Hattat Yusuf Sezer, hat sanatını sadece estetik değil, disiplin, ibadet ve ruh terbiyesi olarak görüyor. Yaptığımız röportajda bu sanatın evrensel boyutunu, temsil sorumluluğunu, ahlâk ve disiplinle yoğrulmuş sanat anlayışını anlatıyor. Beş Kur’an-ı Kerim yazdığını belirten Sezer, öğrencilerine sadece yazı değil hayat rehberliği de sunuyor. Hat sanatını ilim, maneviyat ve sabırla icra edilen bir ruh yolculuğu olarak tanımlıyor.

Hat sanatına dair düşüncelerinizi ve kısaca hayat hikâyenizi anlatabilir misiniz?

Yazı sanatı, bilhassa Kur’an hattı, abdestsiz yazılmayacak kadar ulvîdir. Bu yolda olan kişi ibadetlerini aksatmaz; aksine daha özenli davranır. Çalışmaları da düzenli ve tertipli olmalıdır. Temizlik, bereketin vesilesidir; düzensizlik ise zafiyete yol açar. Melekler düzeni, şeytan ise pisliği sever. Sanatkâr adayı ya da hattat olacak kişi her şeyi planlı, programlı ve disiplinli götürmelidir. Bu sanat belli bir zümrenin değil; beynelmileldir, evrenseldir. Tüm insanlığa hitap eder. Uluslararası Kur’an sanatları festivalleriyle beş kez İran’a davet edildim. İran İstanbul Konsolosu, gidecek hattatların ismini benden bizzat ister. Konsoloslar gelir, çayımı içer, isimleri alır. Eğer ben gideceksem, mesele kapanmıştır. Çünkü temsil sadece şahsi değil, bayrağımızı da kapsar. Standın başında adınızla değil, arkanızda dalgalanan bayrağımızla bulunursunuz. Bu yüzden dikkatli ve donanımlı olunmalıdır. Hattat her an çalışmaya hazır olmalıdır. Yazılar hevesle yazılmaz; nöbetteki asker gibi işin başında olunmalıdır. Zor iştir ama zorluğu göğüsleyen hedefine ulaşır. Tıpkı yıl boyunca yarışa hazırlanan atlet gibi… Sanatkâr “Müşteri gelsin de yazayım” demez. Sürekli hazırda olmalı, iş beklememelidir. Hazır olan için her iş kıymetlidir. Bu küçük yazı sanat müzesi de bunu gösterir. Yurt içinden ve dışından öğretim üyeleri, şirket mensupları ve televizyon ekipleri buraya gelir. Haberlerin çoğu buradan servis edilir. Stüdyoya gitmem, çünkü her yeri bu iş için uygun hâle getirdik. Perdemiz hazır, düzenimiz tam. Tüm bunlarda meslek sevgisinin büyük payı var.

Hattat Yusuf Sezer10

Buradaki intizamınız sanatınıza olan intizamınızla aynı hocam.

