Trump’ın Politikası Derin Amerika’nın Ürünüdür
Son haftaların en çok konuşulan meselesi Türkiye ile ABD arasında yaşanan kriz. ABD’nin son dönemde Türkiye ve dünyaya karşı tutumunun Amerikan iç politikasıyla ne kadar alakası var?
Yüzde yüz Amerikan iç politikasıyla alâkası var diyemeyiz. Dış politika aslında iç politikanın uzantısıdır. İç politikada kullanılan şeyler dış politikaya yansır. Amerika, Bush’un birinci döneminde başlayan; ama ikinci döneminde uygulamaya konan bir sorunsal programatik içinde. Olmayan veya doğrulanamayan bilgiyle yorum yapmak istemem ve hiçbir zaman da yapmadım. Mesela 11 Eylül’ü Amerika’nın içindeki birtakım gruplar mı organize etti? O gün bilmem nerede oturan üç bin Yahudi işe neden gitmedi? Bu kadar Yahudi’nin işe gitmediğine dair elimizde bir belge var mı? Yok. O halde ben bu bilgiyi hiçbir zaman analizlerimde kullanmam. “11 Eylül, Amerika’nın dünyaya savaş açması için Evanjelistlerin, Siyonistlerin bir komplosudur” diyenlere “Tamam, bravo! Söyledin, ben de duydum ama iman etmedim.” diyorum. Niye? Çünkü doğrulayamazsın bu bilgiyi.

Amerika’nın en önemli özelliklerinden biri “vurulamaz” olmasıydı. 11 Eylül ile beraber bu yıkıldı. ABD’yi ekonomik olarak büyük sıkıntılara sokacak bir süreç başladı. Bu şartlar altında 11 Eylül nasıl komplo olabilir?
Gayet tabii. Amerika bir ada devletidir. O güne kadar hiç saldırı olmamış. Topraklarında bir tek savaş çıkmamış. İspanya ile Meksika’da yaptıkları Tiyatro Savaşları hariç. Bu “vurulamaz” olma durumunu kendilerinin yıkması inandırıcı değil. Mesela o uçaklar hakkında bir film yaptılar. Gökdelenlere düşen uçaklar kabul; ama Pentagon’a giren uçaklar nerede? Yandı deniliyor, peki külleri nerede? Bu ne biçim bir iş. Dev Jumbo Jetten bahsediyoruz. Hiçbir parçası mı kalmadı? Biz neden görmedik onları? Pentagon meselesi niçin örtbas edildi? Ben o sırada Amerika’daydım. Videolar çekildi, filmler yapıldı; ama Pentagon’a giren uçak hakkında bir tek kanıt çıkmadı ortaya. Deli gibi şüphelerim var. Fransızların yaptığı bir dokümanter var, onu gördüğümden beri bu 11 Eylül’ün düzmece olduğu, kontrollü olduğu fikrini kaldırıp bir köşeye atmış değilim. Orada duruyor ama kanıtlanmadı. Kanıtlasınlar tamam, onun üzerine fikir beyan ederim. Öte yandan, bunu kendileri yapsalardı belki bu kadar iyi kullanamazlardı, bu da bir gerçek. Üç ülkeyi işgal ettiler, hâlâ edecekler. Amerikan halkında, dış dünyaya karşı büyük bir kin ve nefret oluştu. Bu kin ve nefret sonunda kendilerini boğacak. Amerika’nın sahte de olsa, BM’nin kurulmasıyla, Kore Savaşı’yla, süt tozuyla, barış gönüllüleriyle dünyada kendine edindiği güzel bir imaj vardı. Onu yok etti. 

O günden beri Hollywood dünyaya hakim değil. O günden beri Türkler, Amerika’nın sarsılmaz müttefiki değil. Amerika kendi eliyle kendini öyle bir çıkmaza soktu ki, nasıl çıkacak merak ediyorum. Çıkamayacak çünkü çıkmamak için de elinden geleni yapıyor Amerika halkı. Bilerek halkı diyorum; çünkü Trump denen adamı seçen Amerika halkı. Afrika veya Uzak Asya ülkesindeki gibi bir diktatör kendisini %90 oyla seçtiriyor değil. Amerika halkı seçiyor.

