden hikmet “İmâmî” olan Peygamber’in ismi… HARUN: İlerleyeceği yerde duran veya geri giden canlı: 264: SİRAC-Güneş ve ay mânâsına gelir. “Nur Saçan” meâlinde Allah Sevgilisi’nin bir ismidir. (Can, suya vuran ışığa benzer; tutulamaz, kelepçelenemez, ölçülüp biçilemez… Işığın, nurun sisi gibi olduğunu da gösteren bir misâl: Işığın ortasına oturmuş bir insan, ışığın 300 bin kilometre hızda enerjiye dönmüş madde olmasına nazaran, eğer ışık enerjisine dönebilseydi, yine aynı yerde olurdu; ışığın her yerinde bulunabilecek olmasına nazaran… SİRAC’ın HARUN ile tevafuku, “durmak veya geri gitmek”, NUR’un asli sahibine meyil anlamına; ezel idrakı, kabul edici nefsin bu vasfının ziyadeleşmesine sebeb.)

*

ALÎ Hikmet: İSMAİL Aleyhisselâmda tecelli ediyor. Allah Sevgilisi’nin RUHANİYETİ’ni hâmil olmasından… Babası İbrahim Aleyhisselâm tarafından kurban edilmek üzereyken, Allah’ın gönderdiği koçun kurban edilmesiyle de, meşhur Peygamber sadığı Peygamber; yani, “Peygamber olurum!” diye babasına sadık değildi… Bedene: Kurbanlık deve. Kurbanlık nefs… İSMAİL: 312: MİRZABEYOĞLU… FÜRFUR-Besili koç: 566: ARVASÎ. (Veli, nefsi feda olmuştur!)… ALÎ Hikmet: Herhangi bir mahlûkta Allah’tan şu vardır veya diğer mahlûkta da bu şey vardır denemez. Çünkü O’nun varlığı parçalanamaz ve bölünemez. “Yaradan’ın bir sırrı vardır, o da sensin!”… Eğer o sır yok olsaydı, Yaradan bâtıl olurdu-olmazdı. Mahluk’un varlığı ancak Allah ile mümkündür, mahlûk ise Allah’ın ezelî bilgisindeki varlığından başlayarak var olacaktır, vardır. Hiç kimse Allah’ın sıfatlarını eşsiz BİR oluşu bakımından kavrayamaz. Veliler, bu bakımdan EHADİYET’te tecelliyi, yâni isim ve sıfattan arî varlığın tecellisini kabul etmezler; ZAT-I Mutlak’ın tecellisine erebilmeyi. (Kulluğun son noktasına eriş olarak MİRAÇ’ta Allah Sevgilisi’nin iki yay kadar mesafede O’na mahsus yakınlığı, bütün Peygamberler’den ayrı mümtaziyeti olarak “Zâtî Tecelli” ile vasıflandırılmıştır!)… Mesele: Allah’ın delilinin İNSAN’ın kendi olması, onun Allah’ın mahlûku olan “yok” fikrinden başka bir Yaradıcısı olmayan yoktan meydana geldiğini iddia, yok’un zıddı olan var’ın tabiîliğidir ki, bu durumda BİR’lik olmaz - iki zıd birleşemez. Mahlûklar âleminde “zıdların birliğinden bahis, muhtelit, karma veya sır birliğinde birliktir” ki, yine zıddını davet eder… İNSAN hep vardı; bu husustaki izâhı, İNSAN’ın toplayıcı mânâsı bakımından bütün varlığa yay. Demek ki zıt-mıt yok, olan yalnız Allah… Mahlûk âleminde ise, birbirlerinden ayrılmayan birşey yoktur… Öyleyse, hem “Allah’tan başka olan yoktur - Herşey O’dur” ile, “O’nun hep ötelerin ötesinde oluşu”nun şâhidliğiyle hep BİR’e doğru iştiyak duyan insan… Allah’ın delili insanın kendinde ve durumu kendine sır olan insan; insan hayatta ve hayatı devam edecek!