Çocukluğumdan beri disipline alışkınım. Köyde bile evdeki aletleri boy sırasına göre duvara çivileyip altlarına ne işe yaradıklarını yazardım. Daha ilkokula başlamadan takvim yapraklarını köyün ortasında yüksek sesle okuyarak herkesin öğrenmesini isterdim. Çocukken hayalim köy ağası olmaktı; çalışanlarım olur, herkes huzur bulurdu. Kur’an’ı, Mevlid’i, okul kitaplarımı çantama koyar, koyun otlatırken yüksek sesle okuyarak okuma yazma öğrenmeye çalışırdım. İlkokulu dört yılda bitirdim, resim kabiliyetim yüksekti. Okulda padişah resimlerini ben çizerdim, tarih dersleri onlar üzerinden anlatılırdı. Üçüncü sınıftan sonra doğrudan beşinci sınıfa geçtim. Ortaokulda Kastamonu’ya gittim, orada Hattat Hamid Aytaç’la aynı mektepten yetişmiş Emrullah Demirkaya vardı. Köydeyken İstanbul’dan gelen valizlerdeki “Hak Sesi” mecmualarında gördüğüm hat yazılarını cetvelle kenar çizip kopya ederdim. Okuyamaz, anlamazdım ama büyük bir merakla çizerdim. Ortaokul sonrası babam beni İstanbul’a getirdi. Kur’an kursuna başladım, aynı zamanda ortaokula devam ettim. Okulda başarısız oldum, ama Fransızcam iyiydi. Hafızlık için okulu bıraktım. Sonrasında imam hatip okuluna geçtik. İngilizceyi seçip imtihanla geçtik, tüm derslerden takdirle mezun olduk. İlim Yayma Cemiyeti yurdunda başarılı öğrencilere takım elbise verilirdi; biz hep o listelerdeydik. Haftalık hat dersleriyle beraber hafızlık ve okul devam etti. 74 kişiyle başlayan hat kursunda bir yıl sonra sadece ben kalmıştım. Hocam sırf benim için ders vermeye devam etti. Bir gün Milliyet Gazetesi’nde Hattat Hamid Aytaç’la yapılan röportajı gördüm. Recep Hocam’a gösterdim, beraber ziyarete gittik. Hocam beni ona emanet etti: “Bu evladımızın ahlâkı, gayreti güzeldir.” Hamid Hocam da “Haftaya gel evlat,” dedi. Kalemim, defterim yanımdaydı. İlk dersimizi yaptık. 1976 Kasım’da başladım. Hamid Hocam’la haftalık derslerimiz, Recep Hocam’la ilişkimiz sürdü. İki kıymetli zat arasında talebelik yaptım. 1980 Temmuz’unda Hamid Hocam icazet verdi. “Yaşın küçük ama emeklerin yarım kalmasın,” dedi. Bir örnek eser istendi, hazırlayıp götürdüm. Yemek saatlerinde hocamın ihtiyaçlarını da ben karşılıyordum. Kendim alıp götürür, yemek sonrası çay-kahvesini getirirdim. 1985’te evlendik, o güne kadar bekar odalarında kaldık. Hocamın duası da buydu: “Bırakırsan, on parmağımda davacı olurum.” Bu söz sadece bir sanatın değil, bir terbiyenin, bir şuurun da teslimidir. Ben o sorumluluğu hep taşıdım. Rahmetli Özal, beni Kültür Bakanlığı’na yönlendirmişti. Demirel’le Çankaya’da görüşmemizde, proje olarak İslâm sanatlarını devlet eliyle tanıtmak fikrimi sundum. O da takdir etti. Demirel, Evren, Özal, Rauf Denktaş, Hatemi, Ahmedi Nejat, Clinton… Hepsi bu sanatın dünyada tanınmasına vesile oldu. Ben sadece ressam değil, hat ve tezhip sanatlarını da tanıtmaya çalıştım. Özellikle TRT’de çok mücadele verdim.

Hattat Yusuf Sezer12

Hocam, dünya çapında görünmekten bahsediyorsunuz. Ben de biraz inceledim; Türkiye'deki kadar düzenli ve estetik kaygı güden sadece Türkiye var anladığım kadarıyla.

Zaten amacım bu: Keşmekeşi disipline oturtmak. Sanatın siyasi yönü budur; hedefi çaktırmadan yerleştirmek. İlmi siyasete alet ediyorum. Devlet başkanından talebim olmaz. Mesele görünürlük değil, gayedir. Kenan Evren’le Tarabya, Özal’la Çankaya’da görüştük. Bugünkü sanat ortamının temeli o günlerde atıldı. 1996’da İSMEK’in oluşumunda yer aldım. Altunizade’de tezhip öğrencilerine ücretsiz hat yazdım. Sergiyi İstanbul Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan açtı. Yanımda Yılmaz Bayat, arkamda İsmail Kahraman vardı. Latife ettim: “Mecliste birbirlerine soğan sarımsak atarlarsa, milletvekili olduklarını anlarız.” Tayyip Bey’e İslami sanatlarla ilgili projeler sundum. Ev hanımlarına yönelik çalışmalara isim ararken, “Danışmanlar ne yapıyor?” dedim. “Çay içiyorlar.” “Yesinler içsinler, Yusuf Sezer bedava bilgi versin,” dedim. Sonunda “İstanbul Meslek Eğitim Kursları” dedim, kısaltması İSMEK. İsim kabul edildi. El Sanatları Dergisi’nde “İSMEK’in isim babası” başlığıyla röportaj yapıldı. Sanat, unvan için değil, proje içindir. Eser üretmek, tanıtmak ve yaşatmak gayemizdir. Medyada tanıtım da buna dâhildir.

Hattat Yusuf Sezer11

Yusuf Sezer olarak hat sanatında kendinize has bir estetik anlayış geliştirdiğinizi söyleyebilir misiniz? Bu üslubun temel özellikleri nelerdir?