Dedikleri gibi Trump paldır küldür bir politika mı seyrediyor, yoksa bir maksadı mı var?
Trump’ın izlediği politikada bir maksat görüyorsan bu Trump’dan gelmiyor. Bu maksat derin Amerika Devleti’nden geliyor. Derin Amerika Devleti demek Bürokratik Oligarşi demektir. “Aman Türkiye’de kafadan bir Kemalist vesayet icat ettiniz. Ona dayanan bir Ergenekon icat ettiniz. Şimdi de bunu Amerika’ya mı yansıtıyorsunuz?” diyenler olabilir. Evet öyle, çünkü Türkiye’deki derin devleti kuran da Amerika’daki derin devlet. Türkiye’deki vesayet sistemini kuran da Amerika’daki vesayet sistemi. Amerika’daki vesayet sistemi olmasaydı, bugün dünya başka bir yerde olurdu.

Bush ikinci seçimi kazanamadı. Florida’da oyları bin kere yeniden saydılar. Florida’daki seçmenlerin çoğu yaşlı ve emeklilermiş, oyları prosedüre uygun kullanmamışlar. O yüzden bir milyon oy yeniden sayıldı; ‘hanging chad’ler yani iptal edilen oylar bu sefer geçerli sayıldı ve Bush bunun sayesinde kazandı. 

Amerika derin devletinin dünyadaki sarsılan egemenliği, özellikle 11 Eylül’den sonra dünyaya karşı takındıkları bu hasmane tavır, bir çok ülkeyi küstürdü ve insanları kızdırdı. Görünürde Afrika ülkeleri dünyadaki en çok yardımı Amerika’dan alıyor olmasına rağmen en nefret ettikleri ülke Amerika. Trump, eğer seçim sürecinde söylediklerini Başkan Trump olduğu zaman yapabilmiş olsaydı, yani Amerikan derin devleti buna izin vermiş olsaydı belki sadece İsrail ile ilişkilerini biraz daha arttırırdı; ama dünyayı da kendine bu kadar düşman etmezdi. Şu anda Amerika’ya düşman olmayan ülke yok. 
“Küçük Amerika” yaratmaya çalıştık biz Türkiye’de. Menderes’in sloganıydı “Yardımlar geldikçe biz ‘Küçük Amerika’ olacağız.” Havalara uçtu Türk milleti. Turgut Özal döneminde “Ben Amerika’yı çok severim” diyen bir cumhurbaşkanımız vardı. Bu artık yıkıldı.
 
Mücadelenin Merkezinde Doğu Akdeniz Var
Dünyada yaşananlar yeni bir dünya düzeninin doğduğunu bize ihtar ediyor, yaşanan mücadelede bu düzeni kimin kuracağı üzerine. ABD, Ortadoğu’da Araplar üzerinden ne yapmaya çalışıyor? Burada İsrail’in konumu ne? Uzun bir süre hiç sesi çıkmayan İsrail son günlerde daha aktifleşmeye başladı. Doğu Akdeniz’de bulunan enerji kaynaklarının bu çatışmalardaki rolü nedir?
Aslında bu bütün olup bitenler Doğu Akdeniz için oluyor. Türkiye’ye uygulanmak istenen bu ambargolarla Türkiye ekonomik olarak sarsılacaksa, bu sarsıntının birinci tesiri nerede olacak? Herhalde bekçileri görevden almayacağız. Doğu Akdeniz’e daha çok gemi, askeri kaynak ayıramayacak hale geleceğiz. Çünkü Türk Lirası’nın değerinde %45 düşüş olduysa bu Türk Silahlı Kuvvetleri’nin de gücünde %45 düşüş olduğu anlamına gelir. Bu aynı zamanda Milli Eğitim Bakanlığımızın ithalata dayanan malzemelerinin de %45 azaldığı anlamına gelir. 

