Mevlüt Koç yazdı...

Âlem bir bütün, üzerindeki tüm varlıklar da bu bütünün parçaları. Her bir parça tabiî bir yakınlık, yatkınlık ve alâka içinde birbirine bağlı, eşsiz bir âhenge ve armoniye sahip. Her bir varlık bir diğerinin işareti konumunda. Ne için yaratılmışsa ona uygun bir istidat taşımakta ve habercisi olduğu “bütün”e doğru akmakta. Parçaları birbirine bağlayan “bağ”ın kopmasıyla birlikte güzellik kaybolacak, bütünlük bozulacaktır. Dolayısıyla, bir ve bütün olan âlemi birlik ve bütünlüğü içinde kavramak, bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak durmak isteyen her yüce ruh, gözün görüşünü ruhun görüşüyle açmak; gözü, içerdiği şeyleri geliştiren tekâmül etmiş bir ruhun penceresi kılacak bir “yönlendirici fikir”in gerekliliğinin şuuruna varmak zorundadır. İdeal olanı, hem ruhun hem nefsin yeterli biçimde kendini ifade imkânı bulacağı, “MUTLAK FİKİR”in yol göstericiliği ve denetleyiciliğindeki “BÜTÜN FİKİRİN GEREKLİLİĞİ”nin bilincine varmak, maddî taşıyıcılar ve yapısal formlar üzerinden hayata tatbikini sağlamaktır.

Zira, “Mutlak Fikir”le bağı olmayan bir yapının bütüncül bir yapı olması mümkün olmadığı gibi, “parça parça ve ayrı ayrı yollardan elde edilen hakikatlerin zihnî inşaıyla” yahut farklı değişkenlerin korelasyonuyla bütüncül bir yapı kurulabileceği zannı da, yanlış bir zandır. “Parça bütünün habercisidir.” Lâkin, yamalı bohça misâli, birbiriyle ilgisiz olguları bir araya getiren, bilgiyi varlığın dışında bırakan bu tür yapılar; parçayı “bütün”e takdim eden, bütünü parçaya feda eden yapılardır, bütüncüllük iddiasındaki bu yapıların içinde hayat anlamlı ve tanımlanmış formlar içinde kendini gösteremez… Eksiksiz ve dolaysız biçimde kendini ifade edemez. Ancak, tahrif edilmiş, statikleşmiş, rutine dayalı; yitirilmiş bir hayat olarak vardır.

Dolayısıyla, böyle bir çevrenin içine doğan, hayatı materyalist bir algıya dayanan kültürün kodları üzerinden okuyan, onu sadece kendisinin düzenleyeceği, düzene sokulması gereken bir karmaşa ortamı olarak gören insanın varacağı yer; Tanrı’dan kopup uzaklaşmak, gitgide maddenin karanlık dünyasına daha çok gömülmek ve laikleşmektir. Hakk’ın zatına yerleştirdiği ruh, iman ve akıldan sadece akıla yapışan, her şeyde onun rehberliğine başvuran, aklın her şeyi çözmeye tanımaya ve anlamaya yeterli olduğuna inanan bu insan modeli; insanların en aptalıdır, hüsrandadır, âkıbeti mânen iflas etmiş, içi boş bir görüntü olarak “yokluğun buz denizine açılmak”tan ibarettir. Kendi yok oluşunun bakterilerini yine kendi içinde üreten hümanist kültürün insanı bu prototipin en iyi örneğidir.

Oysa, “Küllî Akıl”a ait melekelere ünsiyet kesb etmemiş bir aklın aydınlattığı alanda görülebilecek şeyler, sadece aklın ve temaşanın gölgesi hükmündeki eyleme yönelik maddî şeylerdir. Akıl bunların kabuğunu delip, suretin kendi hakikatine taşıdığı cevheri göremez. Çünkü, akıl bağdır, bir şeyi ancak kuşattığı zaman anlar, aklı da ilâhî esrar kuşatmıştır. Dolayısıyla, İlâhî sırların idraki ve Hakk’ın azameti ve kudretini görme hususunda akıl yetersizdir. Bu hususlarda akıl sermayesiyle tasarrufta bulunmanın hiçbir yararı yoktur. Çünkü, bilgi İlâhî lütfa ve fethe tâbidir ve keşfî olmalıdır. Böyle bir nimetten mahrum olan insan, şeyleri sadece ölü kabukları itibariyle tanır. Lisân-ı hâl ile telâkki edilebilecek hakikatleri kavrayamaz.

