Yüzyılın Anlaşması planından sıkça söz ediliyor. BAE ve Bahreyn’in İsrail ile yaptığı anlaşmalar da bu çerçevede değerlendiriliyor. Yüzyılın Anlaşması tam olarak nedir?

Yüzyılın Anlaşması Filistin meselesini bitirmek amacıyla Amerika’nın hazırlamış olduğu bir plandır. Ortada henüz bir anlaşma yok, sadece bir plan. Bu planın uygulanmasını hedefledikleri için “Yüzyılın Anlaşması Planı” diye isimlendirilmesi lâzım ama kısaca Yüzyılın Anlaşması diye isimlendiriliyor. Bu plan Trump’ın damadı ve aynı zamanda danışmanı olan Yahudi kökenli Jared Kushner’in başkanlığındaki bir heyet tarafından hazırlandı. Fakat Jared Kushner Filistin meselesini tüm boyutlarıyla bilen birisi değil. Anlaşma hususunda İsrail’in görevlendirdiği kişiler öncülük etti. Onların aklıyla hazırlandı. Bilhassa ABD’nin İsrail Büyükelçisi’nin burada önemli bir rol oynadığı tahmin ediliyor. İşin mahiyeti bu. Anlaşmanın içeriğine bakıldığı zaman anlaşılacağı üzere Filistin toprakları üzerinde Siyonist işgalin meşrulaştırılması, normalleştirilmesi amacı var. Bunun için öncelikli olarak sadece İsrail’in 1948 yılında işgal ettiği bölgelerin değil, aynı zamanda Batı Şeria olarak da isimlendirilen Batı yaka bölgesinin de, Yahudi yerleşim merkezlerinin de egemen gücünün İsrail olarak tanınması isteniliyor. Yani Filistin topraklarında yerleştirilmiş olan Yahudilerin bulunduğu bütün bölgelerin İsrail olarak tanımlanması. Bunun içerisine Batı Şeria topraklarındaki Yahudi yerleşim merkezleri de giriyor. Buralarla ilgili Filistinliler herhangi bir hak iddia etmesinler, buraları tamamen Siyonist yönetime teslim etsinler ve Siyonistlerin resmi hakimiyetini kabul etsinler isteniliyor. Anlaşmanın birinci hedefi bu. İkincisi, Kudüs ile ilgili olarak da İsrail, Kudüs’ün tamamına hâkim olsun, Filistinlilere Kudüs’te bir yer verilecekse bu Kudüs’ün dış bölgesi olsun. Ama Kudüs’ü Doğu Batı olarak bölüp, 1967’de işgal edilmiş bölgelerden İsrail çekilsin diye bir şartları olmasın, Kudüs’ün Batısıyla Doğusuyla İsrail hakimiyeti içerisinde yer alsın. Fakat Filistinlilere de Kudüs’ün dış bölgesinde bir arazi verilsin, burayı isterlerse ileride kurmak istedikleri devlete başkent yapabilirler. Üçüncü önemli madde ise Filistin’den çıkarılmış olan mültecilerle ilgilidir. Mülteciler geri dönüş haklarından vazgeçsinler, bulundukları ülkelerin vatandaşlıklarına geçirilsinler ve böylece Filistinlilerin gasp edilmiş toprakları üzerindeki özel mülkiyetleriyle ilgili iddiaları ortadan kalksın. Uluslararası hukuka göre özel mülkiyetin korunması gerekiyor. Bir yer işgal edilmiş bile olsa orada özel mülkiyeti olan insanların haklarının korunması gerekiyor. Şu anda 1948 yılında işgal edilmiş bölgedeki toprakların yüzde doksanı bu şekilde gasp edilmiş durumda. İddia edildiği gibi satılmış değildir. Siyonistler tarafından “Sahipsiz mülkler yasası” diye bir yasayla el konulmuştur. Oysa bu mülkler sahipsiz değil, hepsinin sahibi vardır. Fakat sahipleri tehdit edilip çıkarılarak Yahudi göçmenlere dağıtıldı. Filistinlilerin özel mülkiyetine el konulmuştur. Bu topraklarla ilgili olarak Filistinliler geçmişe dönük taleplerinden vazgeçsinler, mevcut durum geçerli olsun istiyorlar. Bunun karşılığında Filistinliler de ordusu olmayan, İsrail için tehdit oluşturmayacak bir devlet kurabilirler. Ama bu tamamen sembolik bir devlet olacak gerçek anlamda bir devlet olmayacak. Anlaşmanın bu şekilde bir içeriği var. Fakat böyle bir anlaşmanın geçerli olabilmesi için Filistinliler ile işgalci İsrail devleti arasında bir ittifak sağlanmış olması gerekir. Oysa Filistin’deki Abbas yönetiminden El Fetih hareketine kadar bütün siyasî kesimler bu anlaşma planını reddetmiştir. Dolayısıyla bu anlaşma planının bir geçerliliği yoktur. Anlaşma planı şu an proje, öneri şeklindedir. Bu öneri kabul edilmemiştir. Fakat Filistinliler üzerinde baskı oluşturmak amacıyla, Siyonist işgal rejimiyle Arap dünyasındaki yöneticiler arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi yönünde yoğun bir çalışma yapılıyor. Arap rejimlerinin Siyonist işgal rejimiyle ilişkilerini normalleştirmesinin Yüzyılın Anlaşması planıyla irtibatı budur. Arap rejimleri işgalci İsrail rejimini tanıyarak anlaşmanın önünü açmayı planlıyor. Anlaşmayı dayatma yoluyla hayata geçirmeye çalışıyorlar. Ama Filistinliler bu planı kabul etmezse, plan hiçbir zaman geçerli olmayacaktır.