Bu süreçte Türkiye’yi kontrol etmek istedikleri yer Doğu Akdeniz. Suriye’ye müdahale etmememizi istiyor Amerika. Oradaki YPG’ye karşı daha az etkili olalım istiyor. Oradaki Kürtlere yazık ettiler. Amerika günün birinde oradan çıkacak ve tutacakları yas yarım saat bile sürmeyecek. Çünkü Suriye’de petrol yok. Ama bak hâlâ Irak’tan çıkmıyor. Hatta zaman zaman Irak’ı bölmek için yine Kürtlere bağımsızlık denemesi yaptırıyorlar. İran mesela bir başka Amerikan hedefidir. Türkiye’yi sarsarsan İran savunamaz hale gelir. Türkiye’yi sarsarsan, Türkiye Rusya’ya yardımcı olamaz. Amerika’nın son yayınladığı stratejik belgede, “Rusya, Çin ve İran bize düşmandır” diye yazıyor. Türkiye, Rusya ve İran’la Amerika’nın yıllarca çözemediği Suriye Sorunu’nu 7-8 ayda çözebilir hale getirdi Astana sürecinde. Eğer Amerika Türkiye’ye biraz eziyet ederse ne olur? Türkiye, Rusya ve İran’ın önünden çekilir. Doğu Akdeniz’den çekilir. Bütün konferanslarda laf dönüyor dolaşıyor, Doğu Akdeniz’e geliyor ve Türkler bunun farkında değil. Daha geçenlerde Londra’da Chatham House’da kapanış konuşmasını cumhurbaşkanının yaptığı programda; İngiliz uzmanlar bir oturumu Doğu Akdeniz’e ayırdı. Ben yanımdaki kişiye “Türkiye’den gelen bir gazeteci olarak ben Doğu Akdeniz meselesinin önemini bilmiyorum. Nedir?” diye sordum. “Aman hocam, nasıl bilmiyorsunuz? Doğu Akdeniz, petrol ve gaz meselesi…” dedi. O an anladım. Baran dergisinde bu meseleyi işliyorsunuz, okurlarınız biliyor. Bu mülakatı okuyacak Baran okurları dışındaki okurlar, Doğu Akdeniz denilince ne hatırlayacak? Sizden başka hiçbir yayın organı; orada petrol çıkartıldığını, Türkiye’nin orada ekarte edildiğini farkında değil. Zannediyoruz ki saçı boyalı deli bir herif kafasından bir şeyler yapıyor. 

Marx’ın siyasal tezleri çökmüştür; ama ekonomik tezleri devam etmektedir. Her sosyal olayın arkasında bir ekonomik ilişki aramak zorundasın. Amerika durduk yerde Türkiye’ye saldırmaz. Mesele sadece bir papaz değil. Adamın casus olduğuna dair mahkemeye sunulamayacak kadar hassas bilgiler olduğu konusunda benim gazeteci olarak bilgim var. Casuslarla alâkalı bilgileri açıkladığın zaman karşı casusluk faaliyetin hakkında da açıklama yapmış olursun. Bu bilgileri açıklayarak bir nevi kendini ele verirsin. O yüzden Türkiye bu adamın her şeyini ortaya dökemeyebilir. Yakın bir zamanda karşılığında iyi bir şeyle takas edilebilir. Her Amerikalı casusu elimizde tutsak cezaevleri casuslarla dolar. Özetle mesele dönüyor dolaşıyor, Amerika dış siyasetinin bölgede nasıl bir Türkiye istediğine geliyor. Amerika dış siyasetini de Trump’a bağlamak istemem. Çünkü Trump gider, başkası gelir. Ne farkeder? 

Obama’nın Kahire konuşmasını hatırlayın, sekiz yıl evvel yaptığı. “Selamünaleyküm” diyerek başladığı görevini “Cehenneme gidin!” diyerek bitirdi. Aynı adamdan bahsediyoruz. Yok Müslümanmış da, 8 yaşına kadar Karaçi’de medreseye gitmiş orada İslâmî eğitim almış da, sonra büyükannesi onu tekrar Hristiyan yapmış da, aslında Müslümanlara çok saygılıymış falan filan. Sonuç ne oldu? En çok Müslüman kanı döken insan oldu. Afganistan ve Irak’tan çekileceğim diye girdi, çekilmek şöyle dursun iki kere kuvvet arttırdı. Başta söylediğim yere geliyoruz. Dış siyaset, iç siyasetin bir uzantısıdır. Amerika şu an bölgede güçlü bir Türkiye istemiyor.
 