Tarihten günümüze eski ve yeni çalışmalara baktım; büyük farklar yok. Çoğu, istif geleneklerinin tekrarından ibaret. Yusuf Sezer olarak, yarının nesline yeni bir şeyler bırakmak gerektiğine inanıyorum. “Bugünün yenisi, geleceğin antikasıdır” fikriyle hareket ediyorum. Tertibini seçtiğim ayet, hadis-i şerif veya kelâm-ı kibarı, daha önce hiçbir hattat tarafından yazılmamış biçimde çalışmaya özen gösteriyorum. Ayrıca her zaman çerçeveye göre çalışırım. Önce çerçeveyi alır, sonra bu çerçeveye ne yakışır diye düşünürüm. Bu düşünce süreci bazen altı ay, bazen bir yıl sürer. Ardından zihnimden kâğıda kurşun kalemle geçirir, eserin eskizini, şablonunu ve kalıbını çıkarırım. Yazıyı düz kâğıda değil, önce çeşitli sebze, meyve veya kabuk sularıyla boyayıp sonra “aherleme” dediğimiz cilalama işleminden geçmiş kâğıtlara yazarım. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra kalıbı son hâline aktarırım. Tezhip yapılacaksa, ayrılacak alanı müzehhibe bildirir, renk ayrımını da ben belirlerim. Bu işi de çerçeveye göre planlarım. Müzehhibim Hatice Aksoylu’ydu; ancak Beykoz’a taşınınca işler zorlaştı. Eserlerimi saklayacak yer kalmadı, çoğu ambalajlarda duruyor. Bu yüzden tezhip ve çerçeve işini bıraktım. Yine de Çukurcuma ve Üsküdar’dan çerçeveyle ilgili hâlâ arayanlar oluyor. Nezaketen ilgileniyorum, ziyaret ediyorum. Ama tarzıma uymazsa, “Müktesebatım tamam,” diyorum. Çerçeve konusuna tekrar dönelim. Bugünün ışıkları yüzde 85 ısı, yüzde 15 ışıktır. Eser uygun desteklenmemişse, nem ve rutubetle gevşer. Bu yüzden, arkasında siz duracaksınız. Alıcının ortamı bilinmez; garantiyi özel koruma sistemleriyle ben sağlıyorum. Masraflı ve zahmetli ama muradım, eserlerin yüzlerce yıl korunması.

Hattat Yusuf Sezer2

Hocam, bu incelikler her hattatta yok değil mi?

Masraf sebebiyle çoğu yapamıyor. Ama ben hassasım. Saray, müze ziyaretleriyle zihnimi yenilerim. Talebelerime de “Sergilere gidin, müze gezin, fotoğraf çekin, röportaj yapın,” derim. Ama boş gitmeyin. Bu sadece protokol değil; sünnet-i seniyedir, ecdat kültürüdür. Bazen latifeyle talebeye eksik gördüğümü hissettiririm. Çünkü sadece yazıyla değil, yaşantıyla da öğretmek gerekir. Bu, unuttuğumuz kültürdü. Eskiden köyde elma, yoğurt, yumurta götürülürdü. Bugünse yozlaştık, Avrupalılaştık zannıyla değersizliğe yöneldik. Halbuki bizim Osmanlı’dan, İslâm’dan gelen bir medeniyetimiz var. Talebelerime hep bunu hatırlatırım: Önce ben yaşarım, sonra öğüt veririm. Sanatta da böyledir. Eseri yapmadan önce kataloglara, kitaplara bakarım. Her gün bir cüz okurum. Dikkatimi çeken bir ayeti işaretlerim. Önce bakarım, daha önce yapılmış mı? Yoksa çalışmaya başlarım. Bazen bu haftalar, bazen aylar sürer. Kimi eser bir günde, kimi yılda çıkar. Eserin seviyesine göre değeri olur. Kimi eser bir günlük, kimi 1000 yıllıktır. Ecdadın eserlerine hayran kalıyoruz. Bizim kırık dökük işlerimize de yarınkiler “ecdat” diyecek. O hâlde iyi numune olmalıyız. Yoksa “ne gelirse gider” dersen, kazığı önce kendine atarsın.

Hattat Yusuf Sezer 1

Hocam, bu sadece hattatlıkla değil, insanın hâl ve tavrıyla da alakalı değil mi?

Elbette. İnsan önce hâl ve tavrıyla sevilir, sonra inandığı şeye muhabbet duyar. 1994’te Indiana Üniversitesi'nin davetiyle Amerika’ya gittim. Chicago Üniversitesi hat kürsüsü teklif etti: üç katlı ev, lüks araba, şoför, yüksek maaş... Ama aile büyüklerinin rızası olmadan kabul etmedim. O dönem dört ülkeden teklif aldım, değerlendirmedim. Kremlin Sarayı da hattatlık için çağırdı.

Hattat Yusuf Sezer4

Neden özellikle sizi çağırıyorlardı?

