Global olarak olağanüstü şartların yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Her alanda yaşanan bir kriz hâkim ve bunun ekonomide yansımalarını fazlasıyla görüyoruz. Bunun sistemik bir krize yol açtığı da âşikar. Önemli ekonomistler pandemi için “Uçurumun kenarında duran kapitalist sistemi aşağı yuvarladı.” gibi ifadeler kullanıyor. Nasıl bir netice öngörüyorsunuz. Dünya ekonomisi bu yükü kaldırabilecek mi, ne kadar sürede kaldırabilecek?

İşin özüne baktığımız zaman eskiden neoklasik, 80’li yıllardan sonra ise ağırlıklı olarak neoliberal iktisatçıların büyük ölçüde empoze ettiği, kendilerine göre tam serbestlik içerisindeki ekonomik düzen, önce gelişmekte olan ekonomileri devamında ise gelişmiş ekonomileri çok ürkütücü bir borç batağının içerisine çekti. Küresel finans sistemi üzerinde aşırı kaynak birikimine sebep olan bir tabloya dönüştü. Bu yapıya bakıldığında, 2000’li yıllarda dünyada ihtiyaç duyulan, mal ve hizmetler üreten reel sektörle, bu reel sektöre kaynak sağlayan uluslararası finans sistemi arasındaki uçurumun daha da derinleştiği bir tabloyla karşılaştık. Öyle bir tablo ki, 2000’li yılların ilk on yılı geride kaldığında uluslararası finans sisteminde üretilen kârla, dünyada mal ve hizmet üretimini gerçekleştiren, milyarlarca insanı istihdam eden reel sektör arasındaki kâr marjı uçurumunun yedi kat arttığını, dolayısıyla dünya ekonomisinin âdeta katma değeri uluslararası finans sistemini desteklemek veya beslemek amacıyla oluşturduğuna dair bir tabloyla karşı karşıya kaldık. Bu tablonun tam ortasında kapitalist sistem açısından ve neoliberal anlayışı büyük ölçüde empoze etmeye çalışan taraf açısından belki de uyarıcı, ders alınması, utanılması gereken gelişme Mortgage krizi oldu. Mortgage krizi uluslararası finans sistemindeki yoksunluklar, yolsuzluklar ve ahlâkî erozyon açısından önemli noktaları ortaya koyan bir gelişmeydi. Maalesef uluslararası sistem, genel mânâda reel sektörün lehine yani tarım, imalat sanayi, inşaat ve hizmetler sektöründe mal ve hizmetlerin üretimini gerçek mânâda gerçekleştiren ve dünyada küresel istihdamın yüzde 95’ini elinde tutan reel sektörü ayağa kaldıracak, reel sektörün daha fazla katma değere ulaşmasını sağlayacak olan bir yapısal dönüşümü tam olarak gerçekleştiremedi. Tam olarak böyle bir yapısal dönüşüm gerçekleşmemişken, reel sektör bu mânâda öz kaynak sorunuyla baş etmeye devam ederken, dünya sisteminde üretilen katma değerlerden hak ettiği payı alamamışken üstüne bir de pandemi krizi patlak verdi. Bu nedenle “pandemi” krizi reel sektör açısından daha da derinleşen sorunları beraberinde getirdi. Bunun en önemli sonuçlarından biri de 2019 sonu itibariyle uluslararası çalışma örgütünün elindeki veriler ışığında, 165 milyona ulaşması endişe verici olarak görülen küresel işsizliği 185 milyona, bugün itibariyle ise 215 milyona taşıyacak olan çok ürkütücü bir tablo ile karşı karşıya kaldık. Bu meselelere derinlemesine bir çözüm bulunamaması halinde, dünyada giderek artan yoksulluk ve endişelerle toplumsal çalkantıların daha fazla gözlenebileceği bir sürece doğru sürüklenip sürüklenmediği konusunda tüm dünyada ciddi bir endişenin var olduğunu söyleyebiliriz. Temelde üç milyarın üzerinde insanın ciddi mânâda her gün ekmeğini taştan çıkararak, alın teriyle emeğini ortaya koymaya devam ettiği reel sektörde, imalat sanayisinde, tarımda, inşaat sektöründe, hizmetler sektöründe herkesin üzerine düşeni yaptığı; fakat bu kadar büyük emek ve üretim çabasına rağmen burada üretilen katma değerin, mal ve hizmet üretiminde rol alan taraflara eskisi kadar hakkaniyetle ulaşamadığı bir süreçten geçiyoruz.