Hâdiselerdeki Siyonist Tesirini Görmemek Laçkalıktır
Suudi Arabistan ve BAE başta olmak üzere Arapları ne olarak kullanıyorlar burada?
Araplar, Amerika için sadece İsrail’le ilgili politikanın engeliydi. Gerçi denklemde bizim ‘one minute’miz de var, bizim ‘Mavi Marmara’mız da var. Türkiye’nin denklemde çok katkısı var; ama asıl Amerika ve Avrupalıların gözünde Araplardır İsrail politikasını önleyen. Dolayısıyla “önce Arapları yola getirmek lâzım” dediler ve yaptılar.

Yazarlarımızdan Carlos, üstüne basa basa söyler, “Suud Ailesi aslen Yahudidir. İsrail’e hiçbir zaman düşmanlık etmemiştir.” diye.
Aslen Yahudi midir, bilmem. Ama Taifli bir tayfadır. Osmanlı İmparatorluğu, Taif’te ortaya çıkan sapık mezhepleri zaman zaman cezalandırmıştır. En son bu İngiliz destekli Abdülvehhap denen adamı getirdiler, İstanbul’da astılar. Daha sonra İngiltere aynı aileyi Suudi Arabistan’ın başına getirdi. Sykes-Picot anlaşmasından Balfour Deklarasyonu’na kadar İngiltere’nin politikası, İsrail’i kurma fikri üzerine kuruludur. Büyük İsrail, iki nehir arasındaki vaadedilmiş topraklardır. Bu iki nehir sanıldığı gibi Nil ile Şeriya değildir. Şeriya nehir değildir. Hakiki nehir orada Fırat’tır. Nil ile Fırat arasında bir Büyük İsrail istemektedir, Siyonistler. Bu fikre karşı çıkan birçok insan var. Karşı çıkanlar arasında uzun zaman Suudi Kralları da vardı. En azından laf olarak engel oldular. Şu an lafzen de engel olmayacakları anlaşıldı. Genç veliaht Selman, Amerika’nın bu fikrini kabul etmiş bir zihniyette.

Kabalist hesaplara göre 2021 senesine kadar Büyük İsrail devletini kurmak zorunda olduklarına, kuramadıkları takdirde Müslümanların onları bölgeden atacağına inanıyorlar. Süreci hızlandırmalarında bunun payı olabilir mi?
Olabilir. İsrail denildiği zaman ortaya atılan böyle fikirleri hemen reddetmemek lâzım. Benim Amerika’da çok iyi bir Yahudi arkadaşım vardı; ismi Alexandır. Hayatında hiç İsrail’de bulunmamış. Babası Polonyalı, Auschwitz kampından gaz odasına gidecekleri son gün kurtulmuş ve Amerika’ya gelmiş. Eşi ve kızlarını orada kaybetmiş. Amerika’da tekrar zengin olmuş, bir Amerikalıyla evlenmiş ve Alexandır doğmuş. Hiç İsrail’i görmemiş ama bir İsrailli gibi İbranice biliyor. Yani Musevi deyince “öyle şey olmaz” dememek lâzım. Siyonist bir disiplin ve program var gayet açık. Antisemitist olmamaya dikkat ederek şunu söyleyelim; birileri Ortaçağ’dan bu yana Zion planları yapacak, onu adım adım İngiltere’yi Fransa’yı yola getirerek uygulayacak ve ben bugün olayları analiz ederken “yok canım, öyle bir şey olmaz” diyeceğim. Bu laçkalığa lüzum yok. 

Kudüs’ü başkent ilan etmeleri böyle bir girişimin sonucudur. Yani Türkiye’nin zorlaması olmasaydı, Müslümanlar olarak sineye çekecektik. Türkiye karşı çıktığı için dünya karşı çıktı. Amerika’nın bu kararını tanımayan bir BM genel kurulu kararı çıktı. 
 