Çünkü düzenli ve dakiktim. Hattat çok ama ciddiyet az. Indiana Üniversitesi Müzesi eserlerimi görünce teklif sundu. Teklifi, Bill Clinton’ın seçim sponsoru Herman Wars yaptı; 98 yaşındaydı, bizzat geldi. Biz 10 kişilik bir heyettik; halıcı, çinici, hattat… Ama ilgi benim üzerimdeydi. Her zaman sorarım: “Ne zaman lazım?” “İki saat.” “Tamam, iki saate hazır.” Ücretliyse işi kapı arasında yazar, zamanında teslim ederim. Haftalarca süründürmem. Bugün en büyük sorun da bu. Çünkü disiplinli olmak, ülkeni temsil ederken şarttır. Devletin sağladığı imkânlarla, ne kendime ne mesleğime ne de ülkeme zarar vermemeye gayret ettim. Bu titizlik sayesinde teklifler geldi. İran’dan da davet aldım ama İstanbul’daki iş yerimden dolayı kabul edemedim. 1972’den beri bu meslekteyim; 53. yılımdayım. Yalnızca hattatlık yaptım; talebe yetiştirdim, eser ürettim, sergiler açtım. Anadolu’nun 35 vilayetinde, bazı illerde ilçe bazında; İstanbul’un pek çok ilçesinde ve yurt dışında 70’e yakın sergi yaptım. Artık yaşını hissettiriyor. Gönül istese de beden “dur” diyor. Şimdi burada çalışıyorum.

Hattat Yusuf Sezer3

Bazı yazılarda, özellikle elif veya lam sonları diğer hattatların yazılarına göre biraz farklı?

Evet, bilinsin istiyorum. Eskilerde de var bu tarz ama az görülüyor. Yerinde kullanıldığında espri güzeldir. Buradaki çerçevelerden biri, İstanbul’daki bir yalının 100 yıllık parçası. İçinde yelkenliler ve Boğaz manzarası olan bir kumaş vardı. Çerçeveyi bana bıraktılar. Zemini yaklaşık 1 cm kalınlığında MDF. 1990’da Cahide Keskiner Hanımefendi’nin tezhip atölyesinde boyandı ve zımparalandı. Masalar küçük olduğu için orada eser tamamlanamadı. Kalıbı ve tüm çalışma bana ait.

Hattat Yusuf Sezer6

Benzer çerçeveler var ama içini siyah yapmamışsınız mesela?

Elbette, onun da bir sebebi vardır. Eserin taşıyacağı tezyinat ve renk uyumunu bilmek gerekir. Sergilerde, yazının renk curcunasında kaybolduğu eserler görürsünüz. Tezhipçiye mutlaka hangi rengi kullanacağını belirtirim; çünkü tezhip hattın elbisesidir, hat olmadan elbise olmaz. Ebru ve tezhip iç elbise gibidir; hat ise gövdedir. Tezhip, gövde üzerindeki süstür. Nasıl ki bir insan elbise alırken aynaya bakar, sanatkâr da eserine aynı hassasiyetle yaklaşmalıdır. Muhatabımız tüm insanlıktır. Onlardan ne bekliyorsak, biz de o ciddiyet ve samimiyetle eser vermeliyiz. Allah’a şükür, bu gayret bize nimet üstüne nimet getirir. Ah vah etmekle, lafla bir yere varılmaz. Naçizane meslektaşlarımı ziyaret ederim ama çoğunu ofisinde bulamam. Bir keresinde kapısını çaldım, yoktu; karşı dükkânda tavla oynuyordu. Böyle bir ortamda iş üretemezsiniz. Samimiyet ve disiplin şart. Ben disiplin için üç ismi örnek aldım: Vehbi Koç’un iş disiplini, Turgut Özal’ın politik zekâsı ve Sakıp Sabancı’nın coşkusu ve insanî yönü. Bu çizgiyi özümsedim, hayatımı da bu istikamette sürdürdüm.

Geleneksel hat ekolleri içerisinde kendinizi hangi çizgiye daha yakın görüyorsunuz? Sülüs, nesih gibi meşklere dair yaklaşımınız nasıl şekillendi?

Ders metodum gereği talebelere nesihle başlatırım. Bugün genelde sülüs veya rika tercih edilir ama ilahiyat metinleri nesihtir; önce onu tanımalı, anlamalıdırlar. Şevki Efendi’nin ekolü, Sami Efendi’nin yolu, Mustafa Rakım’ın harf anlayışı bana rehberdir. Ama tıpatıp kopya etmem; özünü anlamak, ruhunu yaşatmak gerekir.