Adaletsizliğin hat safhada olduğu bir süreç.

Evet, maalesef gelir dağılımı adaletsizliğinin daha da derinleştiği bir sürecin içinden geçiyoruz.

Batı’da uzun bir süredir “paydaş kapitalizm” gibi kavramlar konuşuluyor. Kapitalist sistemin kendini revize etme çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Danimarka, Finlandiya, İsveç ve Norveç gibi nüfusları dünyanın önde gelen birçok ülkesine göre neredeyse bir şehrin nüfusu kadar olan ülkelerde bu mümkündür. Paylaşım kapitalizmi anlamında ekonomide üretilen katma değerin kesimler arasında daha hakkaniyetli bölünmesi, herkese daha eşit koşullarda eğitim, sağlık vb. hizmetler verilmesi gibi olayları bu tür ekonomilerde hayata geçirebilirsin veya yönetebilirsin. Ama nüfusu elli yahut yüz milyonun üzerinde olan ülkelerde paylaşım kapitalizmi çok kolay bir süreç değil.

Siyasî meseleler de devreye girince bu durum daha zor bir hal alıyor; mesela bizim bulunduğumuz coğrafyada… Türkiye’ye doğru dönelim; son birkaç senedir sürekli olarak manipülatif hareketlerle döviz krizlerine ve Türk lirasının değer kaybetmesine şahitlik ediyoruz. Türkiye bu vaziyetin önüne nasıl geçebilir? Bir fikir olarak bundan birkaç ay evvel “Türk lirasına altın standardı” önerisinde bulunduk. Bugün tedavüldeki Türk lirası miktarı 216 milyar civarında, Merkez Bankası’nın elinde bulunan altın miktarı ise 600-700 yol civarında. Türkiye bunu fırsata çevirerek altına endeksli para rejimine, altın standardına geçemez mi? Böylece TL’nin kıymetini korur, aynı zamanda parasını bir yatırım aracı haline getirir. Bu husustaki fikriniz nedir, mümkün olabilir mi?