Türkler ile Ruslar Arasında Dengeli Bir Rekabet Vardı
Foreign Policy’de geçen hafta bir makale yayınlandı ve “Türkiye, artık ABD’nin müttefiki değildir” denildi. Biz zaten bunu biliyorduk. Türkiye, hiçbir zaman ABD’nin müttefiki olmadı. Soğuk Savaş döneminde bize muhtaçlardı ve öylece kullandılar. Foreign Policy’de böyle bir makalenin yayınlanıyor olması sizce ne ifade ediyor?
Daha fazla üstünü örtmeyecekler, öyle anlaşılıyor. Bu stratejik ortak hikâyesinin temelini İkinci Dünya Savaşı sonrası attılar. 1946’da Türkiye, Almanya yenilirken tekrar yenilen ülkeler safında olmak istemedi. Bu çok anlaşılır bir şey. Biz bir defa yenilen ülkeler safında idik, imparatorluğu kaybettik. İmparatorluğu kaybetmek şimdi acıklı bir laf gibi gelebilir; ama çok ciddi bir şey. Bugün Bağdat Caddesi’ne neden Bağdat Caddesi diyoruz? Çünkü o yol Bağdat yoluydu. Bağdat neresiydi, Adana gibi bir vilayet. Bağdat demiryolu neydi, biz yapmıştık Bağdat’a gitsin diye. Bağdat bizimdi. İmparatorluğu kaybettik, Bağdat demiryolu artık Bağdat’a gitmiyor. Bunu şunun için vurguluyorum. Eğer biz İkinci Dünya Savaşı’nda kaybedenler safında olsa idik; Yozgat, Sivas, Kırşehir ve Kayseri’den ibaret olacaktı Türkiye. Yeniden Sevr’i dayatacaklardı bize. Türk halkı akıllı bir şekilde Türk Ordusu’nun arkasında kenetlendi. Kurtarabildiğini kurtardı fakat etrafımızdaki üçkağıtlara dikkat etmedik. Bu üçkağıtlardan biri şudur: Türkiye’nin NATO’ya girmesi. NATO’ya girmek zorunda değildik. Almanya’ya savaş ilan ederek Birleşmiş Milletler’e girdik. Daha ilerisine gitmemize gerek yoktu; ama bunu o zaman söylemeye kimse cesaret etmemişti. Niye? Çünkü her şey tek boyutluydu. 1946’da hükümetin aleyhinde bir şey söylemeye hakkın yoktu. Daha sonra rahmetli Menderes zamanında da bu sınırlandırıldı. Basın kanunu falan geliyordu; ama Menderes’in dış siyasetini eleştirmek mümkün değildi. 
1945’te bir İngiliz işçi sendikası Sovyetler’e gidiyor. İşçilerin anavatanı, yönetimi Komünistler ele geçirdiği için yoldaş Stalin de bütün sendikacıların babası. Stalin ile görüşüyorlar; “dünya için ne düşünüyorsun, İngiltere için ne düşünüyorsun?” diye soruyorlar. Yoldaş Stalin de ağzına geleni söylüyor. “Bu arada sizin İngiliz hükümetiniz Amerika ile işbirliği yaparak Boğazlar’ı bize yasakladı. Boğazlarda açık rejim olacaktı. İsteyen girip çıkacaktı ama sizin hükümetiniz Türkiye’nin kolunu büktü ve Türkiye’ye Montrö Antlaşması’nı dayattı. Bize Karadeniz’i kapattınız. Biz Karadeniz’i açacağız ve Boğazlar’da açık rejimi garanti eden üsler kuracağız. Ayrıca Türkleri cezalandıracağız. Ellerinden Ermenilere ait altı vilayeti alacağız.” diyor Stalin. Sonra bu İngiliz sendikacıların başkanı İngiltere’ye dönüyor. Bu arada sendika binasının karşısında Türk Büyükelçiliği var. İstese bu bilgiyi elçilikle paylaşır. Öyle yapmıyor tabiî. Amerika’ya gidiyor, Amerika’da Dışişleri Bakanlığı’na Stalin ile görüşmesini anlatıyor. Amerika da bir yaygara koparıyor, “Eyvallah olsun! Stalin Boğazları ve Türkiye’den altı vilayet alıyor.” deniliyor. Bana biri Stalin’in bu konudaki notasını çıkarıp göstersin. Bir şey gösterebilirler, o da Ermenistan’da yayınlanan bir makaledir, “Bu altı vilayet Ermenilerindir, Türkler bunu Ermenilere vermelidir ve Sovyetler Birliği bu vilayetleri almalıdır.” ifadeleri geçen bir makale. Başka hiçbir şey yok. Amerika buna dayanarak Türklerin ödünü koparttı. “Ayıdan post, Moskof’tan dost olmaz” sözünün hikâyesi buraya dayanır. Hemen 98’in başını hatırladık. Bu Ruslar, Yeşilköy’e kadar geldi; Stefanos Anıtı’nı diktiler. 