1996’da İstanbul’un Fethi’yle ilgili hadis-i şerifi dairevî istifleyerek davetiye kapağı yapacaktım. Örneği yoktu, varsa yapmazdım. 13. şablonda mükemmele ulaştım. Ama sonlara doğru yorgun düşmüştüm. Rüyamda Hamid Hoca “Ayınlardan birini küp yap” dedi. Ertesi gün çizdim, istifte aradığım denge böyle oluştu. Bu, hocalıktan, tecrübeden ve samimiyetten gelir. Harflerin iç dengesi manevi kuvvetle sağlanır. Şevki Efendi “Hat kaideleri rüyamda öğretildi,” Sami Efendi “Rüyanda yazmıyorsan hattat olamazsın” der. Hat, teknik değil, ruh işidir. Senin soyun Şevki Efendi’ye dayanıyor; bu sanat bir emanettir. Rüyada “Kalemi yere düşürmedin” denmesi, bu manevî bağlılığın ifadesidir. Hat, sadece yazmak değil, ruhun yolculuğudur. Yakaza hâli, yani manevî uyanıklık hattatla talebe arasında kurulur. Hoca önce kendi hâlini düzeltecek. Film izleyip hat yazmak, dedikodu ve gıybet bu sanata yakışmaz. Yusuf Hoca’nın disiplini burada örnektir: Taviz yok, sulandırma yok. Gıybet, malayani, ruhu sömürür. Hat, ancak arınmış kalple, saygıyla yazılır. Bu iş sadece kalemle çizmek değil, ruhu çizmek ve maneviyatla yoğurmaktır. Güzel bir söz vardır: “İşiyle uğraşır koşturan insan, kişiyle uğraşır boş duran insan.” Hat da bu anlayışla yazılır.

Hattat Yusuf Sezer5

Burada birçok defter var ve hepsine notlar almışsınız.

Bizde defter usulü esastır. Bu aherli defteri talebem İsmet Gülnihal hazırladı; biri kendine, biri bana. 1 Mayıs 1996 tarihli, 25 yapraklı. Bu defterler sadece yazı için değil, tezhiplenmeye uygun eser üretmek içindir. Burada her yer yazı defteriyle dolu. Geçen gün yine böyle bir defter hazırlandı: papatya desenli, zincir motifli, gül rengiyle hazırlanmış. Yaptığın işi önce seveceksin, ama kendini asla tam beğenmeyeceksin.

Çünkü kendi işini beğenme, ilerlemeyi de durdurur değil mi?

Hak Kur’an’da “biz” derken, biz “ben” diyoruz; ne garip! Hattat her şeyi bilmeli: tasavvufunu, manasını, tefsirini… İtikatta, ibadette kusursuz olmalı. İstediğiniz kadar hac, umre yapın; azıcık bir kayma maneviyatı siler süpürür. Tıpkı hesap hatasıyla bloke edilen bir kart gibi. Sanatkâr da kendi sanatını bloke etmemeli. Başkasının işiyle uğraşmamalı; hattat hattatlığını, tezhipçi tezhipçiliğini yapmalı. Kalite şart. Yabancı çerçevelerde bile rutubete karşı su yolu vardır. Hattat rastgele iş yapamaz. Klasiği bilmeli, geleneği kavramalı, geleceği düşünmeli. Eser 100 yıl, 1000 yıl sağlam kalmalı. Mabetler neden hâlâ ayakta? Çünkü ölçü, nizam, ahlak vardı. Hile yoktu. Ahlak olmadan olmaz. Eğer “mübareklerin torunlarıyız” diyorsak, gereğini yapmalıyız. Sanatın yaşaması için birinci şart öğretmektir. Allah Resûlü buyurur: “Öğretin. Öğrendiğinizi öğretin. İnsanlara faydalı olun.” Öğretmek hem başkasına, hem kişiye fayda sağlar; hem amele, hem âhirete. Biz de bu şuurla hat öğretimine başladık. Gaziosmanpaşa İmam Hatip’teyken, elimizde sadece kurşun kalem vardı. Onu kamış kalem gibi açıp elif-badan itibaren yazardık. Hamid Hocam, “Evlat, talebelere şefkatli davran. Bugün böyle başlar, yarın daha iyiye giderler,” derdi. Bu sözü kulağımızda kaldı. Çünkü bu sanat, sadece usta hattat olmakla değil, faydalı olmakla yayılır. Sergilerin amacı da budur. İnsanlar bu sanatın tertibini, ciddiyetini, estetiğini gördükçe örnek alır. Rastgele yazmazlar. Kuralsız iş yapmazlar. Çünkü hat sanatı bir disiplindir. Tıpkı ibadet gibi… Tıpkı Kur’an eğitimi gibi…

Hat sanatında sadece form değil ruh ve mana da vardır. Sizin anlayışınızda harflerin ve kelimelerin manevi boyutu nasıl bir yer tutuyor?

