Kimdir?
Star Gazetesi yazarı Halime Kökçe, 1974 yılında Rize’nin Karaağaç (Raşot) köyünde doğdu. İlkokulu İzmit’te, ortaokul ve lise öğrenimini İstanbul’da Fatih Kız Lisesi’nde tamamladı.
1997 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden “Bir Sivil İtaatsizlik Örneği Olarak Başörtüsü Eylemleri” teziyle mezun oldu. Tezi Doğu Batı dergisinde yayınlandı.
1998’de Orta Doğu Teknik Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde başladığı yüksek lisans eğitimini başörtüsü yasağı dolayısıyla ancak 11 yıl sonra tamamlayabildi ve 2009’da
“Two Transformative Actors of Turkish Politics: Justice and Development Party and Kurds” başlıklı teziyle mezun oldu. 1999’da bir yıl süre ile bir kolejde felsefe grubu dersleri öğretmenliği yaptı.
2000’de Gerçek Hayat Dergisinde gazeteciliğe başladı. 2007’ye kadar Gerçek Hayat Dergisi’nde önce editör olarak sonra da yazı işleri müdürü olarak çalıştı. 2007’den bu yana Star Gazetesinin fikir eki
Açık Görüş’ün editörlüğünü yürütmekte ve Star gazetesinde köşe yazarlığı ve tv yorumculuğu yapmaktadır.
Aynı zamanda Marmara Üniversite Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü Ortadoğu Sosyolojisi ve Antropolojisi bölümünde doktora yapmaktadır.
 
 
Uzunca bir süredir operasyonlara muhatap kalan Türkiye’de son gerçekleştirilen saldırılarla ne yapılmak isteniyor?
Saldırılar son günlerde biraz daha sıklaştı fakat ben yeni başlayan bir sürecin içinde olduğumuzu düşünmüyorum. Bu saldırılar 17-25 Aralık’ın, 15 Temmuz’un devamı… Bu silsile içerisinde ele almak daha isabetli olur. Her seferinde el yükselten, taktik değiştiren ve yeni stratejiler geliştiren bir akıl var. Bizim net olarak gördüğümüz, 17-25 Aralık’tan beri işleyen bir sürecin aşamalarını yaşıyoruz. 15 Temmuz’u başaramadıklarında, bir tehlikeyi savuşturduğumuzu; ama vazgeçmeyeceklerini biliyorduk. Devamının geleceğinin farkındaydık. Bu süreci millî seferberlik kavramıyla açıklamanın doğru olduğunu düşünüyorum; çünkü düşmanlar da seferberlik halinde. Bu taarruzu ancak millî seferberlik ile karşılayabiliriz. Millet olarak da, devlet olarak da böyle. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamaları da bu minvalde…

“Millî seferberlik” diyerek tam olarak neyi kastetti?
Ne yapılmaya çalışıldığını görüyoruz, bunun devam edeceğini görüyoruz. Ancak ikinci bir İstiklâl Mücadelesi verdiğimizin bilinciyle aşabileceğimiz bir vaziyetin içindeyiz. Pek çok kişi yaşananların farkında; ama hâlâ farkında olmayan yahut Türkiye’ye yönelen bu taarruza hizmet eden unsurlar var. Türkiye’nin en büyük zorluğu da bence bu... 17-25 Aralık’tan ve daha öncesinden başlayan Türkiye’yi sıkıştırma hamlelerinin içeride de yardımcıları ve taşeronları var. Türkiye’nin bu mücadeleyi bu kadar zor götürmesinin sebebi bu… En başta bunun bitmeyeceğini kabul edip ona göre hareket etmemiz gerekiyor. Bu gerçek bir İkinci Kurtuluş Savaşı…