Bunun mümkün olabilecek yönü var; ama mümkün kılabilmemiz için biraz daha zamana ihtiyacımız var. Gezi olaylarından başlayan, 2016’daki FETÖ darbe girişimini de dahil ettiğimiz süreçte, maalesef bize yönelik olarak içten ve dıştan yapılan saldırılar nedeniyle reel sektör büyük zarara uğradı. Her sektör maalesef bu yaşatılanlardan dolayı bazı mağduriyetlerle karşı karşıya kaldı. 2018’de bizzat emri kendisinin verdiğini açıkça söyleyen, itiraf eden Trump’ın döviz kuru saldırısı da dahil olmak üzere birçok ekonomik operasyonla karşılaştık. Merkez Bankası ve Türkiye ekonomisi altın standardına dayalı bir para sistemine geçişle ilgili böyle bir karar alırsa, takdir edersiniz ki, bu karar dolayısıyla ilk etapta içeride Türk lirasının miktarını yönetmek konusunda elini sıkı tutacağı bir dönem olacak. Gerek 2016’daki FETÖ darbe girişimi, gerek 2018’de Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için yapılan kur saldırısı, gerekse bugünkü küresel salgın nedeniyle reel sektörün uğradığı çeşitli zararları belirli ölçüde telafi etmeden altın standardına dayalı bir para sistemine geçmeye kalkman halinde ve bunun da piyasadaki Türk lirasını belirli bir dönem için azaltacak etkisini dikkate aldığında, bu yaralarını sarmaya çalıştığımız reel sektör için piyasada yeterince TL bulamaması gibi bir sorunu beraberinde getirir. Türkiye bahsettiğiniz anlamda yeni bir model değişikliğiyle, belki enflasyonla mücadele konusunda, piyasadaki Türk lirasını daha da süblime edecek yeni bir modele geçmiş olması itibariyle enflasyonla mücadele konusunda çok daha hızlı sonuç alabilir. Ancak bu sonucu alırken aynı zamanda bu memleketteki reel sektörün maalesef yüzde onuna, istihdamın da belki beş yüz binden daha fazla bir bölümüne Allah korusun veda etmek durumunda kalırız. Böyle bir hususu Türkiye’nin gündemine alabilmek adına, önce 2021 yılını reel sektörde yaşanan bu tarihi girişimlerin sebep olduğu tahribatı büyük ölçüde gidermeye yönelik bir ferahlama dönemi olarak geçirip, 2022’den itibaren böyle bir konuyu gündeme almak suretiyle Türkiye’nin döviz rezervlerine dayalı veya uluslararası rezervlerine dayalı, uluslararası rezervler içerisinde altın mevcudunun da rezervlendirilmesine dayalı yeni bir modellemeye geçişi bundan sonra başlatmak, yani reel sektörü bir miktar rahatlatıp, yaralarını bir miktar sardıktan sonra böyle bir sürece başlamak daha yararlı olacaktır. Çünkü böyle bir model değişikliğinde, tekrar vurguluyorum, ilk etapta mutlaka piyasadaki Türk lirası likiditesi üzerinde bir miktar kısıtlayıcı, sınırlandırıcı bir etki olacak.

Siz de sürekli yazılarınızda bahsediyorsunuz, mesela Türkiye’nin sürekli olarak artan bir gücü var, diğer taraftan dünyanın ekonomik ekseninin Batı’dan Doğu’ya doğru kayması mevzuu… Bir dönüşüm sürecinin içerisindeyiz. Ortada tarihî bir tecrübe var, bu dönüşüm süreçlerinde para rejimlerinde birtakım değişiklikler yaşanıyor ve belki de hâkimiyet dönemi bununla beraber başlıyor. Dünya genelinde de altın standardına yönelik bir temayül var.

ABD ve Çin merkez bankalarının rezervlerini kademeli olarak altın mevcuduna döndürmeleri gibi.

Evet, altın standardı çerçevesinde bu vaziyeti yorumlar mısınız?

Bir süre öncesine kadar dünyadaki merkez bankalarının rezervlerinde, uluslararası rezervleri Amerikan tahvili cinsinden tutma eğilimi daha yüksekti. Örneğin Çin sadece son iki yıl içerisinde kendi merkez bankası rezervlerinin minimum yüz seksen milyar dolar düzeyindeki bir bölümünü çok hızlı bir şekilde Amerikan tahvili cinsinden rezervden, altın mevcudu cinsinden rezerve dönüştürdü. Aynısını Rusya da, TCMB de yapıyor. Böyle bir eğilimin söz konusu olduğunu vurgulamak lâzım. ABD başkanlık seçimleri tamamlandıktan sonra göreve gelecek olan başkanın önümüzdeki dönemde izleyeceği siyaset ile Amerika’nın ekonomik ve politik açıdan kendisini içinde bulacağı yeni riskler söz konusu olduğunda, Amerikan dolarına karşı dünyada artan bir soğukluk, artan bir çekingenlik ortaya çıkabilir. Hiç şüphesiz ki, hem dünyada tasarruf sahipleri, hem de merkez bankaları ellerindeki kaynağın daha fazla bir bölümünü büyük ihtimalle altına çevirmeye devam edeceklerdir. Bunun, küresel altın fiyatlarına ve ellerindeki uluslararası rezervlerin önemli bir kısmını artık altına doğru yöneltmeye başlamış olan merkez bankalarının rezerv değerlerine de ilginç bir yansıması olabilir.