Her harfin bir ruhu vardır. Mesela Allah Resulü’nün ismini oluşturan harfler, farklı peygamberlerin ruh halini ve Efendimiz’in şefkat, adalet, cesaret gibi vasıflarını taşır. Allah lafzındaki Elif, Levh-i Mahfuz’dan dünyaya uzanan hattı temsil eder; onu yalnızca Cebrail ve Allah Resulü bilir. Harfler bizim mahşer şahitlerimiz, hatta şefaatçilerimizdir. Yazarken onları şifa niyetiyle düşünmeliyiz. Göz doktorunun muayenehanesinde bir tabela varmış: “Gözlük istemeyen Kur’an hattıyla meşgul olsun.” Güzel bir tavsiye. Picasso bile Türk hattat Hasan Kayruk’a, “Önce kendi hattını tanı,” demiştir. Bugünkü grafik tasarımlar da Kur’an harflerinden esinlenir. Artistik kaygıyla yapanlar yanlış yolda ama mana taşıyanları tebrik etmek gerekir. Biz ise ruhla çalışmak zorundayız. Her sabah Felak ve Nâs surelerini ilk defa okuyormuş gibi ziyaret ederim; bu sanatlar gezilmez, ziyaret edilir. Mehmet Fırıncı Abi’yi buraya davet etmiştim. “15 dakika kalacağım” dedi, ama 1,5 saat kaldı. “Burada bir ruh var, bizi bırakmıyor” dedi. Bazı yerler insanı kovar, ama burası bırakmaz. İstifleri biz okuyamasak da melekler sabaha kadar okur.

Hattat Yusuf Sezer9

Hat sanatı bugünün insanına ne söylüyor? Bugünün genç kuşakları hat sanatına nasıl bakmalı?

Bugünün insanına hat sanatı şöyle sesleniyor: “Ey insan! Bizimle hayat buldun ama bizi okuyamıyorsun. Uzak durma, yaklaş; evine, iş yerine al, ruhunu besle.” Çünkü ruh didişmelerle yorgun düştü. Hat sanatı, kavga değil kucaklaşma çağrısıdır. Hiçbir ayette kavga yoktur; bugünün hat nesli bunu bilmeli. Hatla ilgilenirken önce “ruhum nasıl olmalı?” sorulmalı. Talebelerime diyorum ki: “Telefonu bırakın, kalemi alın, yazın.” Ama bu, iyi bir hoca ile mümkündür. Hoca, talebesini ticaret malzemesi gibi görmemeli. Onun psikolojisini anlamalı; evdeki sorunlarını, evliyse eşinden, bekârsa ailesinden aldığı izni düşünmeli. Bir talebe Adalar’dan geliyordu, dedim gelme; yol uzun, zorluk çıkar. Onu bölgedeki bir hanım hattatla tanıştırdım. Hoca rehberlik etmeli, sadece yazı değil hayat kolaylığı da sunmalı. Maddiyat odaklı yaklaşan hoca, feyiz veremez. Ders takibi yapmayan, ilgilenmeyen hoca, talebeyi uzaklaştırır. Hoca, çekici, ahlâklı, İslâm terbiyesiyle örnek olmalıdır. Allah Resûlü’nün metodu budur: “Kolaylaştırın, zorlaştırmayın. Sevdirin, nefret ettirmeyin.”
Hat dersine yeni başlayan talebe hamdır; ona şefkatle yaklaşmak gerekir. Ders düzenimizde başlangıçta iki defter verilir: biri örnek yazılar için, diğeri talebenin kendi çalışmaları için. Temizlik, düzen, yazı disiplini şarttır; bir satır yazıp derse gelinmez. Bir aylık deneme süresinde talebenin sadece yazısı değil; kıyafeti, ahlâkı, sınıf uyumu, konuşması ve ibadet hassasiyeti de değerlendirilir. Sıkıntısı varsa, iki haftalık ek süre veririm. Oturur konuşuruz, derdini dinler, çözüm ararız. Çünkü yazının düğümü çoğu zaman iç dünyadadır. Bu yönüyle derslerimiz, neredeyse psikoterapidir.

Bu sayımızda biz de bu meseleyi işliyoruz hocam. Psikoloji, modern çağda dinin yerine konularak seküler bir maneviyat üretmeye başladı; ruhun buhranı terapiyle bastırılmaya çalışılıyor. Ancak bu yaklaşım, hakiki arayışa cevap vermiyor, çünkü psikoloji dinin yerini dolduramıyor.