*

DİVAN Edebiyatı şâirlerimizden NEF’İ’nin ilk müstear ismi DARRÎ imiş; sonra Hocası, NEF’İ yapmış… NEF’İ’de, hem nefyetme-olumsuzlama, hem fayda var; DARRÎ, bu mânânın hırçıncası… DARRÎ mevzuu ile ilgilenmemin sebebi, burada TELEGRAM dolayısıyla… DARRÎ: Zarar. Ziyân. Zararlı olan. Ziyânda olan… Darrî’nin bu mânâları adamına ve yerine göre değerlenir… Düşmanın Müslümanı öldüren kılıcı, onun yönünden fayda, Müslüman için zarar - diğer taraftan şehidlik nimetine ermesidir. İlâcı zehirden ayıran dozudur, bütün gıdalar kendine mahsus zehir ihtiva eder de, şu bünyede faydaya, bu bünyede zarara sebebtir; bir canlı türde faydalı iken, diğerinde zararlı. ZÜLFİKÂR’ın zararı kâfire, ama yine zararlı iken faydalı olabilecek mânâda ZÜLFİKÂR Müslüman’a; hani yeri gelir, “bir musibet bin nasihatten iyidir!” dersin. DARRÎ, hem yapıp ettikleri, hem Allah yolunda nefsin bizzat kendisidir. Menfi olmak bir tarafa, hep tekamül eden bir nefs bile olacak olduğuna nisbetle hâlde bir eksik-bir ziyânda. İNSAN, mutlak varlık olmadığı için, BİR olma iştiyakında olduğuna nisbetle ziyânda; ve velinin ziyânda oluşundan şikâyet, pek tuhaf, boşluğunu hissettikçe Allah’ın rızasına nüfuz bakımından hep kârda oluşu alâmeti. Ne kadar aç olursan, o kadar emersin. Herşeyden mahrum görünürken herşeye MALİK olanların hâline dâir, daha önceki nüshalarda bahsettik… ALLAH’ın güzel isimlerinden biri de, “dilediğine belâ verici” mânâsında ED-DARR… Allah’ın bütün isimleriyle Zâtı’nın murad edilerek seslenilebilmesi ve her isminde her ismi bulunurken “ER-RAHMAN: Nimet verici” isminin kuşatıcılığı, Allah’tan ne gelirse hoş bulan Allah dostunun durumunu açıklar; her kula Allah’ın isim ve sıfatlarından, bu küll’den münasib olarak birşey düşmüştür… Nasibler ayrı ayrı olduğuna göre, İSLÂM’a Muhatab Anlayışla İSLAM’a uygunluktan bahis şart, herkes kendi nasibini anlatabilir… TELEGRAM’da NYMPHA Ser’i SERDARRİ olarak (Şu kişi, bu kişi, TELEGRAM’ın tesiri, yahud cihaz) anlatmaya devam edeceğim; Fransızca bir tâbir, “Fauve-Vahşî, yırtıcı hayvan, kızıl, pas renginde”… Fauvizm de bir RESİM ekolü!

*

FAUST: Bilgi ve güç elde etmek için ruhunu şeytan’a satan bir Alman Gökbilimcisi’nin ismi olup, pek çok ortak büyü ve kâhin ifâdesi ona maledilmiştir… FAUSTULUS: Roma mitolojisinde dişi bir kurt tarafından büyütülen Remus ve Romulus’u eve götürerek büyütmesi için karısına teslim eden çobanın adı… FAUVİZM-(Fovizm): Kuralsız… “Yırtıcı hayvan” mânâsına gelen “fovizm”, resim okulu olarak –ki bu tâbir de ona aykırı!–, disiplin kabul etmemek, zihnî davranmamak, herşeye aykırı olmaktır. Sanat, herşeyden önce tabiî duygu refleksi, tepkisidir, denetimsiz içten davranıştır. “Çizgiler ve renkler tablonun yapıldığı ândaki –ânî!– duygunun abartılmış görünüşüdür. Resimlerinde renk daha büyük önem taşır. Fovistler, değişik renkleri nota gibi, saf ve çiğ tonlarıyla kullanırlar; çok vurucu renk tezadları ile boyarlar… Dış dünyadan gelen maddî ve mânevî her tesire, denetimsiz bir ben tepkisi; resme bakan için de, tepkiden doğana –her neyse– uyandırılmak istenen tepki… Bir bakıma kuralsızlıktan doğacak olan en saf “ben iradesi”… Biz sadece “iradenin bir keyfiyet-bir iş üzerinde toplanabilmesi” bakımından Allah’ın bütün mahlûklarının yaratılmasında bir hikmet bulunduğu meselesi ile rızada olabiliriz… Fazla karikatürize etmeden bir misâl: Psikoloji’nin büyüklerinden Gustav Jung’un arkadaşı, Afrika’da bir kabile içinde onların davranışlarını izlemeye gider. Birgün, uzak bir yerdeki Avrupalı bir istasyona mektub yollamak ister ve kendisine bu iş için gönderilen zenciye durumu anlatmasına rağmen, o hiç aldırmaz tavırda hareket etmeden durur. Durumu Kabilenin Şefi’ne bildiren adam, onun gülmesiyle karşılaşır ve “çok cahilce hareket etmişsin!” cevabını alır… Sonra kendisi postacının karşısına geçer ve mektubun içine konulduğu kabı göstererek, bir yandan bağıra çağıra sövüp sayar, elindeki kırbacı da sağında solunda şaklatarak hakaretler içinde mektubu nereye götüreceğini söyler. Zenci’nin gözleri parlar ve sevinerek yerine götürmek üzere koşmaya başlar: “İradesinde onu postacı kılan durum oluştu!”… İradede oluşturulmak istenen durumla oluşan durum ortada: TELEGRAM ve BEN.

*

MİRKELÂM: 331: MİRZABEYOĞLU… KASIM-Kırıcı, ezen. Ufalanan: 231: SAHİB-ÜZ Zaman. (Zamanın sahibi. Müceddid. Mehd-i Zaman.)                                                       

             

 Baran Dergisi 298. Sayı