Üstad Necib Fazıl, Ruslar için Türklerin en büyük düşmanlarından biri der.
O ayrı. Türklerle Rusların arasındaki husumet için Orta Asya’ya dönmek lâzımdır. Bu dengeli bir rekabettir. Bizim bu denge sayesinde Moskofla halledemediğimiz bir mesele yok. Bazen onlar kazanıyor savaşı, bazen biz kazanıyoruz. Her zaman dengeli bir şekilde gidiyor. Birden bire bizim NATO’ya ihtiyacımız olduğu ortaya çıktı. Birden bire kendimizi Amerika’nın stratejik ortağı olarak bulduk. Ama Amerika bizi hiçbir zaman stratejik ortağı olarak görmedi. Stratejik ortak, birlikte strateji geliştirmek demek. Öyle bir NATO toplantısı hiçbir zaman olmadı. Hiçbir yerde Türkiye’nin NATO için strateji geliştirdiğini ya da Sovyetlerin yıkılması için bir şeyler yaptığını okumadık. Hep Amerika yaptı stratejiyi, biz uyguladık. Orta Asya’nın kurtarılması projesi, Alparslan Türkeş’in dahil olduğu birtakım projeler, onların hepsi Amerika’nın projesiydi. Bizim doğru dürüst hiçbir projemiz olmadı. Bizim şu anda doğru düzgün bir Çin projemiz de yok. Çünkü kafalarımız “90 yıldan beri stratejileri Amerika yapar; biz taktik olarak uygularız.” şeklinde çalışıyor. Buna alışmışız. Bu ilişki bir kölelik ilişkisidir. Türkiye 2007-2008’de Amerika’ya “Durun arkadaş” demeye başladı ve en sonunda da “one minute” ve “Dünya 5’ten büyüktür”e geldi bu iş. O zaman Amerika “Bizim sizinle bir meselemiz var.” demeye başladı. 

Ulus gazetesinde bir yazı yazmıştım. Gazete editörleri de çok güzel bir başlık yapmıştı. Küçük harflerle “onlar” büyük harflerle “ORTAK” küçük harflerle “biz” büyük harflerle “PAZAR”. Baktığın zaman “Ortak Pazar” gibi görünüyor. Ama okuduğun zaman “onlar ortak, biz pazar”. Yani Avrupayla ilişkimiz de böyle başladı. 

Şu anda idarecilerimiz çok iddialı söylemlerde bulunuyor. Global sistemin en büyük gücüne kafa tutuyoruz. Fakat adamların kurguladığı sistem içerisinde bunu yapmaya çalışıyoruz. Almış olduğumuz yapısal önlem ise yok denecek seviyede. 
Bir defasında yapısal reformların ihtiyacını hiçbir zaman unutmadık. Her zaman yapılması gerekli. Hatta rahmetli Ecevit kaç defa bunu tekrarladı. İhsan Sabri Çağlayangil, “Altımızı oymuşlar” dedi. Yine İhsan Sabri Çağlayangil’in meşhur bir lafı: “Nefes almamızı takip ediyorlar” ve bunlar olup biterken Türkiye yapısal reforma ihtiyacı olduğunu biliyordu. Rahmetli Erbakan, bu yapısal reformun adını koydu: “Üretim Ekonomisi.” Faize karşı çıkmamız gerektiği söyledi. Ya biz bu lafları çok ciddiye almadık ya da ciddiye aldığımız tarihte de bir şeyler yapacak kadar özgür değildik. Türkiye’de elinde yönetimi tutan kadro daha kendi cumhurbaşkanını seçemiyordu. Özde, sözde gibi laflar ettiler. Bunların ortadan kalkması, vesayet rejiminin ortadan kalkması iyi oldu; fakat iş yapısal reforma geldiği zaman karşımıza milyon tane engel çıktı. Yani IMF’den biz ne zaman kurtulduk ki, daha üç dört yıl oldu. IMF’den kurtulursun sonra üretime yönelik bir ekonomi kurarsın, böyle olur reform. Türkiye, Amerika’ya çelik ihraç ediyor; ama ihraç ettiğimiz çeliğin hammaddesini hurda olarak ithal ediyoruz. Yani bildiğin hurdacılık yapıyoruz. 