Sadece kendi ülkemizle alâkalı değil, bölgeye yönelik bir dizayn var. Birinci Dünya Savaşı’nın yüzüncü yılında, ikinci bir Sykes Picot devreye sokuluyor. Bu süreçte devletler daha da küçük mezhebî ve etnik parçalara bölünmeye çalışılıyor. Türkiye de bu girdaba sürüklenmeye çalışıyor. Türkiye bu bakımdan da çok önemli bir ülke. Hem mezhebî ve etnik farklılıkları içinde barındıran, hem de mezhebî ve etnik politikalarla yönetilmeyen bir ülke. Bu açıdan örneklik teşkil ederken, kendi kalkınmasını, içtimaî ve iktisadî refahını sağladığında bu sahada da örneklik teşkil edecek. Arap Baharı döneminde Türkiye ilham veren bir ülke olarak öne çıkarıldı. Bugün dönüp geriye baktığımızda, Arap Baharı denen sürecin de büyük bir kumpasın ılımlılaştırılmış atmosferi olduğunu görüyoruz. Bütün toplumsal rahatsızlıklar üzerinden toplumları uyandırıp sonra komple boğma hareketine dönüştürüldü. Arap Baharı’nın bize yansıyan kısmı da bu saldırılar işte. Mısır’da darbe olduğunda bizde de Gezi eylemleri olmuştu. Obama’nın Müslüman toplumlara yakın söylemi de oltanın ucuna takılmış bir yemdi. ABD açısından da Obama dönemi, Bush’un sert ve dağıtıcı politikasının üzerine onarıcı bir politika üretecekmiş gibi durup bu dağıtma politikasının daha sinsi ve derinlemesine yapıldığı bir dönem oldu. ABD politikaları sayesinde bölge giderek İran’ın Şii çemberi içine daha çok sokuldu. Bölge CIA ile İran istihbaratının müşterek çalıştığı yeni bir evre içerisinde. Bundan sonraki politikaların bu büyük planı da görerek icra edilmesi gerekiyor.

Batı, Türkiye’yi içeriden çökertemezse, doğrudan müdahale etme riskini göze alabilir mi? Yahut bu yapılanlar Türkiye’yi dış müdahaleye açık bir ülke hâline getirme yönünde bir hazırlık mı?
En büyük kozlarını 15 Temmuz’da tükettiler. FETÖ’nün sadece Türkiye’de değil, Orta Asya’da, Balkanlar’da, Afrika’da da bir ABD istihbarat kolu gibi işlediğini gördük. ABD’nin hem bu kadar işlevsel olan, hem de sıfır maliyetle çalıştırdığı bir istihbarat ağı deşifre oldu. Türkiye özelinde en büyük enstrümanını kaybetmiş durumda. Bazı ülkelerde, Türkiye’nin tüm girişimlerine rağmen bu yapının muhafaza ediliyor oluşu da, o yapıya karşı olmanın Amerika’ya kafa tutmak olduğunu bilmelerinden kaynaklanıyor. Artık Türkiye’de bu yapıyı etkin şekilde kullanamıyorlar. Bunun yanı sıra bu yapının bir istihbarat şebekesi olduğunu Türkiye, her platformda yüksek sesle dile getiriyor. Rusya Büyükelçisi’nin öldürülmesinden sonra, bunu Rusya da yapacak. Bu kadar etkin kullandığın bir enstrümanı kaybettikten sonra daha büyük ne yapabilirsin? Bu tür suikastlarla ve saldırılarla kaos çıkarma ve istikrarsızlaştırma… Bu girişimler devam edecek; ama 15 Temmuz ölçüsünde bir şey başaramayacaklarını düşünüyorum.  Çünkü Türkiye devleti, gördüğümüz ve görmediğimiz uzuvlarıyla bu yapıyı dışına atmaya kararlı görünüyor. Tabiî ki Rusya Büyükelçisi’ne suikast yapan polisin hâlâ orada olması soru işareti. Sanıyorum ki o mağduriyet edebiyatı denilen şey az daha olsa işlev görmüş. Hâsılı bu kazanmaktan çok bir kaybettirme ve yıpratma harekâtı… ABD kazanamayacak, FETÖ toparlanamayacak, PKK kendine gelemeyecek; ama zarar vermeye devam edecekler. Ne kadar zarar verirsek o kadar kârdır diye bakıyorlar. Bundan daha büyük bir şey olacaksa, o da ülkelerin karşı karşıya geldiği büyük bir savaştır. Böyle bir savaşı Avrupa’nın da göze alması lazım. Sürecin o noktaya varacağını sanmıyorum.

Devletlerin birbirine gireceği bir savaş çıkmaz mı?
Böyle bir savaş çıkacağını düşünmüyorum; çünkü devletler birbirleriyle savaşmak için örgütleri kullanıyor zaten. Bu örgütlerin bir türlü bitirilememesinin hatta beslenmesinin sebebi de, onlara “gün gelir kullanırız” mantığıyla bakılması. Şu an zaten ABD açıktan PYD’ye silah veriyor ve bu silahlar Türkiye’ye yapılan saldırılarda kullanılıyor. Bu zaten bir savaş, bu sebeple daha farklı bir zemine taşınacağını zannetmiyorum. Yeni bir evreden bahsedeceksek şayet Rusya Büyükelçisi’ne yapılan saldırı ve akabinde yaşanan bir dizi olay zaten savaşın yeni bir evresine geçildiğini gösteriyor bize.