Filistinlilerin de zaten bu planı kabul etmek gibi bir niyeti yok. İçerideki birtakım ihtilaflar da bu vesileyle birliğe dönüşüyor.

Şu an zaten Abbas yönetimi bu anlaşmayı kabul etmiyor. Ayrıca diğer taraftan kendi çevreleri de dahil olmak üzere bütün Filistin’deki siyasî çevreler böyle bir planın kabul edilmesine kesinlikle razı olmayacaklarını, bu planı kabul etmeye yanaşması durumunda Filistin yönetimine karşı tavır alacaklarını ortaya koyuyorlar. Zemin hiçbir zaman böyle bir planın kabul edilmesi için müsait değildir. Bu planı Filistinlilerin kendi tercihiyle kabul etmeleri söz konusu olamaz. O yüzden Arap dünyasındaki ihanet rejimlerini baskı aracı olarak kullanmaya çalışıyorlar.

Bu rejimler neden ihanet içerisinde? BAE’nin, Suudi Arabistan’ın, Bahreyn’in İsrail ile yakın olmaktan çıkarı ne?

Bu ihanet rejimleri zaten perde arkasında İsrail ile belli bir ilişki içerisine girmişlerdi. Perde arkasındaki ilişkiler medya yoluyla zaman zaman gün yüzüne de çıkıyordu. 2017’de Riyad’da Suudi Arabistan’ın organize ettiği bir toplantı oldu. Bu toplantının asıl maksadı, Suudi Arabistan-Amerika ilişkilerinin geliştirilmesiydi.

Trump ile birlikte küreye el bastıkları toplantı değil mi, meşhur küre koalisyonu.