Mesela üretim ekonomisini kuran Erbakan’a ne yaptılar? 2002’den bu yana bir günü boş geçirmedik. 

Açıkça konuşalım; Mirzabeyoğlu herkesin hapisten çıktığı dönemde neden çıkamadı? Ekstra olarak içeride neden kaldı? 
 
Mirzabeyoğlu Yeni Bir Sistem Teklif Ettiği İçin İşkence Gördü
Çünkü yeni bir sistem teklif ediyordu.
Evet, yeni bir sistem teklif ettiği için türlü zulme maruz bırakılan insanları bile kurtarabilecek, onların özgürce konuşmasını sağlayacak bir siyasî iktidara sahip olmamız bile on yılı aldı. Bundan sonra davacı olabiliriz siyasî iktidardan. 
“Doğu Akdeniz’de bizi yok etmeye çalışıyorlar, çıkarlarımız zarara uğrayabilir.” demeliyiz. Bunu sen veya ben demiyorsak, muhalefet söylemeli; ama onlar da aptalca Erdoğan düşmanlığına saplanıp kalmışlar; İslâm düşmanlığı demek istemediğim için bunu söylüyorum. Ama aslında da İslam düşmanlığı yapıyor adamlar. 

Bu kadar sene geçmiş olmasına rağmen ithal batıcı fikirlerle bu memlekette bir yere gelemediklerini anlamamış olmak da çok anormal.
Çok acayip. O zaman işte insanın aklına kasıt geliyor. 

Türkiye’de oligarşik bir zümre var ve bunlar memleketin gelişimine engel oluyorlar. Bu zümrenin hakkından nasıl gelinecek?
Çetin Altan’ın çok güzel bir lafı vardı: “Komprador Burjuvazi”. Bunlar burjuva işleri yapıyorlar. Şehirli bir sınıf gibi sanayici gibi üretiyorlar; ama bunların hepsi dışarıdaki firmanın buradaki kompradorluğunu yapıyor. Yani dışarıdaki firmanın temsilcisi. Bu, daha önce ifade ettiğim, üretim ekonomisinin önündeki en büyük engeldir. Hükümet, “babayiğit” projelerle bu firmalara yerlilik ve millîlik şuuru aşılamaya çalışıyor. Yapabildiği kadar. Ciddi manada yaptığını ve sanayicilerimizin yerli ve milli olduğunu söyleyemeyiz. Ama son zamanlarda güzel şeyler duyuyoruz. Doğrudan komprador burjuvazi, İspanya’daki bir sermaye grubunun Türkiye’deki bankasının müdürü, televizyon televizyon gezerek Amerika’yla olan münakaşaların Türkiye’nin lehine olabileceğine dair sözler sarf ediyor. İşbankası da öyle. Ankara Ticaret ve Sanayi Odası yeni bina yapacakmış, o binayı yapmaktan vazgeçmişler, binaya verecekleri paraları üyelerine sermaye olarak veriyorlarmış. Bunlar güzel göstergeler. Bir laf vardı: “Yetmez ama evet”. Bunlardan bir şey olmaz dememek lâzım. Bunlar doğru yönde atılmış minik adımlardır. Sonunda öyle bir yere gelecek ki, Türk halkındaki yerlilik ve millilik, iş adamına da bulaşacak. 

Türkiye’de yerli ve milli siyaseti savunan bir iktidar, %52 oy alıyorsa bu demek oluyor ki tüccarların da %52’si, sanayicilerin de %52’si yerli ve milli bir ekonomi politikasına razıdır, o politikayı destekliyordur. İleride iki şartla çok parlak bir geleceğin olacağını düşünüyorum: Bir, çoksesliliğin devam etmesi şartıyla; iki, muhalefetin alternatif siyaset üretmesi şartıyla. Yapısal reformların gerekliliğini iki-üç senedir söyleyen bir Halk Partisi olsaydı daha iyi olmaz mıydı? Bir rant lafıdır dolanıyor heriflerin ağzında.