Eğer insanoğlu aklı Allah’ın kendisine verdiği bir nimet olarak görebilse, aklı harekete geçirenin Allah olduğunu bilseydi, basiretin nazarının “basar”ın nazarından daha güçlü olduğunu da bilir, müşahede açısı genişlerdi. Fâni olanın ancak bâki olana bağlanmakla beka bulduğunu bilir, suretin kendi hakikatine taşıdığı göze görünmez cevherin görünür imgesini tanırdı. İmgenin ihsas ettiği güzellik karşısında Rabb’ine karşı şükran duygusuyla dolar, Mübdiînden etkilenir, İbdayı iade eden bir “FUAD” (elit-seçkin-havas) olurdu.

Bu yüzdendir ki, Allah kuluna müşahedeyi lütfederken, gönüldeki, Hakk’ın tecellisine ve İlâhî hakikatleri görmeye engel olan ve insanı Allah’tan uzaklaştıran maddî-manevî tüm engelleri kaldırır. Böylece, Allah’la kul arasında bir ilişki doğar. Bu bir ibadet ilişkisidir ve mâbudu bilme nisbetinde gerçekleşir… Mâbudunu bilmeyen ve tanımayan ibadet edemez, O’nun İlâhî azamet ve kudretini göremez… Bakmak, görmek ve bilmek için zevk-âşina olmak, İlâhî tekliflerden zevk almak, “zevk idraki”nin maddeden mânâya inkılâb etmesi gerekir. Zira, ruh ve mânâ ne kadar latif ve nuraniyse, madde o nisbette kesif ve karanlıktır.

Dolayısıyla, Küllî Akıl’a ait melekelere ünsiyet kesb etmemiş, İslâm nuruyla aydınlanmış bir aklın ne akılla kavranabilir ne de hissedilebilir âlemi eksiksiz bir biçimde temâşa etmesi mümkün değildir. Çünkü, müşahade mârifete tâbidir. Ârifin mârifeti de, Allah’ın güzel isimlerinin sırlarına ve nurlarına olan ünsiyeti kadardır. Zira, âlemde her bir şey Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan İlâhî bir ismin hükmü altındadır. Ârifin hükmü ise idraki nisbetindedir. Eşyanın hakikatini ancak Allah’ın ahkâmına muttali olduğu kadarıyla bilebilir. Dolayısıyla, insanın kendini bilmesi, kendini bildiği nisbette Rabb’ini bilmesi, eşyanın hükümlerinin ortadan kalkıp, Hakk’ı “halk” da tanıması, ancak böyle bir mârifete sahip olmasıyla mümkündür.

Bu sebeple, dinî değerleri çağ dışı bulan ve bunları aştığına inanan, insanoğlunun kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğine iman eden ve insanın bağımsızlığını bu değerlerin üretimi şartına bağlayan insan, hayat süren bir leştir. Tanrı’yı insanlaştıran, insanı Tanrı’laştıran Yahudi-Hıristiyan kültürünün insanı bu tipin en iyi örneğidir. Zira bir kültürün ulaşabileceği en yüksek mertebe dindir ve din güzellik sevgisidir… Aklın kuşatamadığı, formların taşıyamadığı İlâhî güzelliğe özlem duyan ve ondaki âhengi tanıyan mükemmel yaradılışlar içindir. Dolayısıyla, insanın kendi değerlerini kendisinin yaratabileceğine inanmak ve insanın bağımsızlığını bu değerlerin üretimi şartına bağlamak hamâkattir. Temiz olmayan, temiz olmadığı için de ruhun marifetinden mahrum kalan, bildiklerini bilmediklerinden daha fazla önemseyen, bu sebeple çok yanılan insana has bir inançtır.