ABD’de Trump’ın bu hususta çok istekli olduğu, altın standardına geçiş için fırsat kolladığı yönünde makaleler mevcut. Siz Trump’ın böyle bir maksadı olduğunu düşünüyor musunuz?

Böyle bir eğilim söz konusu olsa bile, son elli yıldan beri Washington’a önemli ölçüde hâkim olan küreselci ağın, Washington’da en kritik köşe noktalarını hâlâ büyük ölçüde tutan bir yapının gücünü dikkate aldığınızda, Trump’ın başarabilmesi için önce yeniden seçilmesi gerekiyor. Oysa bu yapı siz de takip ediyorsunuzdur gerek hâkim oldukları medya üzerinden, gerekse bu köşe taşları üzerinden hem Beyaz Saray içerisinden, Pentagon’dan, hem de farklı noktalardan Trump’ı sürekli olarak Amerikan seçmeni karşısında mahcubiyet içerisine düşürecek, onun saygınlığını önemli ölçüde zedeleyecek yayınlara ve birtakım bilgi sızdırmalarına “hiç vergi ödemiyor şeklinde” fena halde devam ediyorlar. Trump ancak bir kez daha seçilmeyi başardığında belki ekonomik, siyasî ve askerî model değişikliği noktasında bazı hususları daha ciddi bir şekilde gündeme getirebilir. Diğer türlü, Joe Biden’in seçilmesi halinde, gündeme gelen bu konuları uzunca bir dönem Amerika açısından unutmamız gereken bir başkan iktidara gelmiş olacak, onu da göz ardı etmemek lâzım.

Halihazırda bu konuları konuşuyor olmamız dahi Amerika’nın güç kaybından kaynaklanmıyor mu?

1830’dan bu yana Atlantik ittifakına büyük ölçüde hâkim olan küreselci ağ, bunların içerisindeki büyük sermaye güçleri ve bu büyük sermaye güçleriyle uzunca bir zamandan beri yoğun ilişki içerisinde olan, dünyanın önemli başkentlerinde sivil ve askerî bürokraside köşe taşlarını tutmuş olan elitistler, 2000’li yılların başlarından itibaren son yetmiş yıldır küresel ekonomik politik sistemi önemli ölçüde taşımak üzere görev verdikleri ABD’nin, çeşitli nedenlerle artık bu taşıyıcı görevi yürütemeyeceğini, bir sıkışma döneminin içerisine girdiğini düşünmeye başladılar. Bu düşünceden hareketle de uzun tartışmalardan sonra Çin’i yeni taşıyıcı platform, yeni amiral gemisi olarak seçtiler. Bu nedenle bu seçim gerçekleştikten sonra da, 2005’ten bu yana Çin’in bu seçime dayalı olarak küresel sistemden büyük yatırımları üzerine çekmek dahil olmak üzere dünya ekonomisinde ve dünya jeopolitiğinde ağırlığının arttığı bir süreç oldu. Tabiî ki ABD’deki belirli bir ulusalcı güç kendileri ekarte edilmek suretiyle Çin’e bu kadar ciddi bir görev verilmesini ve Amerika’nın da yavaş yavaş misyonunu tamamlamasını kabullenmeyeceklerdir. Bu vesileyle ABD başkanlık seçimi bittikten sonra Trump’ın “Make America Great Again (Amerika'yı Yeniden Harika Yap)” demesi “Biz dünyanın taşıyıcı kolonu, amiral gemisi olmaya devam edeceğiz, bunu elimizden alamazsınız. Amerika’yı yeniden güçlü kılarak Çin veya başka bir ekonominin, başka bir güç merkezinin Amerika’nın hegemonik gücünü elinden almasına asla izin vermeyeceğiz.” mesajını taşıyor. Bir yandan da bunun savaşı veriliyor. Bu nedenle de Trump, Çin’in bu konuda elini güçlendirecek olan teknolojik imkânların önünü keserek Çin’e çok geniş kapsamlı ambargo uygulama kararı aldı. Huawei’nin elini kolunu bağlayacak tedbirler aldırdılar. Kanada’yı, İngiltere’yi, Fransa’yı, İtalya’yı ikna ederek Çin teknoloji ürünlerinin ve aplikasyonlarının bu ülkelerde yaygınlaşmasını engelleyici bir dizi düzenleme yaptırdılar. Bir tek Almanya şu ana kadar Amerika’nın baskısına karşı durmaya devam ediyor. Merkel görevden ayrıldıktan sonra belki orası da değişecek. ABD’de eğer Trump yönetimi seçilirse, küreselcilerin yeni amiral gemisi olarak seçtikleri Çin’e böyle bir misyonu kaptırmama noktasında ayrı bir mücadele olacak, eğer Joe Biden gelirse Amerika’nın yavaş yavaş bu görevi Çin’e devretmesine daha ılımlı bakan bir başkan olarak Trump’ın döneminde yapılanları tamamıyla unutturan bir tablo içerisine girecek. Bunu hep beraber göreceğiz.