Bu suikastla ABD, gerek Rusya gerekse de Türkiye’ye nasıl bir mesaj vermek istedi?
Suriye ile alâkalı bir mesaj var. ABD Sözcüsü Kirby’nin de açıklamalarına bu yansıdı. “ABD, masada olsun istenmiyor; ama nihaî çözüm noktasında masada biz olacağız” demeye getiren açıklamalar yaptı. Suriye’de ABD, muhaliflerin hakkını savunmak istiyormuş gibi gözükse de, muhaliflerin güçsüzleşmesine, İran’ın güçlenmesine, PYD’nin güçlenmesine ABD politikaları yol açtı. Amerika’nın politikalarını ‘samimi’ diye nitelemek zaten imkânsız; ama bir karın ağrıları var. Söz konusu saldırı Türkiye ile Rusya’nın Suriye’de uzlaşmaya çalıştıkları vasatı da hedefliyor. Türkiye, muhaliflerle Rusya’yı muhatap hâline getirmeye çalışıyor. Son tahlilde bir siyasî uzlaşmaya gidilecekse muhalifleri devre dışı bırakamazsınız. Bu muhalefet, içerisindeki bazı gruplardan ayrıştığı takdirde, uluslararası camiada muhatap konumuna gelecek ki bu Türkiye’nin Rusya ile görüştüğü bir mesele. Bu aynı zamanda Amerika’nın da bypass edilmesi demek… ABD, bu masada sadece İran olarak karşımıza çıkacak belki de. ABD’nin asıl derdi muhalifler değil, PYD... Orada bir özerk bölge kurmak istediler; ama şu an öyle bir durum yok. masanın önceliği ise bölünmüş değil, bütün bir Suriye. Suriye’nin geleceğinde rejim değişikliği olup olmayacağı sonraya ertelendi. Suriye’nin bütünlüğü ve bağımsızlığı konusunda muhalifler de hemfikir. Türkiye’nin muhalifler ile Rusya’yı muhatap hâline getirmesi durumunda ABD’nin tümden boşa çıkma durumu, bu saldırının sebebi.

Öte yandan, FETÖ’nün oluşturmak istediği algı açısından da önemli bir saldırı. “Hâlâ emniyette varız ve eylem yapma kabiliyetine sahibiz” demiş oldular. İş yaptıkları çevrelere de “bizden vazgeçmeyin, bakın hala işe yarıyoruz” demiş oldular.

İran’dan bahsettiniz. İran, Suriye meselesinde gördüğümüz kadarıyla Rusya ile mutabık hareket ediyor. Öte yandan gerek Irak işgaliyle, gerek Suriye savaşında ABD, politikalarıyla İran’ı kuvvetlendirdi. Türkiye de Suriye meselesinde Rusya ve İran ile masada… Biz İran’a ne kadar güvenebiliriz ve İran’ı niçin bu kadar güçlendirdiler?
İran’ın güçlendirilme hikâyesi 2003’te başlıyor. İran, Batı’nın nazarında bir “şeytan” ülkeydi. 11 Eylül saldırılarından sonra el-Kaide şeytanlaştırıldı ve Batı, “Sünnî tabanlı bir terör tehdidi” algısı oluşturdu. Bunun dünya çapında propagandasını yaptı. Batı, bütün Ortadoğu ile alâkalı politikasını İran’ı güçlendirme ve Sünnî tabanlı saldırılara karşı İran üzerinden tedbir almak gibi bir zemine oturttu. Gelip savaşmak istemiyorlar, kazan-kazan politikası uyguluyorlar. Bölgenin unsurlarını birbiriyle çarpıştırıyorlar. 2003’ten beri önce Irak’ta ve mümkün mertebe Körfez’de ve son olarak da Suriye’de, Şii kordonunu tamamlayan bir politikası var. O süreçten bugüne ABD’nin Ortadoğu politikası, İran’ın Şii hilâli jeostratejisine hizmet ediyor. Bugün de İran ile Amerika’nın gerek Irak, gerekse de Suriye’de birbirine ikame edilebilir aktörlere dönüştü. Masada ABD olmamasına rağmen İran varsa ABD açısından bir sorun yoktur. Burada Rusya ve İran ile aynı masada olmak meseleye aynı zaviyeden bakmak anlamına gelmiyor. Suriye’de, İran ve Rusya’nın çıkarları çatışacaktır. Türkiye’nin bu boşluğu kullanabilmesi gerek.

