İnsanın daha gençlik çağlarında kendisine derinliklerini gösterecek, henüz varlığını bilmediği istidatları ortaya çıkaracak bir “kılavuz yıldız”la tanışması, ruhuna eş bir ruhla karşılaşması güzeldir. Böyle bir kısmeti nimet bilip, “şeyh”inin muradı haline gelen “mürid”, hayattaki ve sanattaki hataları, çirkinlikleri berrak bir bakışla süzerken, iyi-doğru ve güzelden zevk alıp onları ruhuna katacak, iyi ve asil biri haline gelirken, kaba ve kötü şeylerden nefret edecektir. Daha sonra, şuur seviyesinin her değişiminde gerçekliği de değişip tenkid şuuru ortaya çıktığında, ruhuna eş ruhları tanıyıp onları selâmlayacak, muhabbetle kucaklayacaktır. Zarif mizacı ve seçici ruhuyla muhteşem olanı tüm ihtişamı içinde kavrayacak, aşk ve vecd haline inkılâbı nisbetinde olgunlaşıp adanmışlık hissiyle dolacaktır. Sahihliği ve samimiyeti oranında bilmedikleri de kendisine gösterilecek, herkesle birlikte yanlış yolda yürümektense, tek başına doğru yolda yürümeyi tercih edecektir. Salih Mirzabeyoğlu bu “muhteşem yalnız”lardandı, aklını en güçlü biçimde kulanan, inancı eyleme dönüştüren bizi cehaletimizle yüz yüze getiren bir fikir kahramanıydı. Hakk’ın en güzel ve temiz bir fıtrat üzere yarattığı bu “kılavuz yıldız”la tanışma şerefine nail oldum. Neredeyse 50 yıla varan, artarak devam eden bir dostluk, dava arkadaşlığı, ağbi-kardeş ilişkimiz oldu. Bundan büyük bir zevk aldım ve şeref olarak bu bana yetti. İnsan olan biri için bundan büyük şeref mi olur? Sizlere, anlatılması imkansız “bu insan”ı anlatacak değilim, sadece bakışlarınızı bu “Büyük Sanatkâr”ın tırmandığı zirveye çekmek istiyorum... Bu büyük muzdaribin anlaşılmak ve anlatılmaktan ziyade hissedilmek ve bütün bir ruh ile dinlenmesi gerektiğine inanıyorum. Fakat ne acıdır ki, entelektüel bir meraktan yoksun, devşirme bir kültürden beslenen aydınımız, bu büyük mütefekkirin fikirlerini mutlak hâliyle değerlendirmek yerine, daha az bir zihnî çaba gerektirdiği için, yönlendirildiği referans noktalarıyla kıyaslamayı tercih etmiş, onu ademe mahkûm etmek daha çok işine gelmiştir. Onun Mutlak olana duyduğu açlığı, bu açlığın kendilerine gizli olan pek çok şeyi ona aşikâr kıldığını görememiştir. Ne yazık ki, yaşarken kıymeti bilinmemiş, sonradan göklere çıkarılarak okullarda zorunlu olarak okutulmuş tüm dehalar gibi, bu müstesna insan da, bir ömür boyu, kendi kendine açtığı “kredi”yle yaşamak zorunda kalmıştır.

Fakat imanın talepleri asîldir. O da yürüdüğü ve tehlikelerle dolu yolun kendisini nereye çıkaracağını biliyordu. Ama imanını yitirmektense, başına gelebilecek tüm felâketlere katlanmayı tercih etti. İmanını kemâle erdirmekten başka düşüncesi olmadı. Çekilebilecek tüm çileyi çekti. Bilinenin üstünde ve ötesinde büyük acılar, zorluklar yaşamasına rağmen, hayatının hiçbir dönemini boşa geçirmedi. Güçlüydü, kıskanç-kurnaz, riyakâr zorbalar karşısında boyun eğecek biri değildi. Tarihi inşa ettiğine inanan, insanları kendi mutlak idealine göre şekillendirmek isteyen rejim savunucuları, bu dik duruşa tahammül edemediler, önüne ya bizim dediklerimiz ya da sehpa seçeneğini koydular. Fakat O imanı, mücadelesi, fedakarlığı, sevgisi ve bilgisi sebebiyle büyüktü, cesareti imanın cesaretiydi. Tüm bu “oluş” zorluklarını sıçrama tahtası bildi, Mazharı olduğu tecellileri eserler boyu topluma yansıttı. Lâkin, “Büyük Sanatkâr”lar Hakk’ın tüm sıfatlarının tecelli mahallidirler, kemâl ve istidatları nisbetinde, imtihan ve sıkıntıları da büyük olur. İbda Mimarı’nın da böyle oldu ve tüm sınamalardan başarıyla çıktı.

Rahatsızlığından iki gün önce onun misafiriydim. Bahçede oturduk, geç saatlere kadar sohbet ettik; birlikte erik topladık. Daveti bir veda mıydı, sohbetimiz boyunca sürekli topraktan bahsedişi tesadüfî miydi keşfî miydi bilmiyorum... Fakat fikirleriyle kendisinden öncekileri mahcup eden, kendisinden sonrakileri de uzun zaman mahcup edeceğe benzeyen, “kalem ve kılıç”ın efendisi olan bu büyük insan, bunca olumsuzluğa rağmen, hâlâ ilk günün aşk ve heyecanı, imanının göstergesi olan haklı nefret ve öfkesi içinde kısa kısa notlar tutuyor, güzel bir şey duymaktan büyük bir zevk alıyordu. Ölmeden önce ölmenin hayatımıza yeterince şevk ve hüzün kattığını, bunun da üzerinde olduğumuz işi anlamlı ve anlaşılır kıldığını anlatıyordu. Gençliğimize güvenerek sürekli ertelediğimiz yahut hep başkalarında vehm ettiğimiz, lâkin büyük acılar ve ölüm karşısında yeniden zuhur eden “Ben kimim, ölüm nedir” sualini bir ömür boyu kendisine sormuş bu insan, “ölmek için değil, olmak için doğuyoruz” derken, ölümün aslında “oluş”un zirvede son bulması olduğunu biliyor ve bunu yaşıyordu. Kadir-i Mutlak’ın değiştirilemez ve sırrına erilemez iradesi onu elimizden aldı. “Muhsinler”e has bir mükâfat ve mülkiyetine gıpta edilecek bir zenginlikle Refik-i Âlâ’ya kavuştu. Sevenleri olarak bizlere düşen görev, yaşarken yeterince kıymetini bilmediğimiz bu “Büyük Sanatkâr”ın, mutlak bir teslimiyetle hayatı boyunca verdiği o müthiş ve mukaddes mücadelenin her anını tesbit, anlatmak ve aktarmaktır. Bu da taklitle olmaz. Onun elinden çıkmış sanat eserine dönüşmekle olur.

Son söz olarak şunları söylemek isterim: Tüm sevenleri gibi benim için de, “dünyanın neşesi gitti, kedureti kaldı” sözü artık daha anlamlı. Onun, ağıt yakmayın, istemez... Ben kendimi görüyorum dostlarımın gözünde boylu boyunca dediğini duyar gibiyim. Fakat ben, yine de ona, çaresizliğin ezilmişliği içinde, yine kavuşuruz asîl dost yine kavuşuruz... Devrimleri devirecek devrim için, yine beraber savaşırız demeyi bir borç biliyorum. Sevenleri olarak acımız büyük! Ümidim, aranıp yenilenmemizin de büyük olmasıdır... Allah'tan rahmet diliyor, mekânı cennet olsun diyorum.

Aylık Dergisi 165. Sayı Haziran 2018