Bu rant meselesi de “Niye onlar yiyor da biz yemiyoruz”a döndü.
Çok haklısın. Rantiye ekonomi, üretim ekonomisinden daha kötüdür. Başakşehir’de hep kocaman ev dağlarını görerek geliyorum üniversiteye. Sıradağlar gibi evler, geç geç bitmiyor. Ama hepsinde de insanlar oturuyor. Nerede oturacaktı bu insanlar? Elbette yapılacak bunlar. Orman arazisi azalacak yerine binalar dikilecek. Türkiye büyüyor. Türkiye büyük olsun ama ev olmasın mantığı olabilir mi? Nerede barınacak bu insanlar, sokakta mı? Ama şunu söyleseler “Siz sırf rant üreten endüstrinin üzerinde duruyorsunuz, bunun yerine şunun üzerinde durun” deyip, ‘şu’ları doldursalardı, halk da artık alternatif olduğunu düşünecekti. 

Şöyle bir problem de var; hükümet çok teşvik veriyor ama bunun denetim mekanizması yok. 2017’den itibaren devlet 50 milyar liralık teşvik ve destek verdi. Bu parayla gidip villa alanından tutun, parayı vadeli hesaba yatırıp gelen faizle taksitini ödeyene kadar bir sürü insan tipi var.
Halkın sağduyusu çok önemlidir. “Yağcının yağı bol olursa …”, gerisini okurlarımız tamamlasın. Millî terbiye çok önemlidir. Bir zamanlar Türkiye’de millî olan tek bir sanayi sahası vardı, semer sanayi. Sıfır ithalat. Onun da ihracatı yok. Hâlâ iş adamlarımız yasadışı değilse bile usûl dışı, ahlak dışı işlere harcıyorlar böyle imkanları. 
 
En Temel Problemimiz Vicdan ve Ahlâk Problemidir
Ahlâka gelmiyor mu yine iş? Yeni bir insan tipi inşa edilmesi gerekmiyor mu? 
Evet, yine Marx’a başvuracağım. Altyapıda alım-satım, üretim vs. ilişkileri vardır. Onun üzerine zamanla üst kurumlar kurulur. Bunu Marx yazdı diye ona atfediliyor, ama bunu tarihte devamlı görürsün. Onun üzerine hukuk, bu ilişkileri düzenlemek için çıkar. Hukukun olmadığı yerlerde insanların başvurabileceği vicdanları vardır. O vicdanlarda toplaşır ve bir araya gelirler. Millî ahlâkı böyle oluştururlar. Bizim millî ahlâkımız çok iyiydi. Biz, İslam’dan başka bir şey tanımadığımız zaman böyle bir mesele yoktu. 

İnsanlar üç şeyden korkarlar: Genç bir çocuk suç işlediği zaman önce bir etrafına bakar; komşular, annem-babam görüyor mu diye. Ben çocukken eve bir kalem getirdim. Annem biliyordu benim öyle bir kalemim olmadığını. Kibarca dedi ki “Bu bir arkadaşının kalemi galiba, senin kalemlerinin arasına karışmış. Bunu yarın kendisine ver”. O kadar. Ben o gün öğrendim, sana ait olmayan bir malı alamayacağını. Ortada ne hukuk mahkemesi vardı, ne kadı, ne de hakim. Sadece bir anne ve yetişmekte olan bir çocuk vardı. Ahlâk dediğimiz şey annemizin babamızın bize çocukken öğrettiği hayat kurallarıdır. 

Hakim karar verse de senin vicdanın orada yoksa, sen oradan vicdani bir sonuç çıkarmıyorsan, bir milyon lirayı alıp villa da alırsın. Çünkü kimse sana sormuyor. O parayı harcamakta özgürsün. İstediğin gibi harcayabilirsin, hukuk sana izin veriyor. Ama senin vicdanın buna el veriyor mu? Veriyorsa o zaman biz toplum olarak çökmüşüz. Bunu tartışmasız kabul edelim ki restorasyona başlayalım, yeniden insan ve toplum inşa edelim. Bir sorunu ortadan kaldırmak için önce sorunun varlığını kabul etmemiz lâzım. 

Teşekkür ederiz. Son olarak ekleyeceğiniz bir şey var mı?
Geldiğiniz için teşekkür ederim. Derginizin sağladığı farklı ses, söylediklerimin içinde bulunan alternatif düşüncenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
“Alternatif düşünce neden önemli?” diye düşünenler, Baran Dergisini okuyarak bunu kendileri de görebilir.


Baran Dergisi 607. Sayı