Çin’den bahsetmişken, İpekyolu projesiyle neredeyse dünyanın tek üretim merkezi olup, kendi ürettiği malları tüm dünyaya dağıtmak isteyen bir Çin modeli görüyoruz. Bu nasıl bir neticeye varır? Bütün refahı Doğu’ya götüren, daha büyük adaletsizliklere yol açan, kapitalizmin belki de ulaşabileceği en yüksek nokta olmaz mı bu proje?

Batı, önce Batı Afrika’yı sömürmüştü, sonra elindeki parasal güçle Batı güç kaybına uğradığında Afrika’yı yeni sömürecek olan yapı olarak Çin ortaya çıktı. Fakat Afrika “Biz zaten son 200-250 yıldır Batı tarafından yeterince sömürüldük, yeni bir sömürgeci güç olarak Çin’i burada görmek istemiyoruz.” dedi. O dönemde de Türkiye’nin Afrika açılımı kazan kazan ilkesiyle çok yeni bir yaklaşım olarak ortaya çıktı. Afrika’da “Türkiye gibi bizi kendi yerüstü ve yeraltı imkânlarımızla ayağa kaldıracak, bizim elimizdeki imkânları sömürmeyecek tam tersine kalkınmamıza destek olacak olan bir ülke istiyoruz yanımızda, sizin gibi ülkeler istemiyoruz.” dedi. Bu Çin açısından da şok edici bir gelişmeydi. Bu yönüyle bakıldığında, Türkiye şu anda küresel sistem içerisinde insan odaklı yaklaşımıyla Batı’nın sömürgeciliğinden kurtulduktan sonra Çin’in sömürgeciliğinin eline düşen ülkeler için, âdeta uyanmalarına sebep olan başka fırsatların, başka alternatiflerin de olabileceğini gösteren bir ülke konumunda. Türkiye’nin sebep olduğu bu uyandırma süreci de hem Batı için hem de Çin için zaman zaman rahatsız edici sonuçlara sebep olabiliyor. Son elli yıl başta olmak üzere bilhassa son yirmi yılda derin küresel yapının dünyaya empoze etmiş olduğu, sadece kendi işlerine yarayan küreselleşme anlayışı, artık dünya tarafından büyük ölçüde reddedildi. “Biz bunu anladık ve bunu istemiyoruz.” dediler. Bu nedenle Joe Biden seçilirse ve küreselleşme lehine olan süreç devam ederse dünyanın birçok ülkesine bu süreci kabul ettirmek adına bir format değişikliğine gidecekler gibi gözüküyor.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 717.Sayı