Gölcük depremi sonrası herkes psikiyatrist kapısına koştu. Talebem anlatıyor: Doktor dinliyor, not alıyor, ilaç yazıyor, “15 gün sonra gel.” Sonuç yok, sadece ticarethane gibi dönüyor. Oysa insanın ruhu reçeteyle değil, sanat ve maneviyatla iyileşir. Mesela bir tekstilci ablamız vardı, agresifti. Dolar fırladı, sinirler bozuldu. Arkadaşları pikniğe götürmüş, biri demiş ki: “Ben hattat dersine gidiyorum, çok huzurlu.” TV’de beni izlemiş, birlikte geldiler. Sanatın içine girince sükûnet buldu. Yazıya başladığında farkında bile değildi ne yazdığının. Doktoruna ilaçları fırlattı: “Ben iyileştim,” dedi. Sebep: kalem, kâğıt, hat… Doktor gelip dersi yerinde gördü. Artık ilaçsızdı. Bu sanat önce ruhu çeker, sonra beden toparlanır. Osmanlı’da da böyleydi. Doktor bana dedi ki: “İnsanlar hattı görünce ilacı bırakıyor.” Ben de “Ben ilaç sektörüne değil, Rabbime üyeyim” dedim. Herkes hattat olamaz ama herkesin kabiliyeti vardır. Ruh boşluğu en büyük hastalıktır. Özellikle manevi açlık çeken insanlar çok daha kırılgan. Boşluk kalpten ve ruhen doldurulmalı. Kimi için bu okumadır, kimi için hat, kimi için müziktir. Hat eğitimi alanlar, zamanla toplumla buluşur, sohbetler verir. Ama en büyük eksiklik aile içi iletişim. Anne-baba evladına arkadaş olmalı. Birlikte vakit geçirilmeli. Ötekileştirme, baskı, iletişimsizlik kalbi öldürür. Günümüzde boşanmalar, şiddet hep buradan doğuyor. Ben çocuklarımla kitap okurdum, sırayla. Paylaşmayı öğrenmek gerek. Evde üniversite kurmuyoruz, insan yetiştiriyoruz. Oğlun omzuna yaslanmalı, sen de onun omzuna… Bugün çocukların ruhu ihmal ediliyor, eşler eziliyor. Geçen gün bir talebem ağlayarak anlattı; bu, bugünün acı gerçeği. Hocaysanız sadece kalem vermek yetmez. Ruhunuzu masaya koyacaksınız. Hat sanatıyla insan şöyle demeli: “Yazarsam bereket gelir, ruhum huzur bulur, gözlerim şifa bulur, kıyamette yazılarım şahit olur.” Bunu yaparken sert değil, şefkatli olacaksınız. Bir gün derse gelirseniz, sözlerimle değil, hâlimle şahitlik edersiniz. Peki devlet ne bekliyor? Hattatsınız ama hangi odadasınız? Nerede hizmet ediyorsunuz? Devlet sizin varlığınızı eserinizle bilmeli. Yardım kuruluşlarında, kültür merkezlerinde görev almalısınız ama istismar edilmeden, samimiyetle. Sadece ülke için değil, insanlık için çalışmalısınız.

Hat sanatı İslâm medeniyetinin hangi yönünü estetik olarak yansıtır? Ayrıca güzel yazı sizce sadece teknik mi, yoksa ahlâk ve zevk biçimi mi?

Hat sanatı, İslâm’ın yazıya geçmiş şeklidir; sadece estetik değil, maneviyat, mahviyet ve mazhariyet taşır. Bu sanat üç temel üzerine kurulur: Sabır, sebat, sevgi. Göze hitap eder, gönüle yol açar. Mahviyet, yani sırrın gizlenmesi ise ancak sanatkârın emeğiyle ortaya çıkar. Sanatkâr, “Allah bana bu kabiliyeti verdi, layıkıyla yapmalıyım” der; tefekkürle sanatı birleştirir. “Bu bir şaheserdir, üstüne eser yapılamaz” dememeli; böyle bir ego insanı mahveder. Manevî duygu yüceltir, bediî kibir ise çökertir. Her yazı güzel değildir. Mürekkep, zemin, renk güzel olabilir ama seçilen metin ruh taşımıyorsa yazının da manası yoktur. Hat sanatı, ayetlerin anlamlarını da yansıtmalı. Mesela Kur’an’da “Elif” 56.000, “zı” harfi 840 defa geçer. Bu bile rahmetin azaptan üstün olduğunu gösterir. Sanatın estetiğiyle manası koparsa, etkisi de kaybolur. Güzel mektup çirkin zarfa konulursa çöpe atılır; sunum, özü tamamlar. Gerçek eser, tevazu ve istikrarla gelişir. Bu da ancak inanç ve İslâm terbiyesiyle mümkündür. Hz. Ali’nin vecizesi der ki: “Hat sanatı hocanın öğretiminde gizlidir.” Yani esas güzellik, talebenin istikrarlı çalışmasıyla çıkar. Hat, tek satırda öğrenilmez; sabırla sahifelerce yazmak gerekir. Yazıdaki huşû, tıpkı namazdaki huşû gibidir. Eskiden dolma kalemle yazılırdı. Kalem yontuları bile saygıyla saklanır, hatta hürmeten toprağa gömülürdü. Düşen kâğıt öpülür, taş kovuğuna konulurdu. Bişr-i Hafî’nin hidayeti bile besmeleli bir kâğıtla başlamıştır. Küçük saygılar, büyük sonuçlar doğurur. Bugün de talebe iyi bir hocaya bağlanmalı. Hat sanatı, üstadın dizinin dibinde öğrenilir. Kalemle terbiye başlar, sabırla kemale erer. Talebelerin aile rızası da önemlidir. Kurslar aile ortamı gibidir; kahvaltı edilir, tanışılır, bağ kurulur. Bu bağ talebenin özgüvenini ve azmini artırır. Gerçek hoca, sevgiyle, şefkatle eğitir. Dikte etmez, kibirli olmaz, kırıcı söz kullanmaz. Kusuru nükteyle, kıssayla bildirir; herkes dersini alır, nasibini bulur.