Bu toplantıya “İslâm dünyası-ABD ilişkileri zirvesi” adını verdiler ama Suudi Arabistan ile alâkalıydı. Fakat İslâm dünyasından da liderler katıldı. Trump da toplantıya katılanlar arasındaydı ve Trump’ın Suudi Arabistan’a yaptığı bu ziyaret aynı zamanda başkanlık koltuğuna oturmasından sonra gerçekleştirdiği ilk yurtdışı ziyaretti. Trump orada Arap dünyasındaki yönetimlere talimat verdi, “Perde arkasındaki ilişkilerinizi artık perdenin önüne taşıyın.” şeklinde. Bu zirve gerçekleştikten kısa bir süre sonra, 2018’den itibaren ilişkilerin perdenin önüne taşınmasında önemli gelişmeler yaşandı. Bunların en önemlisi de Varşova’daki Güvenlik İşbirliği Zirvesi oldu, zirveye İsrail de katıldı. Arap dünyası ile İsrail’in ortaklaşa düzenlediği bir zirveydi. Bunun haricinde gizli veya açık birtakım görüşmeler oldu. Bunların hepsi Trump’ın başkan olduktan sonra gerçekleştirdiği Suudi Arabistan ziyaretinde ihanet içinde olan rejimlere verdiği talimat sonrası yaşanan gelişmelerdir. Arap rejiminin İsrail ile ilişkililerinin getireceği çıkardan ziyade ABD ile ilişkilerinin zorladığı bir durumdur. Zaten ihanet içerisinde olan rejimlerin Müslüman halk üzerindeki hakimiyeti, halkların desteğine dayanmıyor. Dışarıdan “ABD’den” destek almaları gerekiyor. Bugün M. bin Selman Suudi Arabistan’da veliaht prens yapılmışsa burada ABD’nin desteğinin önemli bir etkisi var. Suudi Arabistan’da M. bin Selman darbesinden dolayı gerginlikler yaşanmaya devam ediyor. Saray içindeki kargaşalar tamamen ortadan kalkmış değil. M. bin Selman oradaki konumunu muhafaza etmesi için ABD’nin desteğine muhtaç. Aynı şey BAE ve Bahreyn için de geçerlidir. Bahreyn zaten Suudi Arabistan’ın arka bahçesidir. Buradaki ilişkilerin arka planında ABD ile olan ilişkiler var. İsrail ile olan ilişkilerden belki ekonomik birtakım çıkarlar bekliyor olabilirler ama diğer tarafta siyasî yönden kaybettikleri, ekonomik yönden kazandıklarından fazla olacaktır. Çıkar açısından bakıldığı zaman Arap rejimlerinin İsrail ile olan ilişkilerinden çok fazla çıkarının olmadığını görüyoruz. Fakat ABD ile olan ilişkilere ihtiyaçları var. Bir bakıma ABD’ye yuları teslim etmiş olmanın getirdiği bir zorunluluk var. Trump’ın Suudi Arabistan da verdiği talimatla başlayan süreç, 13 Ağustos 2020 tarihinde BAE’yi İsrail ile ilişkileri normalleştirmeyi kabul ettirmesine kadar uzanıyor. Arkasından başka Arap ülkelerinin de geleceği söylendi. Fakat diğer tüm Arap ülkelerinin durumu buna müsait olmadığı için, buna en müsait olan Bahreyn’in ilişki içerisine girmesi sağlandı. Aslında Bahreyn’den önce Sudan’ın İsrail ile ilişkiye girmesi isteniyordu, fakat toplumsal durumdan dolayı Sudan buna müsait olmadığını açıkladı. BAE’nin arkasından Suudi Arabistan’ın arka bahçesi durumundaki Bahreyn ilişkiye girdi. Suudi Arabistan’da az önce bahsettiğimiz saray içindeki gerginliklerden dolayı, şu anda siyasî şartlarını elverişli görmediği için bu işi ertelemişti. Fakat şöyle bir gerçek var ki, Bahreyn Suudi Arabistan’ın kuyruğudur. Böylelikle Suudi Arabistan da ön tarafından değil de kuyruk tarafından İsrail ile ilişkiye girmiştir.

Burada M. Dahlan’ın rolü ne?

M. Dahlan biraz abartılıyor diyebiliriz. Dahlan, Filistin’deki El Fetih hareketinin içerisinde yer almış birisi. Fakat Dahlan’ın aynı zamanda İsrail ile ilişkisinin olduğu tespit edildi. Bunu zaten Filistin’deki İslâmî hareket önceden keşfetmişti. Bu adamın İsrail istihbaratı ile ilişkilerinin olduğunu İslâmî hareket gün yüzüne çıkarmıştı. Fakat El Fetih hareketi buna rağmen onu bünyesinde barındırıyordu. Sonrasında İsrail ile ilişkileri iyice açığa çıkması neticesinde El Fetih hareketi Dahlan’ı ihraç etti. Bu adam Filistin’de kendi güvenlik teşkilatının başkanıydı tabiî El Fetih hareketinin sayesinde olmuştur, fakat oradaki görevlerini yürütürken bir taraftan da İsrail istihbaratı ile ilişkilerini sürdürüyordu. El Fetih hareketinden atıldıktan sonra Filistin’den ayrıldı ve BAE’ye yerleşti. Zaten BAE bu tür mafya başkanı niteliğinde işine yarayacak adamları toplamıştır. Sadece Dahlan ile sınırlı değil, mesela Mısır’dan Ahmet Şefik, cumhurbaşkanı adayıydı kazanamayınca BAE’ye gitti, o da çete başkanıdır. BAE’nin şu anda uluslararası platformlarda böyle “diplomatik mafya” faaliyeti yürütebilmesinde mafya tecrübesi olan kişileri bünyesine almış olmasının önemli bir rolü var. Dahlan da BAE’ye yerleştikten sonra, BAE Dahlan’ı fitne faaliyetleri organize etmekte kullandı. Az önce Ahmet Şefik’ten bahsettik, Şefik Mısır’daki baltacı fitnesini organize etmekte BAE tarafından kullanıldı. Dahlan’ı da Tunus’a yönelik bir planda kullandılar, Türkiye’de FETÖ fitnesinde kullandığı söylenildi, Mısır ile ilgili de bu adamdan yararlanıldı. Dahlan geniş çerçevede ilişkiler kurduğu için bundan yararlandılar. Eğer BAE yönetimi bu siyasette mesafeli dursaydı, Dahlan bunları yapamazdı. Dahlan iki tarafla birden ilişki kurabilen aracı konumundaydı. Onun için yararlanıldı, normal şartlarda siyasetler uyuşmasaydı bu adamın fazla bir etkisi olmayabilirdi. Zaten BAE bu adamı, o özelliğinden dolayı bünyesine almıştı, barındırıyordu ve önceden değişik fitne faaliyetlerinin ona verilmesinde de bundan yararlanıldı. Dahlan’ın bir mafya tecrübesi var ve bu tecrübeden yararlanıldı.