2003 öncesinde ABD’nin İran’ı, İran’ın da ABD’yi şeytanlaştırması bir mizansen miydi?
Bunlarla alâkalı muhtelif şeyler söylenebilir. Bugün gelinen noktaya baktığımızda öyle gözüküyor. Şunu çok net biliyoruz ama: Devrimden sonra İran İslâm dünyasında sempati topladı; çünkü İsrail’e karşı sesini yükseltti ve anti-emperyalist bir söylem geliştirdi. Bu İran devriminin İslâm dünyasına PR’ıydı. Hizbullah üzerinden İsrail ile girdiği çatışmalarla bir meşruiyet zemini oluşturdu. Bunların siyasî enstrüman olduğunu bugün daha net görüyoruz. İran’ın Filistin diye bir derdi yokmuş. Hafız Esed, Hama’da insanları katlettiğinde Humeyni’nin sesi çıkmamıştı. Bugün Suriye’de çoluk çocuk bombalanıyor, İran bizzat iş başında. İran’ın İslâm ümmetinin bir parçası olmaktan ziyade Amerika’nın emperyal bir aktörüne dönüştüğünü görüyoruz. İslâm dünyasında hüsnü kabul görmedikten sonra ABD sizi sevse n’olur sevmese n’olur?

Tekrar içeriye dönersek; cumhurbaşkanlığı sistemi hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
Sistem değişikliğinin bir evresini yaşıyoruz. Komisyon çalışması safahatine gelindi nihayet. Süreç 2007’de başladı. Artık geriye dönüşü olmayan bir noktadayız. 2007’deki anayasa değişikliği, 2014’te Cumhurbaşkanını halkın seçmesi… Buna karşı çıkan bir parti varsa, sistemi geri çevirecek bir siyasa geliştirmesi lazım. CHP buna karşı çıkıyor ama bir önerisi yok. Önerse halkı ikna edecek dermanı yok. Sistem değişikliğine karşı çıkan aktörlere bakın, tamamı 2013’ten beri Türkiye’yi kaosa sürüklemeye çalışan aktörler. PKK, FETÖ, CHP, ABD ve Avrupa, cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkıyor. Türkiye düşmanı cephenin karşı çıktığı bir şeyi yapmaya çalışıyor Türkiye. Bu bile halkı ikna için yeterli bir argüman. Zaten yeni bir anayasaya ihtiyacımız var. Kamil bir parlamenter sistemle de yönetiliyor değiliz zaten. Değişim elzem. Siyaseten güçlü olan, değişimin de mimarı olacak.
Demokratik süreçlerin işlediği ve doğrudan demokrasi kanalı olan halk oylamasıyla yürürlüğe girmesi planlanan bir sistemi anti-demokratik diye nitelemeye ve terör marifetiyle bunu durdurmaya çalışmaya halkın tepkisi, değişikliğin gerçekleşmesi noktasında kenetlenmek olur. CHP ise bu konuda FETÖ ve PKK ile hem fikir gözüküyor.

İçerideki hainlerle hesaplaşılan bir süreç içerisindeyiz. Bu hâinlerle aynı safta bulunan ve belki de hepsinin ağababası olan Batıcı zevat ile hesaplaşılacak mı?
Türkiye’de bir takım Batıcı aydınlar meşruiyetlerini yitirdi. Can Dündar hadisesi Türkiye’deki “Batıcı aydın” profilinin serencamını, nereye hizmet ettiği gösterdi bize. Bunun muhtelif versiyonları mebzul miktarda var. İtibarları sıfırlandı bunların. Terör örgütleriyle irtibatlı aydın olur mu hiç, biz böyle örnekler gördük. Bunlarla ilgili adli süreçler elbette olacak ama zihnî bir arınma süreci yaşıyoruz bence. Meselelere dışarıdan Türkiye’ye doğru değil, Türkiye’den dışarıya doğru bakabilen aydınlardır bu ülkenin aydınları.

2016 senesinin kısa bir tarifini yapabilir misiniz? 2017’de neler bekliyorsunuz?
2016’nın, 2013 ile başlayan sürecin zirveye çıktığı yıl olduğunu düşünüyorum. Türkiye, her türlü saldırıya hatta işgal girişimine maruz kalırken, gerçek bir aydınlanma yaşadı aynı zamanda. Bir sıçrama ve silkiniş yılı 2016.
2017’nin ise önümüzün açılmasının ve talihin tersine çevrildiğinin daha da farkına varacağımız bir sene olmasını umuyorum.

Vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.
Ben de teşekkür ediyorum.

Baran Dergisi 520. Sayı.