Hattat Yusuf Sezer7

“Beş Mushaf yazdım” dediğiniz… Bunu anlatır mısınız?

Her hattatın gönlünde Kur’an-ı Kerim yazmak vardır. Elhamdülillah biz de beş farklı biçimde Kur’an yazmak nasip oldu: İlk iki mushaf, Hasan Rıza hattı ve Hamit Hocam’ın usulüne göre farklı sayfa tertipleriyle yazıldı. Üçüncüsü, “Allah” ve “Rabb” kelimeleri alt alta gelen, renkli tasarımlı bir Kur’an. Dördüncüsü, dört renkten oluşur. “Allah” ve “Rabb” kelimeleri kırmızıyla; 15 satırlık bir sistemle. Beşinci mushaf, tamamen özgün bir proje: 17 satır üzerine inşa edildi. Sayfada ne taşma ne eksilme var. Satırlar dikkatle dağıtıldı. Bu mushaf hâlen evimdedir. Şimdi de 6. mushaf için yeni bir proje hazırlığındayım. Onu da bizzat burada, aherli kâğıtlara yazacağım inşallah.

Bir Kur’an yazmak ne kadar sürüyor?

Gayretinize bağlı. Ama bu işin hem meslek sırrı hem ahlâk yönü var. Tarihte Kayısızade Hafız Osman, 106 Kur’an yazmış; 107'ncisini yazarken teravih namazında vefat etmiş. Çemşir Hafız 450 Kur’an’la, Şemsettin Karahisari ise tam 1001 Kur’an’la meşhur. Kur’an yazmak, hattatın Rabbine şükranıdır: “Sen bana güzel hattı ikram ettin, ben de kelamına hizmet ediyorum” demektir. Benim yazdığım beş Kur’an kamış kalemle yazıldı. Dört ve beşincisini aynı kalemlerle bitirdim; tecrübe artınca kalem israfı azaldı. O kalemler şimdi birer belgedir, hatıra olarak saklıdır. Arkamdaki ciltli dergiler, röportajlarımın yayımlandığı dergilerdir. Hattımı taşıyan kapaklar, yazılarım, haberler… Hepsi bir araya getirilip arşivlenmiştir. 40 yıllık gazeteler dahil. Yeni gelen her şey poşette, ciltlenmeyi bekliyor. Sizin dergi de onlardan biri olacak inşallah. Geçmişten beslenmeden gelecek kurulmaz. O mürekkep izleri sadece kâğıtta değil, yüreklerde olmalı. Gerçek hat, gerçek sanat, gerçek insan budur. Sırrı ise şu: İşi, aşı, eşi yerindeyse insan huzurludur ama bunlar dünyalıklardır. Dertleri zihne yük etmemeli. Ben hattı Kur’an’a hizmet niyetiyle yaparım. Dünya işini takip ederim ama dert etmem. Kendime hep derim: “Kızma, telaşlanma, sabırlı ol.” Hayat idealim: Güzel hatla sanatı yaşatmak. Geri kalanı meşguliyetten ibaret. Hz. Ali’nin vecizesi yolumdur: “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” Dünya da gerekir, ahiret de. Ama “rızkı Allah verir” diyerek tembelleşmek olmaz. Çalışkan ve hareketli olmalı insan. Ayrıca hattat kendi işini yapmalı; çerçeveyi, ebruyu başkası yapmalı. Her işe koşan, hiçbirinde ustalaşamaz. Ya bir işte pir olursun, ya her işte çırak.

Allah razı olsun hocam, teşekkür ederiz.

Sizlerden de Allah razı olsun.

Aylık Baran Dergisi 40. Sayı Haziran 2025