Milton Friedman’ın bu hafta İsrail HaYom gazetesine verdiği röportajda “Mahmud Abbas ile Dahlan’ı değiştirmek istiyoruz.” diye bir sözü vardı. Bu söz hakkında ne düşünüyorsunuz?

Evet, böyle bir şey söyledi ama sonrasında bu sözünü geri aldı. İsrail HaYom gazetesi bu açıklamayı yayınladı, ertesi gün başka bir haber yaptı ve buradaki olumsuzluk anlamına gelen ek yanlışlıkla yazıldı aslında “Mahmud Abbas’ın yerine Dahlan’ı getirmek istiyoruz demedi, istemiyoruz dedi.” diye açıklama yaptı. HaYom gazetesi ifadeyi tamamen ters çevirdi. Zaten Filistin’de böyle bir darbe gerçekleştirme imkânları yoktur. Dahlan Filistin’den dışlanmıştır. Ama El Fetih hareketinin içerisinde mafya çetesi olarak kullanılan bir grup var, Dahlan taraftarı olarak kendisini öne sürüyor bu grup. Dahlan sempatizanı bu grup iki gün önce gösteri yaptı ve gösteride bazıları tutuklandı. Fakat bunların sayısı çok azdır, Libya’daki Hafter gibi fitne çıkarabilecek bir potansiyele sahip değildir. O yüzden ABD’nin Filistin’de Hafter fitnesine benzer Dahlan fitnesi çıkarması çok da kolay değildir.

Arap rejimlerinin İsrail ve ABD’nin kucağına kendisini tamamen atmasında Türkiye paranoyasının bir rolü olabilir mi? Türkiye’nin bu coğrafyaya açılması, halkları “ayartma” korkusunun vs. bir etkisi var mı?

Türkiye’nin bu coğrafyaya açılması, onların aleyhine bir sonuçtur. Çünkü halkların Türkiye’ye olan ilgisi artmaktadır. Fakat Arap rejimlerinin ihanetine mukabil Türkiye’nin Filistin davasına, Filistin halkına desteği de Arap halklarında olumlu karşılanmaktadır. Yani Türkiye korkusu ile bunu yapıyorlarsa, bu ters tepmektedir. Ama Türkiye’den ziyade İran’ı gerekçe gösteriyorlar, son olarak Bahreyn-İsrail ittifakıyla ilgili açıklamada da “Biz İran’a karşı böyle bir güvence oluşturmaya çalıştık.” dediler. Fakat bu da mantıklı bir şey değil. Çünkü Bahreyn’de önemli bir Şiî nüfus var. Yüzde altmış, yetmiş olarak gösteriliyor ama gerçekte yüzde elli civarında bir Şiî nüfus var, bu da az değil. Şiî nüfusu Bahreyn’deki yönetimle muhalefet eden bir kesimdir. Şu anda Bahreyn’in tabanında geniş bir muhalif kesim var. Suudi Arabistan’ın desteğiyle Bahreyn’deki bu krallık ayakta duruyor. Bahreyn krallığı dediğimiz de küçük bir şehir devleti, küçük bir adadır. Suudi Arabistan’a da köprü ile kara bağlantısı kurmaktadır. Tabiî Suudi Arabistan desteğinin arkasında ABD desteği de var. Bahreyn’in İsrail ile anlaşmasında ABD’nin Suudi Arabistan üzerinde, Suudi Arabistan’ın da Bahreyn üzerinde bir etkisi olmuştur. Burada asıl kararı veren Suudi Arabistan olmuştur.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Ben teşekkür ederim.

Baran Dergisi 715.Sayı