Çünkü, insanoğlu tarihin hiçbir döneminde kendi değerlerini kendi yaratmadığı gibi, insanın bağımsızlığının da değer yaratımıyla bir ilgisi yoktur… Günümüzün değerleri de tıpkı tümüyle red ve inkâr ettiğimiz, aştığımıza inandığımız dinî değerler gibi “verili,” müteâl ve insanlığın üzerinde bir niteliğe sahiptir… Öyle ya da böyle kendimize ait bir gerçeklik algımız olsa da, netice itibariyle, hakikati kendimiz icad etmiyoruz, eşyaya hakkedilmiş işaretlerin hiç birini eşyanın içine biz yerleştirmedik, bunların kararını biz vermedik. Tüm yaptığımız; zihin dünyamızı oluşturan kültürün kodları üzerinden eşya ve hadiselere bakmak, benimsediğimiz bir perspektif ve tercih ettiğimiz bir yorumlama biçimiyle, “kendin yap, kendin tap” tarzı, bir model oluşturmaktan ibaret. Bu model geçerliliğini koruduğu sürece bunu “Dünyevî Mutlak”ın ruhî boyutu olarak algılıyor, kutsallık atfıyla eşya üzerinde keyfî biçimde her türlü tasarrufta bulunuyoruz. Rastgele müdahalelerle tabiatı tahrip ettiğimiz gibi, tabiat üstünü; iç âlemimizdeki düzeni de tahrip ediyoruz! Sadece olayları görüyor, onlara can veren, ruhî bir dinamik ve başka bir boyuttan taşan kuralları ise hiçbir zaman görmüyoruz… Tabiat ve tabiat üstüne dair tüm tahribatlarımızın, Hakk’a uzanan çağdaş yoldan başka bir şey olmadığını bilmiyoruz.

Çünkü, yaradılış gayesine aykırı biçimde sürdürülen hayatlar ve hadlere riayet etmeden tabiata ve tabiat üstüne yapılan keyfî müdahaleler neticesinde, yeryüzünden ve üzerindeki varlıklardan Hakk’ın nurunu kabul etme istidadı silindi. Her şey aslî bağlamından kopup plastikleşti. Aslî bağlamından kopuş ve yapay olanda artış çoğaldıkça da fıtratın gücü tükendi, kalbin nuru söndü. Artık, hayat sıfatıyla ve daimî bir devinimle hayat bulan suretler âleminde her bir varlık “varoluş”a ait tüm bilgiyi içinde barındıran tecelli nurunu istidadı nisbetinde kabul ederek ve formunun taşıdığı nitelikleri geliştirerek bütüncül ve kusursuz bir biçimde var olamıyor. Ancak benzeri, taklidi, sahtesi olarak hayat bulabiliyor. Ve tüm bu olumsuzluklar, sahtelikler temas ettiği, içinden geçtiği her şeyi etkileyip kendine benzetiyor. Bu sebepledir ki, insanı insan yapan hasletler birer birer yok olurken, insan acıyı da günâhı da benimsemekten uzak ruhsuz bir yaratığa, toplumlar da biçimsiz yığınlara dönüştü. Hayatla birlikte, insanın en şerefli uzvu olan “yüz”ler anlamsızlaştı. Samimi, sahih bir insana, anlamlı, kültürle yıkanmış bir “yüz”e rastlamak neredeyse imkânsız!

Dolayısıyla, Allah’ın hitabına muhatab olacak bir ruh, beden ve lisan zarafetinde sahip olmak, yaratılış gayesine uygun bir hayat sürmek isteyen insana yaraşan yegâne şey; her bilenin üstünde bir de “HER ŞEYİ BİLEN”in var olduğunu bilmek ve bu yolda en yüksek ve en yüce mânâda vesile olarak Allah Resûlü’nü görmek, kemâle ermenin yolu bir kâmilden geçer şuuru içinde, bizleri bütünleyen “bütünleyici”leri tanıyıp onların eteğine yapışmaktır. Bunun dışındaki tüm bakma, görme ve bilme biçimleri; “olan”ı “olması gerekene takdim etmek,” “olması gereken”i “olan”a feda etmekten ibarettir. Bu da cehaletin, ahmaklığın ve adaletsizliğin ta kendisidir…

Aylık Dergisi 207. Sayı, Aralık 2021